Mehmet Öğretmen gözünü açmıştı ama canı yataktan kalmak istemiyordu, üzerinde anlam veremediği bir sıkkınlık vardı. Alarmı çalmaya başladı, alarmını kapattı. Buğulu gözlerle tavandaki ışığı seyretmeye koyuldu. Gözünü kamaştıran ışık sanki yüreğini ferahlatmaya çalışıyordu. Ne var ki bu ışık yüreğindeki karartılara yetmiyordu. Hayatın anlamı neydi? Neden var olmuştu? Hatta tüm bu soruların da ötesinde, kimdi? Her gün bir mıh gibi zihnine çakılan bu sorularla boğuşuyordu.
Tüm bu sorularla cebelleşirken – ki aslında cebelleşmiyor, âdeta ordusuz kalmış bir gazi edasıyla meydan savaşı veriyordu – günün planını anlatmaya başlayan yapay zekânın sesi duyuldu. Hissizleşmeyi mârifet sayan, gün geçtikçe insanı bunalımlara gark eden bu yapay sesi dinleyecek takâti yoktu. Bu yapaylık insanların içindeki duyguları, fikirleri hatta tüm güzellikleri yapmacıklaştırmıştı. Hani medeniyet ilerledikçe, teknolojik icatlar arttıkça insan daha rahat bir yaşam sürecekti? Bedenin rahat etmesi ruhu kendi bedeninden uzaklaştırıyordu, gün geçtikçe insanın refah seviyesi yükselmiyor bilakis insan ıstıraplar içinde inliyordu.
Dedesinden aldığı bir nasihat vardı, o nasihat aynı şimdiki gibi buhran krizlerinde ona bir ışık tâyin ederdi, bir nebze de olsa umut aşılar, günlük işlerini yapma mecâli verirdi. Bu nasihatler sayesinde ruhu bedeninden kopmazdı. Dedesi derdi ki: “Sen bir Türk bayrağısın evlat. Yeryüzündeki tüm burçlar – surlar yıkılsa, direk olmaya namzet hiçbir demir bulunmasa, yeryüzünde tek bir kumaş parçası kalmasa; gece hilâl ile yıldızı gökten indirecek, şeref nişânı olarak göğsünün orta yerine takacak ve lekelenmeden, kirlenmeden, yere düşmeden kendini dalgalandıracağın bir yer bulacaksın.”
Kulaklarında yankılanan bu nasihatle yerinden doğruldu, yavaşça hazırlanmaya koyuldu. Tam bu sırada aklında bir şimşek çaktı: Bugün 23 Nisan’dı.
Bugün 23 Nisan’dı ama içinde hiçbir heyecan yoktu. Çocukken 23 Nisan günlerinde öğretmenlerinin hazırlıklarına aylar önceden başladığı programlarda salsa, tango yaparlar; ailelerinin evde estirdikleri hava ile bir bayramdan çok tatil anlayışıyla günü geçirirlerdi. Oysa dedesi millî bayramlarda çocuklara Avrupaî danslar yaptırılmasından hiç hazzetmez; her gösteriye kasketini takar, Yörük – Türkmen yağlığını boynuna bağlar, körüklü çizmesini giyer, köstekli saatini o meşhur işlemeli yeleğinden sallar öyle giderdi. Sadece bayramlarda değil, düğünlerde de öyle giyinirdi. Çocukluk yıllarına dair hatırladığı en net görüntü, dedesinin bir düğünde o heybetli vücuduyla Kostak Ali zeybeği icrâ ettiği anlara aitti.
Hayatı boyunca tesiri altında kaldığı, her zor anında yanında olan, ruhu sıkılınca aklına nasihatlerini getirdiği dedesi de bir öğretmendi, aynı babası gibi… Birbirlerinin öğrencisi ve öğretmeni olan üç kuşaktı onlar… Belki de üç yüz otuz üç kuşak…
Anılarından sıyrıldı, hazırlıklarına hız verdi. Artık okula gitmeliydi, 23 Nisan programı başlayacaktı. Zaten evde de pek durmak istemiyordu. Nihayetinde okula vardı. Okulda yalnızca Müdür Bey vardı, henüz kimse gelmemişti. Teknolojinin yarattığı bir diğer ıstırap da buydu herhalde: insan tüm telaşını, duygularını, heyecanını kaybetmiş, aynı bir makine gibi dakik çalışmaya başlamıştı. Vaktinden önce herhangi bir işini halletmiyor, vaktinden sonra herhangi bir meşguliyetini devam ettirmiyordu.
