Usul usul yürüyordu Gülsüm Hatun. Günlerdir yürüyordu. Yanında üç- beş tanıdık komşu, ağlaya ağlaya mezalimden kaçtıkları köylerine doğru yürüyorlardı. Savaş artık bitmişti, vatan perişan haldeydi. Belki de köy dedikleri yerden artık eser kalmamıştı. Ama şimdi nereye gideceklerdi ki? Başka çareleri yoktu. Gerekirse birbirimize yurt oluruz deyip köylerine geri dönüyorlardı.
Sonunda köye vardıklarında yolda gördüklerinden çok da farkı olmayan bir manzarayla karşı karşıya geldi Gülsüm Hatun. Artık kuruduğunu düşündüğü göz pınarlarından yine yaşlar süzüldü. Evinin olduğu yere geldiğinde kendini tutamadı, yere çöktü ve bir hıçkırık koptu yüreğinden. İki yıl önce bin bir zorlukla, yoklukla, çabayla kurduğu yuvası mahvolmuştu. Anıları bir bir geçti gözlerinden… Çok sevdiği yâriyle bu eve ilk girdiği günü düşündü. Sonra da erini askere uğurladığı o günü düşündü. “Ağlama kurban olduğum, nasipse geri geleceğim. Rabbime emanetsin.” demişti eşi ona.
Gülsüm Hatun; herkes öldü, ben geri geldim diye düşündü. “Elbette Mehmet’im de gelecek, şimdi o hastadır, açtır, yorgundur… Evi hazır etmeliyim.” dedi kendi kendine.
Evi hazır etmek için işe koyuldu. Önce bahçeden başladı.
İlk gün köylülerle beraber etraftaki cesetleri gömdüler. Sonra yerlerdeki molozları topladılar. Hatunlar yerlerden topladıkları çalı çırpı ile süpürge yapıp tozu toprağı biraz olsun temizlediler. Erler de su bulmaya gittiler. Dereler, kanallar ceset ve kan doluydu. Suyu toprakla temizlemeyi denediler ama toprak da kanlıydı. Çaresizce elde kalan bir nebze temiz olan içme suyunu kullandılar. Hatunlar buldukları otları, yaprakları toplayıp kaynattılar. Ahırlarda kalan arpaları ezip un etmeye çalıştılar. Az da olsa aş pişmiş oldu köyde.
Gülsüm Hatun evini süpürdü, temizledi. Sonra komşulardan yardım alarak yıkılmış taş ocağını yeniden yaptı. Bulduğu çuvalları kırılan camlarına çiviyle sabitledi. Ev biraz olsun ısınıyordu artık. Mehmet’im geldiğinde artık üşümeyecek diye düşündü.
Aradan haftalar geçti. Artık civar köylere de insanlar geri dönüyordu. Millet yaralarını sarmaya çalışıyordu. Eksikleri birlikte kapatıyorlardı.
Gülsüm Hatun bir köyden önce birkaç parça kumaş buldu. Sonra bir teyze biraz yün verdi ona. Gülsüm Hatun bunlarla kendine bir örtü dikti. Bir de küçük bir yastık… Güzelce kaldırdı onları bir kenara. Mehmet’im geldiğinde rahat rahat uyur diye düşündü.
Aradan aylar geçti, bahar geldi. Toprak artık temizdi. Çiçekler yetişiyordu. Derenin suyu içiliyordu artık. Türk geri dönerdi de toprak onları selamlamaz mıydı hiç? Türk’ün olduğu yerde elbette çiçekler büyürdü.
Gülsüm Hatun ot toplarken bulduğu çiçekleri toplayıp evin köşelerine koyuyordu. Mehmet’i geldiğinde evi güzel koksun diye düşünüyordu.
Artık askerler de gelip gitmeye başlamıştı. Sağ olanlar, sağlam olanlar geçtikleri köylerde ihtiyaçları gidermeye çalışıyor, öyle gidiyorlardı. Her gelen askere Mehmet‘ini soruyordu Gülsüm Hatun. Cevap hep aynıydı: “Yoldadır, gelir…”
İnanmıştı Gülsüm Hatun. Mehmet’i gelecekti.
Biraz kendinde güç bulunca birkaç hatunla civar köylere gitmeye başladı Gülsüm Hatun. Bazen topladığı otları satıp biraz ekmek alıyordu. Bazen de diktiği örtüleri verip merhemler alıyordu. Mehmet’im yaralıdır, geldiğinde yaralarına sürerim hemen iyileşir diye düşünüyordu.
Köylere gelen bazı askerler, ailelere mektuplar ve tespihler veriyorlardı: “Bunlar oğlunun, bunlar eşinin… Sana ulaştırmamızı istemişti.” diyorlardı.
Bazen komşuları Gülsüm Hatun’a “Boşa bekleme, bak gidenlerin hiçbiri gelmiyor, Mehmet şehittir.” diyordu. Gülsüm Hatun kızarak “hayır” diyor, şehit olsaydı mektubunun ya da tespihinin geleceğini söylüyordu. Bunları söylüyordu söylemesine ama bir yandan da gelen askerleri gördüğünde aklı çıkıyordu. Gelen askerlerin bir gün onun kapısını çalacak olmasından çok korkuyordu.
