“Ağam niçin melûl oldun?

Aşk bahrinde gemin vardır.”

Rivayet odur ki Tanrı, yarattığı ruhlara Kâl-u Belâ’da tek bir soru sormuş: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Bazı ruhlar bu soruya “beli” cevabını vermiş.

Beli, evet ya da hayır gibi zıddı olan bir ifade değildir. Zıddı olmayan, başka türlüsünün mümkün olamayacağını zımnen kabûl eden bir tasdik ifadesidir. Başka bir deyişle, zıddı olmayan evettir de diyebiliriz. Beli, Kâl-u Belâ’daki beladan gelir. Can ocağında pişmeyen ruhlar belayı bir mûsibet, felâket olarak nitelendirirken Kâl-u Belâ’da Tanrı’nın varlığına şahitlik eden ruhlar, her belaya beli diyerek göğüs germişlerdir. Bela, Tanrı’nın varlığının delilidir. İnsanın yaratılış gâyesinin temelidir. Dünya hayatı da beli sözünü ispatlamak için yaratılmıştır. Cevir de buradaki bela ile eş anlamlıdır. “Beli” diyen, cevir çekmeye niyet etmiştir.

Rivayetin devamına göre “beli” diyen ruh, dünya hayatına indiğinde verdiği sözü unutmuş, nefsinin emrine girmiş ve unutuluş anlamına gelen “nisyan” sözcüğünden mülhem insan var olmuş. “İnsan, nisyanla malûldur” sözü de bu rivayetten doğmuş. Cevrimizi çeken güzel âşıklar ise Kâl-u Belâ’da verdiği sözü hiç unutmamış… Unutmadığı için cevir çekebilmiş.

Âşığam ben sana ruz-i ezelden / Sen benim canımsan / İster kulun öldür, ister çırağ et / Râzıyam her ne ki senden / Canan, hay canan, hay can gelirse senden diyen âşık, “beli”nin ne olduğunu haykırmış ve verdiği sözün cevrini nasıl çekeceğinin sırrını vermiştir: Ondan gelen her şeye râzı olarak… Hoştur bana senden gelen / Ya hilât yahut kefen / Ya taze gül yahut diken / Kahrın da hoş, lütfun da hoş… Gerek ağlat, gerek güldür / Gerek yaşat, gerek öldür / Âşık Yunus sana kuldur / Kahrın da hoş, lütfun da hoş demiş; “beli” diyerek ettiği kavli, dünyalık ve ahiretlik hiçbir menfaat karşılığında bozmamıştır. Öyle ki ondan gelen cehennem ateşi de olsa büyük bir gurur ve mahcubiyetle göğüs gerecektir. Çünkü ondan gelmiştir.

Gel yâr, seninle bir kavledelim diyen âşık, bu kavli Kâl-u Belâ’da etmiştir esasında. Bezm-i elest[1], bu kavilden ibarettir. Ondan gayrısını görmeyeceğine yemin etmiştir. Onunla ve onun için var olduğu, ondan münezzeh hiçbir varlığın anlamlı olmayacağı yüküyle can bulmuştur. Bedenle can arasındaki insana can veren, kavlidir. Bu gerçeği idrâk ettiğinden beri de “can” lafzına ayrı bir anlam yüklemiştir. Kırklar Meydanı’na vardım / Gel berû hey can dediler / İzzet ile selâm verdim / Gel işte meydan dediler diyen Şah, Kırklar Meydanı olarak nitelendirdiği yeryüzüne can olmaya gelmiştir. Onu; uzun ve meşakkatli, cevir dolu bir yol beklemektedir. İşte Dündar Taşer’in mücadelesi ve kırk yedi yıllık ömrüne sığdırdığı kırk yedi bin yıllık çilesi; Kırklar Meydanı’na girerek bulduğu canını, Kırklara karışarak vermesinin hikâyesidir. Kimi kırk yıl bir kazanda kaynar, çiğ kalır; kimi de kırk yedi yıllık ömrünü can ocağında kazanlar kurarak geçirir.