Müdür Bey, onu görür görmez yalnızca canavarlara haiz bir öfkeyle yanına geldi. Bir hışımla kolundan tutup odasına sürükledi. Odaya girer girmez bir kıyametin ortasında kalmış; hayvanı, malı, parası yağmalanmış bedeviler gibi bağırıp çağırmaya başladı: ‘’Mehmet Bey sizin sınıfınızdaki öğrencilerin İngilizce seviyelerinde düşüş gözlemliyoruz, biliyorsunuz eyaletimizde İngilizce başarısı çok önemli.’’
Eyalet… Bu kelimeyi her duyduğunda dedesinin şehit düşmüş arkadaşları hatırına geliyordu. Bundan 45 yıl evvel eyalet sistemine geçmek için; dedesinin de yer aldığı ve adına “mektep” dedikleri can ocağında yetişmiş, gençliğini ve orta yaşını burada geçirmiş bir grup Türk milliyetçisini şehit etmişlerdi. Dedesinin dağları inleten bir iç çekişle söylediği cümleler hâlâ hatırındaydı: “Aynı bardaktan su içtiğim, aynı ekmeği bölüştüğüm arkadaşlarımın tabutları, dünyadan daha ağırdı.”
Asırlardan beri Türk milliyetçilerini şehit eden zihniyet, bugün bir müdürün suretinde onun karşısında duruyor ve çocuklara İngilizce öğretmediği için onu suçluyordu. Eğitim sisteminin ahvali düşünülürse bir öğretmenin niteliğini sınıfındaki çocukların İngilizce seviyesinin belirlemesine şaşmamalıydı.
Yalnızca Türk’e has bir vakarla sakinleşti: ‘’Müdür Bey, çocuklar henüz 1. sınıf’’ dedi. Daha cümlesi bitmeden kaşlarını çatan, sinirini belli etmek isteyen müdür elini masaya vurarak ‘’Önceliğimiz İngilizce, bütün müfredat İngilizce’’ diye bağırdı.
Sakinliğini bozmadan alay eder gibi başını sallayarak imalı bir şekilde ‘’okey’’ demişti. İkisi de bu okeyin tamam anlamına gelmediğini biliyordu.
O günün şartlarında Mehmet, eğitim sisteminin istemediği bir öğretmendi. Eğitim sisteminin tüm garabetine rağmen öğretmenlik, Mehmet için kutsal bir meslekti. Öğretmenlik; gelecek nesillere okuma yazmayı, dilini, tarihini, dinini, kültürünü hülasa kimliğini aktarmaktı. Türkçeyi önemsemeyen bu eğitim sisteminin gelecek nesillere kimlik aktarma niyetinin olmadığı belliydi ama Mehmet öğretmenin vardı. Onun bir derdi vardı… Bir an bile durmadan Türk kimliğini gelecek nesillere aktaracak kararan yüreklere ışık olacaktı…
Müdürün odasından çıktığında bilincini kaybetmiş gibiydi, Türkçesiz kalmış bir dünyada Sûr’un üflenmesine gerek var mıydı? Sonra etrafın yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başladığını fark etti. Kendisini biraz olsun toparladıktan sonra etrafına bakında, gördüğü ilk kişi Suriyeli öğretmen oldu. Tabî kökeni Suriyeliydi, aslında Türkiye’de doğmuştu. Kendisini Türkiyeli Arap olarak tanımlardı. Bugünkü 23 Nisan programının düzenlenmesinden o sorumluydu: Türk düşmanı olmakla iftihar edinen bir öğretmenin düzenlediği, dilini kaybetmiş ve eyaletlere ayrılmış bir ülkede kutlanan “ulusal egemenlik” bayramı… Ne ulus kalmıştı ortada ne egemenlik… Zamanın büyük galibiyetinin bir mağlubiyet sessizliğine döndüğü, içimizdeki düşmanların, katillerin dalga geçmek için bize bıraktıkları bir gün: 23 Nisan…
Türk’ün neden bu kadar düşmanı vardı ki? Sabah hissettiği sıkkınlığı yanında getirmişti. Düşündükçe canı sıkılıyordu, canı sıkıldıkça devam ediyordu. Bu ruhî keşmekeşlik devam ederken onu gülümseten bir anısı aklına geldi. Çocukken dedesine bir soru sormuştu. “Dede neden Türk olmak zor?” demişti. Dedesi ciddi bir şekilde, koca bir adama cevap verir gibi onu karşısına almış ve “Türk’ün düşmanı çok da ondan” cevabını vermişti.
