Giriş
Siyasal partilerin kuruluş kökenine ilişkin yapılan teorik çalışmalar, olgunun modernliğine dikkat çekmektedirler. XVIII. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan Sanayi İnkılâbı ve Fransız İhtilali, cemiyetleri köklü bir şekilde sarsmıştır. Ticaret, tarım ve sanayi burjuvazisinin giriştiği menfaat mücadeleleri ile farklılaşan orta sınıfların iktidardan pay kapma arayışları, siyasal partilere hayatiyetini veren unsurlar olmuştur. Daha önceleri bir benzerine rastlanılmayan alt üst oluşlar; muhafazakâr, milliyetçi, liberal, sosyalist arayışları cemiyet bünyesinde karşılığı olan yapılara dönüştürmüştür. “Parti”nin kısmî kuşatıcılığını da meselenin tezahür ediş şekliyle izah etmek mümkündür. Nihayetinde olay, farklılaşan toplum kesimlerinin mücadele sahasında cereyan etmektedir. İmparatorluktan ulus-devlete geçişte vesayet partilerinin ulus inşasında rol oynadıklarına dair yaklaşımlardan da söz edilebilir. Geri kalmış memleketlerin sivil ve askeri bürokrasisi boşlukta duran iktidarı sahiplenme zahmetine girerler ve pozitivizmden ilham alan bir modernleşme ameliyesi başlatırlar. Ulusun inşa edildiğine, ara sınıfların ve burjuvazinin teşekkül ettiğine dair bir kanaat hâsıl olur ise çok partili yaşama geçiş izni verilir. Türkiye’de CHP’ye atfedilen bu miras, inkılâpçı münevverlerin gönüllerini okşayan bir yaklaşım ola gelmiştir. İster inkılâp ve ihtilallerin ardından, ister ulus devlete geçiş süreçlerinde teşekkül etsinler, siyasal partilerin modernliğine ve kültürel kırılmalara eşlik eden sosyolojik yapılara tekabül ettiklerine dair bir kanaate varmak mümkündür. Mardin’in, “merkez – çevre” kuramının, Türk siyasetini izah eden anahtar bir kavram olmasındaki gücünü de tamamen bir zihniyet olarak kültürel kırılmaya odaklanmasında aramak gerekmektedir. Gerçekten de Türk siyaseti, kökenleri daha gerilere çekilebilir ise de, CHF – TPCF ayrışmasıyla başlayan ve CHP – SCF / DP / AP / ANAP ile devam eden bir üst başlıkla şekillenmişse bunda merkez – çevre ayrışmasının izlerini görmemek oldukça zordur ve sürecin bittiğine dair bir analiz ortalıklarda görülmemektedir. Burada dernekler statüsünde temsil edilen Türkçü/Turancı, milliyetçi geleneği, siyasal parti bünyesine taşıyarak kurucu liderlik rolünü üstlenen Türkeş Beğ’in mücadelesi incelenecektir. Önce fikrî çerçevesinin oluşumunda Atsız etkisi özetlenecek, 1944 yargılamalarından 27 Mayıs’a uzanan süreç ele alınacak, ardından CKMP’den MHP’ye partileşme safahatı ortaya konarak çalışma sonlandırılacaktır.