Onun ab-ı zemzem şerbetine batırdığı parmağı, Milliyetçi Türkiye’nin şerefli üç hilâlli sancağını çekeceğimiz gönderi göstermiştir. Bugün o gönder; ahdine vefâlı, sözüne sâdık nigâhbanlarını beklemektedir.

Âşık, Kâl-u Belâ’da verdiği sözü unutmayandır. Nisyana isyan eden kimsedir. Mâşuğunu, mâşuğu yolunda çekeceği cevri henüz arz yaratılmamışken kabûl etmiştir. Bu kabûl üzre yaratılmıştır. Dünya hayatı onun için iddiasını ispat etmenin bir aracıdır. Dünya; âşık, âşıklığını ispat edebilsin diye vardır. Cevir üzerine kuruludur. Dünya üzerinde yaşamış pek az kimse, âşıklığını ispat edebilme tâlihine sahip olmuştur. Dündar Taşer bu talihlilerden biridir. Herhalde Dündar Taşer’i tanımlayacak tek cümle de budur: Dündar Taşer; âşıklığını ispat edebilmiş, Kâl-u Belâ’da verdiği sözü tutabilmiştir. Türklükten, Türk’ten gelen her çileyi, cefâyı büyük bir hoşnutlukla çekmiştir. Türk’ten gayrı herhangi bir şeyle meşgûl olmamış, ondan gayrısını düşünmeyi dâhi küfür saymıştır. Türk gibi sevdâlanmış, Türk gibi imân etmiş hülâsa Türk gibi yaşamıştır.  Türk’le öylesine bütünleşmiştir ki Türk onsuz, o Türk’süz yapamaz olmuştur. Onda; Türk’ün ruhu, gönlü, zarifliği vardır, gerektiğinde de Türk’ün hiddeti, öfkesi vardır. Hayatının her safhasında “kadife eldiven içindeki çelik yumruk” olabilmiştir. Türk’e fayda verene kadife; Türk’e zarar verene çelik olmak sırrını taşımıştır. “Serttir ama odun gibi değil elmas gibi, pırıl pırıl.”

Gündüz hayâlimde, gece düşümde diyen âşık gibi her lahzasını, uğruna mücadele ettiği ve mürüvvetini görmek için çabaladığı mefkûresiyle geçirmiştir. Oysa mefkûresine hiç kavuşamayacağını Kâl-u Belâ’dan beri bilmektedir. Çünkü o; Kızılelma’sını daima başka bir yere taşıyan, ideal insan olmaklığı da bir Kızılelma gibi gören, içinde vuslat olmayan hasret yüklü türkülerini gönül yangınından mülhem “yakarak” söyleyen bir medeniyetin çocuğu olma bahtına sahiptir.

Türk’ün; nesillerden nesillere aktarılan öğütlerinde, hikâyelerinde “ayağın taşa takılsa dön içine bak” olarak ele aldığı şuuru, “Durum muhasebesine hasımdan başlanmaz” sözleriyle ihdas etmiştir. Karşılaştığı her problemde evvela kendi vaziyetinin ve vazifesinin durumunu değerlendirmek büyük bir fazilettir çünkü insanoğlu, başkalarını suçlamaya müsaittir. Oysa suçlamak, insanın yapabileceklerini sınırlar, çözüm üretebileceği problemlerin içinde dahi çaresizce çırpınmasına sebep olur. Yanlış yaptığını düşündüğü insanı, doğrunun sathına çıkartma imkânına yüz çevirir. Karşılaştığımız problemleri çektiğimiz cevrin bir parçası olarak değerlendirmek ise hem başkalarıyla kurduğumuz bağı daha sıhhatli bir noktaya getirir, onların da potansiyelini görmemize yarar hem de idrakimizin her melekesini, özeleştiri yapmak için kullanmamıza vesile olur. Bu özeleştiri pek çok zamanda bizi cellatların kucağından alır. Özeleştiri, insanın temel ihtiyacıdır.