Dedesi büyütmüştü Mehmet’i. Babası şehit edildikten sonra adeta babası olmuştu. Çok şey borçluydu dedesine. Bu düşüncelerin içine dalmışken aklına geldi, bugün dedesinin doğum günüydü. Dedesi doğalı 80 yıl olmuştu. Ömrü milleti için mücadeleyle geçen bu çınara ne hediye almalıydı? Esasında dedesi doğum günlerini kutlamıyordu, kültürde yeri olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyordu. Oysa vatan gitmişti elden, dil gitmişti… Bunlara rağmen dedesi hep diyordu ki: “Vatansız kalabiliriz, dilsiz, bayraksız kalabiliriz ama kültürsüz kalamayız. Şehit ülküdaşlarımın bıraktığı miras bu ülkeyi yeniden kurmaya yetecek. Bacası tüten tek bir ev kalsa dâhi, o evde yaşanan Türk kültürü ile müreffeh bir ülke inşa etmeyi başaracağız.” Mehmet de dedesi de doğum günü edasıyla değil de Türk’ün doğum umuduyla kutluyordu her 23 Nisan’ı.
Bu düşüncelerini bir ses böldü. Program başlamıştı, İngilizce Romeo ve Julıet oynanmaya başladı. Herhalde düşündükleri onu dalgınlığa itmişti ki ne zaman sonra fark edebildi artık İstiklâl Marşı da okunmuyordu… Romeo ve Julıet oyunundan sonra Fransızca şiir okundu. Ardından Arapça şiir okundu. Program katlanılamaz olmuştu. “Vay be! Ulusal egemenlik!” demişti içinden. Çocuklar programın sonuna doğru Batılı tarzdaki müzikler ile dans etmeye de başlamıştı.
Mehmet Öğretmen, Türk çocuklarının, millî bayramlarında zeybek oynadığı günleri hayâl etti. Kendisi zeybek oynamayı milletine koca bir kavağın gölgesi gibi kucak açan dedesinden öğrenmişti.
Zaman geçmek bilmiyordu, saatine baktı. Yapay zekâ dedesinin doğum gününü hatırlatıyor ve hediye olarak kitap tavsiye ediyordu. Yapay zekânın tavsiye ettiği kitabı birkaç saat içinde gelmek üzere sipariş etti.
Istıraplı düşünceleri dedesi ile olan anılarını yâd etmeye dönüşünce geçmeyen vakit artık geçmeye başlamıştı. Vakit geçiyordu geçmesine ama güzel anılar içindeki sıkkınlığı gideremiyordu.
Nihayetinde program bitti, tüm öğretmenler bahçenin bir kenarında toplanmaya başladılar. İçlerinden bir tanesi ona seslendi: “Mehmet Bey, siz de gelin, bir şeyler içmeye gidiyoruz.” Hem iç sıkıntısında kurtulmak, biraz olsun kafa dağıtmak hem de akşamı çabuk etmek için bu teklifi kabul etti. O çevrede pek bilinen, meşhur bir mekâna gittiler. Oysa burada kafa dağıtması ne mümkün… An geçtikçe sinir katsayısı artmaya başlamıştı. Dedesinden aldığı öğütle zihnine, nesilleri kuran öğretmenler diye çaktığı bu öğretmenler, memleketin ahval ve şeraitinden bihaber bir vaziyette hangi müteşebbisin daha fazla zenginleşeceğinin hesabını yapıyorlardı.
Bunlar nasıl öğretmen oldu diye sorduğu şuursuz bir kalabalık vardı karşısında. Acıdığı bir kalabalık… Kültür meselelerini bir türlü açamadığı, açsa da anlatamadığı, ışık tutamadığı, ışık alamadığı bir güruh… Kendisine çağ dışı, gerici diyenlerin kahkaha attıkları bir kalabalık…
Tatilde nereye gideceğini açıklıyordu herkes. 23 Nisan’ın, hükûmetin her yıl özerk bölgelere verdiği tatil ile birleşmesi, görülmek istenen ülkelere gitmek için kaçınılmaz bir fırsattı. Ah bir de o ülkelerde yaşamak vardı…
Oysa eskiden ne güzel bayramlar geçirirdi dedesiyle. Dinî bayramlar, millî bayramlar… Elini öptükten sonra dedesinin ‘’Bayramımız bayram ola’’ demesi hâlâ hatırındaydı. “Bu da senin güzel evladım” diyerek verdiği harçlığın hissettirdikleri, bayramlarda ailesiyle gittiği piknikte yakılan mangalın kokusu…
Küçüklükten beri düşünürdü, hayatın anlamı neydi? Neden var olmuştu? Hatta tüm bu soruların da ötesinde, kimdi? Dedesiyle birlikte bu sorulara cevap ararken kendisine “ben herkes gibi değilim; hep en doğruyu, en iyiyi, en güzeli yapmalıyım, ideal insan olarak yaşamaya çalışmalıyım, örnek olmalıyım” diyordu. Oysa şimdiki hâli… Buhrandan kafasını kaldıramayan hâli… Kendi sorumluluklarını yerine getirmeyen ideal insan olabilir miydi? Sorumluluğunu yerine getirmemenin düşüncesi artık boğulmaya başladığını hissettiriyordu. Bu sorgulamaların burada cevabı yoktu, saatin kaç olduğuna bakmadan soluğu dedesinin yanında aldı.