Atsız’la Gelen
Millet, millî devlet, millî kimlik, millî mücadele, mefkûre, milliyetçilik kavramlarının tanımlarını, tasnifini, tahlilini ortaya koyan; tıkanılan noktalarda yeni kavramlar türeterek nesillerin ufkunu açan, olguyu sosyoloji kürsüsüyle buluşturan mütefekkir Mehmet Ziya Gökalp Bey (1876 – 1924) olmuştur. 25 Ekim’de vefat ettiğinde büyük bir tazimle mezarına gömülen müellifin ardından, millî kültür politikalarına yön veren inkılâpçıların göz ucuyla da olsa eserlerine bakma gereği duyduklarını söylemek güçtür. Onun hiçbir eseri dönem içerisinde Latin harfleriyle basılmamıştır. 1939’da yayınlanan Türkçülüğün Esasları da 1944’te yasaklanmıştır. “Rahmetli üstadım Ziya Gökalp’in Türkçülüğü – tabir mazur görülsün – bir nevi teslisten ibaretti… Kemalizm bidayetten beri tek tanrıya tapmıştır: millicilik.” denmiştir. “Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak” terkibi için, “çürük bir mantık çardağı kuran zavallıların” işidir de denmiştir. Yıllar sonra Gökalp ekseninde bir düşünce geleneğinin yürütücüsü olan Güngör şöyle diyecektir:
“CHP’yi Atatürk’ün kurduğu söylenir ama partinin adı ve okları da dâhil olmak üzere her şeyi Gökalp’in eseridir… Genç yaşında ölmeseydi, CHP’nin kendisinden sonraki yıllarda yaptığı büyük hatalar belki hiç olmaz, onun gösterdiği milliyetçi istikamette parti ile millet arasında kuvvetli bir bütünleşme meydana gelebilirdi…”
Osmanlı ve Selçuklu mirasının silinmesi gereken devirler olarak görüldüğü; Eti, Hitit, Sümerlerin Türklüğün ataları olarak işlendiği; hanedanların devlet olarak takdim edilip zihinlerin karma karışık olduğu bir dönemde Hüseyin Nihal Atsız Bey (1905-1975), Türkçülüğün II.Meşrutiyet’te kıvam bulmuş hallinin sözcüsü olmuştur. Türk Ocaklarının feshinin ardından soluğu kesilen Türk Yurdu’nun yerini Atsız Mecmua almıştır. 15 Mayıs 1931’den 25 Eylül 1932’de kapatılana kadar 17 sayı yayınlamıştır. Gayrı ilmi tarih tezleri açıktan tenkit edilmiş, Reşit Galip gibi politikacılarla polemikler yaşanmıştır. Şu ifadeler, Atsız ne diyordu sorusunun da cevabı gibidir:
“Vahdettin vatanına ihanet etti, Abdülhamit zulüm yaptı, Sultan İbrahim deli idi diye bütün imparatorluk devri büyüklerine ve o devrin tarihine küfretmek çok yanlış bir yoldur. İnkılapçıların arasından birisi millî müdafaa bütçesinden çaldı diye bütün inkılâbı ve inkılâpçıları inkâr etmek nasıl yanlış bir hareketse birkaç kişi için de Kılıç Arslanları, Sultan Mesutları, Osman Gazileri, Orhanları, Muratları, Fatihleri, Yavuzları vesaireyi inkâra kalkışmak da öyle bir hareket olurdu. Halbuki bizim imparatorluk tarihimiz yalnız büyük reis ve kumandanlardan … ibaret değildi. Onun Füzulîleri, Nedimleri, Mimar Sinanları, Kâtip Çelebileri kanunları teşkilatları, birer sanat eseri olan heybetli camileri, birer darülfünun olan medreseleri de vardı. Hem de bu Osmanlı ve Selçuklu devri maziye daha başka ve daha şanlı devirlerle bağlanıyordu.”
Atsız, Türklerin tarihini birbirinden kopan hanedanların devletleri tarzında değil, Osmanlıdan Selçukluya, Göktürklere, Hunlara uzanan, farklı coğrafyaların tek bir devleti şeklinde ele alıyordu. Atsız gençliğe Mete, Kür Şad, Kül Tigin, Tomris’i; Tuğrul Bey, Alp Arslan, Fatih ve Yavuz’la birlikte sunuyordu. 1931’de başlayan asistanlığından itibaren verdiği eserler Türkoloji, Genel Türk Tarihi, Edebiyat sahasında birkaç kişiyi doçentliğe taşıyacak seviyede iken, Reşit Galip’in Milli Eğitim Bakanı olmasıyla beraber, 13 Mart 1933’te Malatya’da bir ortaokula öğretmen olarak atanmış, zamanla buna da müsaade edilmemiş, öğretmen maaşıyla kütüphane memuriyetinden emekli olabilmiştir.
Atsız’ın kimseye hakaret etmeyen, teorik yanları oldukça güçlü politik cevvâliyeti, Türkçü– Turancı meyilleri olan pek çok kimseyi olduğu gibi Türkeş Beğ’i de cezbetmiştir. Askerî Lise yıllarında başlayan yakınlığı zamanla fikri bağları güçlü bir dostluğa dönüşmüştür. Öyle ki 1940 – 1948 aralığında Türkeş Bey’in Muzaffer Hanım’la evliliğinden dört kızı, 1954’te bir oğlu dünyaya geldiğinde hepsinin de isim babası Atsız olacaktır. Türkeş Beğ, Atsız’la 1965’e kadar mektuplaşacak, 1970’e kadar da görüşecektir ve İsmet Paşa’nın ilk kumpasıyla tanışması Atsız’a duyduğu sevgiden olacaktır.