Köye bir- iki er sağ salim gelmişti. Mehmet için de yoldadır diyordu gelenler. Komşularının sözlerinin aksine gün geçtikçe umudu büyüyordu Gülsüm Hatun’un. Daha çok örtü satıyor, ilaç ve ekmek alıyor, evi hep temiz tutuyordu. Az kaldı, gelecek diye düşünüyordu. Belki yarın belki öbür gün…
Diğer hatunlar kızıyordu Gülsüm Hatun’a. Aldığı ilaçlardan kendinin de içmesini istiyorlardı. Hastasın diyorlardı ama dinlemiyordu ki… “Olmaz, bunlar Mehmet’imin ilaçları. Hem iyiyim ben sapasağlamım. Mehmet’im geldiğinde sağlam görecek beni.” diyordu.
Sonra bir gün, bir asker geldi köye. Etrafına baka baka yürüdü. Asker, yeşil kapılı bir ev arıyordu. Köylüler meraklı gözlerle ona bakıyordu. Kimi gözler “acaba kimin eri bu?” diye bakıyordu, kimi gözler ise “acaba kimin habercisi bu?” diye bakıyordu.
Asker, sonunda evi bulduğunda derin bir nefes aldı. Çok zor bir savaş atlatmıştı ve sanki şimdi son cephedeydi. Bu son görev diye düşündü. Gitti kapıyı çaldı.
-İçeride kimse var mı?
Kapıyı tekrar çaldığında zaten bozuk olan kapı içeriye doğru açılıverdi. Asker biraz düşündü, sonra içeri girdi. Sağda taş ocağın biraz gerisinde minderde yatan bir hatun vardı. Minderin az gerisine oturdu hatuna seslendi.
-Hasta mısın hatun? Sana bir haber getirdim. İşitir misin beni?
Cevap gelmedi. Önce ne yapacağını bilemedi. Sonra cebinden silah arkadaşı Mehmet’in ona emanet ettiği mektubu ve oyalı mendili çıkardı.
Mehmet, bu askere: “Eğer bana şehadet nasip olursa, sana da geri dönmek nasip olursa sol cebimde bir mektup var onu Gülsüm’üme götür, olur mu gardaşım? Senden son ricam budur.“ demişti.
Gözleri yaşlıydı askerin, tekrar seslendi hatuna:
-Hatun, müjdeler olsun erin şehittir, şahittir. Rabbin sevgili kuludur, o artık cennettedir. Seni orada bekler. Bana da emanet bıraktı gitti. Onları getirdim sana.
Yine cevap gelmedi. Asker tekrar tekrar hatun diye seslendi ama cevap hiç gelmedi. Dayanamayıp hatunun yüzünü kendine çevirdiğinde bembeyaz ve ağzı kanlı bir suretle karşılaştı. Gülsüm Hatun bir gün sona ereceği umuduyla hasrete dayanmış, hastalığa dayanamamıştı.
Asker, mektubu ve mendili Gülsüm Hatun’un soğuk ellerine tutuşturdu. “Son görevimi yerine getirdim, sen şahitsin Allah’ım.” dedi ve evden çıktı.
Gülsüm’ün bu hikâyesi, Anadolu’nun hikâyesidir.
İşte böyle yarım kalmış hikâyelerle doludur Anadolu. Yoldadır, gelir denilen fakat hiç gelemeyen erlerin unutulmuş adları yankılanır semada. Bazılarının mektubu bile gelmemiştir. Bazılarının da bir bekleyeni kalmamıştır. Bunca acıya, yokluğa rağmen “ya Allah” deyip yeninden toparlanmış, yeniden yurt tutulmuştur Anadolu. Cephede hep birlikte savaşmış, şehitlerini hep birlikte uğurlamış, yaraları hep birlikte sarmış, ocakları hep birlikte tüttürmüştür. Yeniden vatan olmuştur Anadolu.
Bu acının izleriyse kalmıştır. Dağlarda, taşlarda, toprakta, yüreklerde… Dünkü komşunun bugün düşman oluşunu hiçbir zaman unutamayacaktır. Beşikteki bebeklerinin akan kanını unutamayacaktır anneler. Askere gidip de bir daha dönemeyen erlerini unutamayacaktır. Nasıl unutsun? Canından can gitmiş Türk’ün, ekmeğine kan düşmüş…
Düşman hâlâ doymamıştır. Akıttığı kan yetmemiştir ona. Tekrar hazırlanmakta ve bu yurdu yine darmadağın etmek için yola çıkmaktadır. Belki savaş bu sefer topla, tüfekle olmayacaktır. Ama birliğimizi bozmak ve bizi yıkmak için yine elinden geleni yapacaktır.
Hiç bekleyenine ulaşamayan mektupları bilmek, izlerden, yaralardan, öğütlerden ders çıkarmak ve daha çok çalışmak farzdır bizlere. Daha fazla ev yıkılmasın, ocak sönmesin, analar ağlamasın, çocuklar ölmesin, daha fazla hikâye yarım kalmasın diye…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.