Milletlerin mukadderatını tâyin eden hamleler; önce bir şahsiyetin aklî ve hissî meziyetlerinde terennüm eder daha sonra bu terennüm belli bir satha yayılarak millîleşir. Şahsiyetin aklî ve hissî meziyetlerinde milletin rolü paha biçilemez olduğu için bu hamleler şahsî değil millî bir inikas uyandırır. Dündar Taşer, Türk’ün ebedî terennümünün ahenkli bir notasıdır.

Onun muhayyilesinde; mazlumlar, olgun şiirlerin dallarını yere eğdiği ağaçların gölgesinde dinlenir. Yârinin kirpik uçlarıyla gönüllerine resim çizen âşıklar ta ezelde, çöllerin olmadığı zamanda, çöllere düşer. O, her lahza; çöllere gizlenen bu vahayı ortaya çıkartır, ıssız gezegenlere eliyle dokuz şavklı yıldız yerleştirir, kuzulu ceylanı yâd avcıdan koruyan, ceylanın gözüne konan mor sineği dert edinen yiğitler yetiştirir. Türkiye’nin gözüne konan mor sineklerden kurtulmayı “mesele” edinir.

Henüz denizler yoktu, ben seni severken diyen şâir gibi; Türklüğe duyduğu sevdânın çetelesini tutan takvimlere meydan okumuştur. O Türk’e sevdâlandığında,  Türk de ona sevdâlandığında henüz denizler yaratılmamıştır… Arz, o Türk’ü sevsin diye yaratılmıştır sanki. Kâl-u Belâ’da “beli” dediğini unutmayan bu güzel âşığın çektiği bu cevir, henüz bahirler[2] yokken aşk bahrini mumdan gemilerle geçme cehdidir. Aşk bahrinde gemisi olan, cevir çekmenin ehlidir. Cevri nasıl çekeceğini bilir. Bir türküde de geçtiği gibi, aşk bahrinde gemisi olanın melûllenmeye hakkı yoktur.

Cevir çeken âşığın, mâşuğuyla geçirdiği vakte “meşk” denir. Dündar Taşer; aldığı her nefesi meşk ederek almış, bu meşkine de bütün kâinatı şahit etmiştir. Öyle ki onu gören kavaklar dokuz şavklı bir yıldıza doğru salınmış, turnalar Şâh-ı Merdân’ın avazını dile getirerek uçmuş, bülbüller ötüşmüş, güller dikenlerini sakınmıştır.

Dündar Taşer’in Marmara Kıraathanesi’nde, Küllük’te bir vecd hâlinde ettiği sohbetler, Nevzat Hoca’nın tabiriyle adeta bir “iman enjeksiyonu” olan tavırları onun âşık olduğu milletiyle nasıl bütünleştiğinin bir ispatıdır. Sinirlendiğinde göğe, sevindiğinde yere baktıran yüksek tevazusu, Türk milletinin tevazusudur. Türk tarihinin en derin ve karmaşık meseleleriyle ilgili meşk ederken dinleyicileri etkileyen o meşhur gururu, dik duruşu; İskender Hoca’nın ifadesiyle Fransuva’ya oğulluğum diye hitap eden Kanuni’nin yani Türk’ün gururudur. Bu gurur, başkalarını çirkin gören değil kendini güzel gören Türklüğün gururudur. Türk’ten münezzeh bir hâli yoktur çünkü Türk’e sevdâlıdır. Sevdâlının, sevdâsından gayrı hâli olur mu hiç?

Ömrü boyunca kavline sâdık kalacak olmanın bahtiyarlığından kaynaklanan daimî mütebessim hâli, onun ilk bakışta en dikkat çeken özelliklerinden biridir. Halk için, halka doğru, halkla birlikte şiarının vücut bulmuş hâlidir. Öyle ki bazen Nevzat Hoca’ya sitem yolu takılmak için “Biz nelerle uğraşıyoruz, Nevzat nelerle uğraşıyor? Orada oturup mollalık yapmakla vatan kurtarılmaz” dediği bilinir. Halka inmenin, halkla buluşmanın, Büyük Türkiye’yi kuracak fikirleri halka götürmenin dâvâsını güder. Esasen milliyetçi hareketi müesseseleştirmesinin altında da bu fikir yatar. Milliyetçilik siyasette temsil edilmeli, milliyetçi hareket siyasallaşmalıdır çünkü siyaset halka ulaşmayı kolaylaştırır. Halk, milletin belli bir zaman dilimindeki –şimdideki- boyutu olduğu için kendisinden çıkan millî görüşü bilmeli bu doğrultuda hür ve müreffeh büyük Türkiye’nin inşasında çalışmalıdır. Halkın desteklemediği hiçbir hareket, millîlik vasfını koruyamaz.