1944 Türkçülük – Turancılık Yargılamaları
Yıl 1943. Olası bir düşman saldırısı karşısında tahkim edilen Trakya birliklerinden birinde, askerlerinin başında bir üsteğmen olarak bulunan Türkeş, nakliye vasıtalarının tamamına yakını manda, katır, develerden ibaret Türk ordusunun haline üzülmektedir. Askerlerinin hiç de az olmayan kısmının ayağında postal yoktur. 20 km’yi böyle yürüyerek geldiklerini görmüştür. Çadırlar, kışa mukavemetini yitirmiştir, üstelik soğu kıracak yakıtta yetersizdir. 1941 kışında, zatürreeden binlerce vatan evladı, sırf bu yüzden şehit olmuştur. Şu ifadeler Türkeş Beğ’e aittir:
“Türk Silahlı Kuvvetlerini ihmal etmiş olan Millî Şef İsmet İnönü, en iptidaî cihazlardan mahrum bırakmış olan Millî Şef İsmet İnönü… on sekiz milyonu geçmeyen insan yığınını besleyemeyen İsmet İnönü sakat idaresini ayakta tutacak bir terör sistemini, sinsi bir titizlikle kurmayı başarabilmişti… Rüşvet, ihtikâr, suiistimal almış yürümüştü… Bu dehşet idaresinin herşeyi tuzbuz eden idaresi kimsede kımıldayacak takat bırakmamıştı… ”
Neyin millî olduğuna şefin karar verdiği bu ülkede son yıllarda tiyatro, basın, kültür, akademi alanında, Rusya’ya şirin gözükmek için olsa gerek, komünist zihniyet, iyiden iyiye görünür olmaya başlamıştı. Hiçbir eseri olmayanlar üniversitede kürsü başkanlıklarına getiriliyordu. Aldığı hapis cezalarından ötürü ilkokul öğretmenliği bile şüpheli olan Sabahattin Ali, akademik bir kariyeri de yokken Ankara Devlet Konservatuarı gibi bir yüksekokula, profesörlük demek olan öğretmenlik makamı ile atanıyordu. Atsız da memleketin perişan halini görüyordu. Çıplak ayaklarıyla yürüyen askerleri o da görmüştü. Düşünce hayatına sızan tehlikeyi ise daha derinden hissediyordu. Atsız ilk mektubu 1 Mart 1944’te Orhun Mecmuasının 15.sayısında, “Türkçüyüz” diyen Başbakan Saraçoğlu’na yazdı. Eminönü Halkevinde sol gruplarca protesto edilen Baltacıoğlu’nun olayı bardağı taşıran damlaydı. Tedbir istedi. Ardından, 16.sayıda, Sabahattin Ali olayına değindi:
“Sayın Başvekil,… Türkiye’de Komünizm yasaktır ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Türk ırkının hususi yapısına, ahlakî ve millî temayüllerine aykırı olan Komünizm’i Türkiye’ye sokmak isteyenler millet bakımından soysuz ve namert oldukları gibi kanun nazarında da haindirler…”
Milliyetçi camiada heyecan uyandıran mektuplar, Maarif Vekili H. Ali Yücel’i endişelendirir. Falih Rıfkı’nın da teşvikiyle Atsız’ı, Sabahattin Ali vasıtasıyla mahkemeye verirler. Savcı Kazım Alöç’ün yılar sonra iddianamesini Falih Rıfkı’nın yazdığını söylediği dâvânın ilk duruşması 26 Nisan 1944’te Ankara’da olur. Salon, Atsız’a desteğe gelen gençlerle dolmuştur. Mahkeme heyeti duruşmaya pencereden girmek zorunda kalır. Millî ruhun ayağa kalkışı Sabahattin Ali’yi de ürkütmüş olacak ki “sapsarı bir benizle birinci kattaki salonun penceresinden atlayarak kaçmış” ve dâvâ 3 Mayıs’a ertelenmiştir. 3 Mayıs’ta da beklenenin aksine gençlik, Atsız etrafında toplanmış, uyuyan devler uyanmış, İsmet Paşa ve çevresi açısından mesele, basit bir hakaret dâvâsının ötesine taşınmıştır. 18 Mayıs’ta Örfi İdare tarafından basın açıklamasında Atsız, Togan, Türkkan, Cansever ve yakınlarının evlerinde yapılan aramalarda pek mühim vesikaların ele geçtiği, rejimi yıkmak için gizli bir örgütlenme içinde bulundukları, hatta şifreli haberleştikleri kamuoyuna duyurulur. Mektupların sonunda, isim zikretmeksizin tüm eşe dosta selam anlamına “protokol caridir” deyimi, işgüzar emniyetçilerce “örgüt” emaresi olarak görülmüştür. İsmet Paşa 19 Mayıs konuşmasında savcılara açıktan talimatını verir. Uzun uzun Türkçülüğün tehlikelerinden bahseder. Teşkilat-ı Esasiye Kanununa aykırı gizli örgütlenmeler tarafından rejimin tehdit altına alındığını anlatır. Irkçılık – Turancılık suçunun işlendiğinin, cezasız kalmayacağının talimatlarını verir. Atsızla mektuplaşan, görüşen Türkçülerin hepsi böylece dosyaya alınır.