Milliyetçi hareketin içinden yetişmiş, Dündar Taşer’le yaşıt yahut nispeten ondan küçük olan âbide şahsiyetler, hayatlarının muhakkak ki bir noktasını Dündar Taşer sayesinde dönüm noktası ilan etmiştir. İddia ettikleri, üzerine mefhumlar inşa ettikleri zihniyetleri Dündar Taşer’le beslenmiştir. Mesela Nevzat Hoca denilince akla gelen ilk kelime “iman”dır. Nevzat Hoca’nın bütün müktesebatını iman üzerine inşâ etmesinde Dündar Taşer’in rolü büyüktür. Dündar Taşer’in her sohbetinin eninde sonunda bağlandığı Türk’ün millî ölçüleri yani Türk’ün câri zihniyeti, Nevzat Hoca’nın “millî iman”ıdır. Ölçüyü, imân belirler. Nevzat Hoca’yı ve neslini Türk’ün millî ölçüsüyle tanıştıran kişi Dündar Taşer’dir.

Türk’ün millî ölçüsü, cihângirâne bir ölçüdür, Türk millî ölçüsüyle cihana nizâm verdiğinde bu millî ölçünün içinde her millet kendi ölçüsünü bulabilir. Bu sebepten Türklüğün mukadderatını tâyin etme potansiyelini atalarının haşmetinden alan ve torunlarının azameti hâline getiren Dündar Taşer’in mevcudiyeti sadece Türklüğü değil cihânın da muvazenesini mesele edinmiştir. İbrahim Metin’in Dündar Taşer’in kaybını insanlık âleminin -1997’den önce- en büyük kaybı olarak nitelendirmesinin temeli budur.

Bir neslin büyük fedaîsi Zaptiye Ahmet, “meselemiz var” diye bağırma kuvvetini Dündar Taşer’den almıştır. Sadi Somuncuoğlu, bu bahsin açıldığı her sohbetinde Dündar Taşer’i “bizim nesil ona Dündar abi derdi” diye başlayarak anlatır. Dündar Taşer öyle büyük bir adamdır ki ağabeylik ettiği nesilden Sadi Somuncuoğlu yetişmiştir. Emine Işınsu ondan aldığı feyz ve ilham ile Ak Topraklar’ın Ak Hoca’sını yazabilmiştir. Ak Topraklar’daki Ak Hoca, Dündar Taşer’dir. Fazilet ile meziyeti, cesâret ile ferâseti, vefakârlık ile fedakârlığı aynı anda, aynı canda bulundurabilen nadir kimselerden olmuştur. Hayatı boyunca taşıdığı en büyük nişânı, ülkücülüğüdür.

Nevzat Hoca’nın “Dündar ağabey, bulunduğu her yerde bir cazibe merkeziydi.” ifadesi, tabii yoldan gelişen bu ağabeylik vasfını sarih bir biçimde ortaya koyar. Bulunduğu her yerde cazibe merkezi olması, kendisinden yaşça küçük olanların gözünde ister istemez onu rol model yapmıştır. Onun ağabeyliği de ağalığı da bir diktatörlüğün, dalkavukluğun değil sevginin ve vecdin eseridir.

Dündar Taşer’in Türk tarihiyle yoğurduğu ve Türk milletiyle bütünleştirdiği şahsiyeti, yazdığı yazılar ve yaptığı sohbetlerle nesilleşmiştir. Bu nesillerin sahip olduğu şuur; sun’i bir inşanın mahsulü değildir, Türk tarihinin tespitinden doğan ateşin saçılmasıyla doğal yoldan meydana gelmiştir. Çünkü kendi cümleleriyle “Millî görüş ancak tespit edilebilir, sonradan oluşturulamaz.”  Dündar Taşer, Türk’ün görüşünü tespit etmiş, bu tespiti mesele edinmiş ve mesele edecek gençleri KÜBİTEM’de, Ocaklarda, yayınevlerinde yetiştirmiştir. KÜBİTEM’in cevir çeken güzel âşıkları, Töre’de ve Devlet’te töreli ve devletli günlerin hayâli kuran “beli” demiş erenleri, Dündar Taşer’in mukaddimesini yazdığı ülkücü müesseselerin varlık manifestosudur.

KÜBİTEM, Töre, Devlet, Komando Kampları ve Dündar Taşer’in öncülük ettiği nice müessese, muhtevası ve teşkilatlanması itibariyle Hoca Ahmet Yesevi’nin dergâhını andırır. Bir elinde tahta kılıç bir elinde demir kılıç olan alperenler âdeta yüzyıllar sonra sûret değiştirmiş, KÜBİTEM’in kültür, bilim ve tekniğinden tahta kılıcını, Komando Kampları’ndan keskin, bileyli demir kılıcını almıştır. Töre ve Devlet’te sabahlayan gençler, her günün sonunda taşlarını döşediği yolun bitimini göremeyen yol dervişlerini selâmlamıştır.

Dündar Taşer, “Türk fetihlerini ekonomik izaha çalışanlar, Türk olmayanlar ve Türk’ü bilmeyenlerdir” sözleriyle, Türk fetih felsefesinin ekonomik saiklerle izah edilemeyeceğini, ardında çok daha derin bir şuuru barındırdığını ifade etmiştir. Bu derin şuur, Devlet gazetesinde “Mesele” başlığında yazdığı her yazıda açık, vazıh bir biçimde görünmektedir. Dündar Taşer’in devlet şuuru, eşkıyaya dâhi adil olma himmetini veren Osmanlı devlet şuurudur.

Dostlarının anlattığına göre Dündar Taşer’in en önemli vasıflarından başka bir tanesi, karşısındaki insana ne kadar büyük işler başarabileceğini aşılamasıdır. Zaten Nevzat Hoca’nın “iman enjeksiyonu” ifadesi de buradan gelir. O, adeta özgüven âbidesidir. Hem özgüvenlidir hem özgüven verendir. Çünkü onun milleti, cihangirlik iddiasını her milletin kendi potansiyelince büyük işler başarması üzerine inşa etmiştir. Türk milletinin meselesi, mesele vermektir. Meselesi olan insanlar yetiştirmektir. Türkler tarih boyunca Afrika’daki bir çocuğun da meselesi olsun diye mücadele etmiştir.

Kültürün de bir özgüven meselesi olduğu düşünülürse özgüvenli insanların, Türk kültürünü daha sağlıklı bir biçimde muhafaza ve tekâmül ettirebileceği anlaşılır. Kültürü var eden, geliştiren ve medeniyeti inşa eden yaratıcı azınlık grup ancak özgüvenli kimselerden teşekkül edebilir. Kendi potansiyelini, yapabileceği işi bilmeyen, yapabileceği işin en iyisi olmayan, kendini keşfetmemiş bir kimse Türk kültürünün yaratıcı azınlık grubundan olmak bir yana dursun, Türk olamaz. Bu noktada şüphesiz Dündar Taşer’in bize bıraktığı en büyük miras, özgüvenli olmanın gerekliliğidir. Büyük işler yapabileceğimize inanmak, inandırmaktır. Bu, Türk’ün asırlar boyunca yaşattığı en büyük vasıflarından bir tanesidir. Öyle ki: Uyur idik uyardılar / Diriye saydılar bizi / Koyun olduk, ses anladık / Sürüye saydılar bizi / Hakkın yoluna dizildik / Dost defterine yazıldık / Bal olduk, şerbet ezildik / Doluya saydılar bizi / Hâlimizi hâl eyledik / Yolumuzu yol eyledik / Her çiçekten bal eyledik / Arıya saydılar bizi diyen Pîr Sultan Abdal da aynı meselenin kavgasını vermekte değil midir? Mürîdinin, büyük işler yapabileceğine inanmıştır. Her mısraın ardından söylenen “eyvallah hu” da büyük işler başarma inancını mürşidinden alan müridin şükrüdür. Estağfurullah değil eyvallahtır çünkü kişi kendisinde olana eyvallah, olmayana estağfurullah der. Kendisinde olan bir potansiyelin olmadığını iddia etmek, tevazu değil hamlıktır. Dündar Taşer’in gururu ile tevazusu arasındaki ince çizgi, Pir Sultan Abdal’ın, Kul Himmet’in şahsiyetinin çerçevesini çizen çizgidir.