1944 Mayıs ayının sonlarında Erdek’te üsteğmen olan Türkeş’in evi askerî yetkiler tarafından aranır. Tutuklanır. İstanbul’a gönderilir. Eldeki tek delil, Atsızla kurduğu dostluktur. Mektuplaşmalarıdır. İlk üç ayı oldukça sıkıntılı geçen, bir yıla yakın tutukluluk yaşar. Yargılama sürecinde Atsız, ikinci seçmenlerin cumhuriyet rejimiyle bağdaşmadığını, milletin vekilini kendisinin seçmesi gerektiğini anlatır. Bir vekili seçsin diye, kırk elli kişiyi seçmenin gerçek cumhuriyet olamayacağını vurgular. Türkeş Türklüğün sosyolojik bağlamda kuşatıcı bir vatandaşlık tanımını verir. Teşkilat-ı Esasiye ile yazıp söylediklerinin ahengini anlatır. Savcı Alöç, “Efendim, biz bunları yüksek mahkemenin huzuruna Cumhurbaşkanı adayları olarak değil, hükümeti devirmeye çalışan caniler, vatan hainleri olarak çıkarmış bulunuyoruz.” demek durumunda kalır. 1944 yargılamaları, Türkçülüğün demokratik müzakere alanında yükselişinin önünü açmış, İsmet Paşa’nın politik liderliğini sarsmıştır.
Türkeş’in 27 Mayıs’ı
1944 yargılamaları Türkeş’in şahsiyetiyle bütünleşmiştir. Adı gibi, soyadı gibi, kan bağı bulunan akrabaları gibi onu var kılan, tanınır kılan kimliğinin mühim bir yanı olmuştur. O, artık kamuoyunun da ismini duyduğu Türkçüdür -Turancıdır, Atsız’ın dâvâ arkadaşıdır. Bu yolda yürüyecektir ama İsmet Paşa noktasında daha temkinli olacaktır. Zira ailesinin yargılamalar sürecinde yaşadığı mağduriyetlere bir daha izin vermemelidir. Çok okuyordu, oldukça hızlı Osmanlıca notlar tutabiliyordu. İngilizcesi mükemmeldi. İki defa ABD’de, bir defa da Almanya’da bulundu, eğitimler aldı, ufkunu genişletti, görgüsünü artırdı. Kurmay albaydı. Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel’in yanındaydı. Gökalp üzerine sohbetleri oluyordu, anlaşıyorlardı. DP, on yıllık iktidarının sonuna doğru tek parti otoriterliğine savrulmuştu. İşler iyi gitmiyordu. 1953’te Türk Milliyetçiler Derneği’nin Bayar faktörüyle de olsa kapatılması gönül kırgınlıkları bırakmıştı ama CHP yanlısı cuntanın başarılı olması Türkeş ve çevresi için beka meselesiydi. Milletin seçmediğine ordunun iktidarı devretmesi, izleri yıllarca silinmeyecek bir meşruiyet krizi demekti. Darbeye yakın günlerde, Türkeş’in uzun yıllar en yakınında olmuş isimlerden Er, şu olayı nakleder:
“İhtilal öncesi bir gün Orhan Erkanlı’yı ziyarete gitmiştim. Kendisi Davutpaşa’da Tank Tabur Komutanı idi… iki siville görüşür haldeydi… o iki sivil şahıs şunları söylediler:
‘Binbaşım, Saraçhane’de iki grubu birbiriyle çatıştırdık, kavga bütün şiddetiyle devam ediyor, başka bir emriniz var mıdır?’