Aynı şuur, nice âşığın sözlerinde vardır. Sevenlere gönül verdim / Yola çevirdiler beni / Damla bile değildim / Göle çevirdiler beni / Tohumu döl eylediler / Dikeni gül eylediler / Yâri bülbül eylediler / Güle çevirdiler beni / Serimi sevdâya saldım / Gâh boşandım gâh doldum / Muhabbet arısı oldum / Bala çevirdiler beni / Miskinî’yi eğittiler / Dane dane öğüttüler / Dil bilmezdim, öğrettiler / Dile çevirdiler beni diyen âşık, onu uyur iken uyarıp “diri” sayanlar sayesinde yol olabilmiştir.

Bütün bunların yanı sıra mürşîdin müride aşıladığı büyüklük ve inanç; ulaşmakla bitip tükenen, ulaşılabilecek bir gâye belirleyen mahiyette değildir. Çünkü âşık, ulaşılması mümkün olan şeylerle herhangi bir bağ kurmaya müsait bir yapıda değildir. Bununla birlikte az önce de değindiğimiz gibi Kızılelma aslında insanın içindedir ve imkânsızı müjdelemektedir. Cevir, imkânsızlığın olduğu yerde çekilir. Cevrin sonunda herhangi bir vaat olursa cevir çekmek değil menfaat beklemek söz konusu olur. İnsan büyük işler yapacağına inanmak mecburiyetinde olsa da bu büyüklüğün kıstası değişkenlik gösterir. Şah Hatayî bu cevrin bitmek bilmez hâlini Arısın çiçek derersin / Yarın senden gül isterler diyerek ihdas etmiştir. Her müşkülü hâl eyleyen âşık, meydana “serseri” girip girmediğinden ancak musalla taşına yattığında emin olacaktır.

Dündar Taşer’in meziyeti midir, Dündar Taşer’den sonra gelenlerin acizliği midir bilinmez, Türk tarihinin ana hatlarına Dündar Taşer kadar hâkim olan –kuru bir kaygıyla değil, Türk milliyetçiliğinin getirdiği çileye “beli” diyen, milletinin sorunlarına çözüm üreten bir tavırla hâkim olan – kimse yoktur.

Esasen bir kimseyi tanımanın ve çektiği cevri sezmenin en kısa yolu en sevdiği türküyü bilmekten geçer. Burada okuyucu cahilliğimizi bağışlasın, Dündar Taşer’in en sevdiği türküden değil Türk mûsikisine ve şiirine hâkimiyetinden bahis açacağız. Çünkü onda vücût bulan Türk’ün zarifliği, naifliği ancak mûsikî ve şiirin ebedî ahenginden beslenebilir.

Dostlarının anlattığına göre Dündar Taşer, Arif Nihat’ın rubailerinin büyük kısmını ezbere bilir. Bir rubaiyi okurken, hatırladığı başkaca rubaileri de peşi sıra dizer, bunların mânâlarını anlatmaya başlar. Itrî’nin Nevâ-Kâr’ını dinlerken kârı, kâr-ı kâdimi, kâr-ı nâtıkı, neva-kârı tek tek izah eder.

Nitekim Erol Güngör, hem meselesini büyük bir vecdle yaşadığı hem de Türk mûsikisine, Türk şiirine hâkim olduğu için Dündar Taşer’i en çok Yahya Kemâl’le bağdaştırır. Yahya Kemâl’in de Itrî’ye olan hassasiyeti düşünülürse –Itrî’yi ve eserlerini anlattığı şiirleri vardır- bu benzerlik daha çok anlam kazanacaktır. Bunun yanı sıra Yahya Kemâl, Türk medeniyetini yaşatma kavgasını veren şâirane yönü dışında siyasetle de alakâdar olmuştur. Dündar Taşer de Yahya Kemâl de Türk milletinin yetiştirdiği iki büyük âşıktır. İkisinin meselesi de aynıdır.

Âşık, meselesi olandır. Âşığın meselesi de cevri de âşığa bu cevri çektiren de mâşuğudur. Mâşuğu mevzubahis olduğunda her türlü işkenceye, cefaya, belaya “beli” der. Şüphesiz bu zıddı olmayan kabulleniş, aynı zamanda bir idrâk ve idrâkin aştığı noktalarda sezgi meselesidir. İnsanın bu denli yüksek hislerinin muhatabının ancak kendi türü olabileceği varsayımıyla; şahsiyetleşmiş fertlerinin nesilleşmesiyle oluşan millet, akıl – gönül birlikteliğini kavramış ve eğitilmiş hislerin asıl muhatabıdır.

Hakikî aşk, mükemmelleştirmez güzelleştirir. Muhatabının yanlışını görür, yanlışında kerâmet aramaz, bu yanlışı doğruya çevirmenin meselesini güder. Onunla var olur, hep onu düşünür. Bu mecburiyet, girizgâhta da belirttiğimiz gibi Kâl-u Belâ’da omuzlarına yüklenmiştir. Bu bir talihtir. Bu talih başlangıçta insanın tercihlerine yansır ancak belli bir süre sonra tercih değil, mecburiyet hâlini alır. Türk milliyetçiliği bir tercih meselesi ise ülkücülük bir mecburiyet meselesidir. Bu mecburiyeti yalnızca meziyetli gönüller, cevir çekmeye namzet âşıklar Kâl-u Belâ’da üstlenebilmiştir. Dündar Taşer, “beli” diyen ruhların -dünya hayatına doğan ve bu hayatı tamamlayıp gidenler bakımından – son örneklerinden biridir.

Dündar Taşer; güzeli güzelleştirmiş, güzelle güzelleşmiştir. Aynı, güzeli bularak Mürşîd olan yolbaşçısı Gökalp gibi… Gökalp’ın müridi olmak yani Gökalp’ın sistemleştirdiği felsefeyi idâme ettirmek, Gökalp’ın ve ondan öncekilerin çektiği cevri çekmekten geçer. Cevrin mahiyeti değişebilir, görünüş biçimi değişebilir ancak cevri çekecek ruhun Kâl-u Belâ’da verdiği söz bâkidir. Şüphe yok ki Dündar Taşer de bu ruhların en ulularındandır.

Dündar Taşer’i yakinen tanıyan, onunla teşvik-i mesai yapma talihine sahip olan hiç kimse yoktur ki Kuru gülden koku olmaz / Gonca gülü bulduk bugün mısralarında haklılık payı bulmasın.

Dündar Taşer, cevrimizi çeken güzel âşıklarla birlikte bayrağı göndere çekecektir. “Yarasız yiğit olmaz” diyen yaralı yiğitlerin yaralarını iyileştirecek, yaranın da yârin de Türklük ve Türk olduğunu Milliyetçi Türkiye’nin üveyik gözlü âşıklarına hatırlatacaktır.

Aradığı dermanı derdinde bulanlardan, güzel âşığın cevrini bir nefesçik söyleyebilenlerden, “beli” sözünü unutmayanlardan olabilmek temennisiyle…

 

[1] Allah’ın yaratılışları esnasında insanla yaptığı sözleşme için kullanılan tabir.

[2] Denizler

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.