Erkanlı:
‘Teşekkür ederim, devam edin…’
O iki sivil şahıs ayrılıp gittiler. Erkanlı ile yalnız kalmıştık:
‘Binbaşım bu adamlar kimdir?’
Erkanlı cevap verdi:
‘Bunlar Halk Partisi milletvekilleridir.’
‘Memleketin genç evlatlarını birbirine kırdırıyorlar. Bu ne haince bir iştir, dedim.’
Erkanlı cevap verdi:
Olaya öyle bakma, onlar ihtilale zemin hazırlıyorlar.”
Türkçü – Turancı fikirlere sahip bir kurmay albay olarak Türkeş’i 27 Mayıs’a iten temel motivasyon bu olmuştur. Şöyle der:
“Gördüm ki memlekette bir huzursuzluk var. O günkü hükümette duruma hâkim değil. Gençlik nümayişleri oluyor… Tanıdığım güvendiğim arkadaşlarımla da görüştüm, dedik ki, ‘Memleket iyice karışmış. Heyecan son haddini bulmuş, buna yön vermek zarureti var. Yoksa bugünkü zihniyetle yapıldığı takdirde, Demokrat Parti iktidarı yıkılacak ve İsmet Paşa’ya buyurun denilecek. Onun şahsında Cumhuriyet Halk Partisine iktidar teslim edilecek…”
Türkeş ve çevresi millî birlik ve kardeşlik ekseninde DPT, OYAK, Ülkü ve Kültür Birliği gibi önemli adımlar attılar. Menderes’in yargılanmasına, haksız şikâyetlerle DP tabanın mağdur edilmesine karşı çıktılar. Millet, kudretli albayı sevmeye başlamıştı. Yasama faaliyetlerini üzerine alan Milli Birlik Komitesi’nden icranın başında kalmak, bir yıl içerisinde Milli Birlik Partisi olarak dört yıllık bir yönetim için millettin rızasına başvurmak gibi mühim kararlar da alınmıştı. İsmet Paşa, devreye girdi. Komite üyelerinden bir kısmı yemin ettikleri halde, konuşulanları olduğu gibi İsmet Paşa’ya aktarıyordu. Akis, gerçek adının Hüseyin Feyzullah olduğu yalanını attı. Türkçü etiketini almak için “Alparslan Türkeş”, Türkiye’ye geldikten çok sonra olmuştu. Ardından Cumhuriyet gazetesi, roman kıvamında bir röportaj yayınladı. Hayali Hüseyin Feyzullah’ı ete kemiğe büründürür bir tarzda Türkçe ezan, Türkçe Kur’an istediği, her tarafı kaplayan çarşaflılardan rahatsız olduğu uzun uzun anlatılıyordu (17 Temmuz 1960). Cemal Gürsel’e inkılâpçıların basıncıyla gelen benzeri teklifler, Türkeş ve arkadaşlarının direnişiyle reddedilmiştir. 26 Temmuz 1960 tarih, 35 sayılı MBK Tebliği’nde “bazı teşekkül ve şahıslar tarafından yapılan ezan ve Kur’an-ı Kerim’in Türkçe okutulması mecburiyeti gibi vatandaşlarımızın zihinlerinde yanlış kanaatler uyandıracak istidattaki beyan, tefsir ve propagandalar hiçbir suretle MBK’nin fikirlerini ifade edemez.” denilmiştir. Günün koşullarında meselenin tekzibi böyle yapılmıştır. MBK’deki uzantılarının Türkeş’i yıpratma çabalarının tasfiye ile neticelenmesi için kamuoyunun genelinde “Bu kadar da olmaz!” dedirtecek icraatlara ihtiyaç vardı. Gürsel’i ikna etmek başka türlü mümkün görünmüyordu. Ekim’in son haftasında 147’likler olarak bilinen, Başgil’den Tunaya’ya kadar uzanan eser sahibi, saygın akademisyenlerin üniversite ile ilişkisi, onur kırıcı söylentilerle kesildi. Tasfiyelerin yapılış tarzı infial uyandırmayacak gibi değildi ve bu hamle o günlerde Türkeş’in yanında duran İrfan Solmazer’den gelmişti. Gürsel ikna edildi. 13 Kasım, Darbesi Madanoğlu tarafından icra edildi. Aslında hiç de mütecanis olmayan 14’ler elçilik müşaviri sıfatıyla yurt dışına gönderildi. Türkeş, 21 Şubat 1963’e kadar Hindistan Yeni Delhi’de sürgün kaldı.
Devam edecek…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.