Koşar adımlarla dedesinin yanına vardığında hediye olarak sipariş ettiği kitabı gördü. Dedesi mütebessim bir ifadeyle: “Sen gelmeden hediyen geldi, iyi düşünmüşsün. Teşekkür ederim” dedi.
Duraksadı. Ben düşünmedim, bu kitabı yapay zekâ tavsiye etti diyemedi.
Dedesinin kendisi üzerinde ne kadar emeği vardı. Türk kimliğini en güzel şekilde aktararak onu var etmişti. Oysa Mehmet ona alacağı hediyeyi bile düşünememişti. Gözünü açtığından beri onu takip eden sıkkınlık, sorumsuzluk, gün içinde yaşadığı sıkıntılara birleşti. Suçluluk hissi de ekleniverdi tüm bu duygulara.
Bu duyguların getirisiyle nispeten sitemkâr bir biçimde: “Dede hâlâ matbu olarak okumana çok şaşırıyorum. Saatimdeki dijital kütüphanede bile senin kütüphanenden daha fazla kitap var. Hem artık kitaplara gerek de yok, öğrenmek istediğimiz her şeyi bir tıkla soruyoruz zaten.” dedi. Dedesi bunun üzerine, “Peki sen bu dijital kütüphanenden kaç kitap okudun? Bu yapay zekâdan hayatına tatbik edebileceğin, seni iyi bir insan yapacak kaç şey öğrendin?” dedi. Kısa süreli duraksadıktan sonra dedesi: Adaşım olmak, meslektaşım olmak kolaydı Mehmet ama derttaşım olmak, ülküdaşım olmak zordur, bu yol uzun ve çetindir. Artık vakti geldi. Bu bayrak yeni bir rüzgâr bekliyor. Çoban ateşini yeniden yakacağız. Sana önemli bir vazife vereceğim” dedi. O, meraklı gözlerle dedesine baktı, vazifesinin ne olduğunu sordu.
Dedesi, kütüphanesinden defalarca okunduğu belli olan kitabı alarak yanına gelmişti. “Al bu kitabı, altını çizerek, benim de yanına aldığım notlara dikkat ederek oku. Vazifen, yapacağımız işler orada yazıyor.” dedi. Dedesinin verdiği kitabın henüz kapağına bile bakamadan kendisini ne kadar büyük işler beklediğini anlamıştı. Yüreğinde hissetmişti kitabın ağırlığını. Kitabı önce elinde evirip çevirmeye başladı, kırmızı kaplı bir cildi vardı, muhtemelen dedesi ayrıca zedelenmemesi için kırmızı bir cilt geçirmişti. Kitabın kapağını bulmak, cildi çıkarmak için hamle yaptığı sırada yapay zekâ günün gelişmelerini anlatmaya başladı.
Yapay zekânın okuduğu haberler daha çok yurt sathındaki törenlerle ilgiliydi, hoş törenden ziyade muhtevası boşalmış, gururu, haysiyeti yok eden bir çığırtkanlıktı bu. Dedesine gönlünü açtı: “Bugün fark ettim ki biz egemenliğin ne olduğunu unutmuşuz. Törende tek bir Türk çocuğuna bile görev verilmedi. Hatta tek bir Türkçe kelime dâhi duymadım. İşin acı tarafı, kimsenin umurunda değil bu durum dede. Herkes kendi istikbâlinin derdinde. Galiba bu buhranlı günlerden kurtulmak için yapılması gereken ilk iş ulusa, ulusal egemenliği hatırlatmak.”
Dedesi: “Millete, millî hâkimiyeti hatırlatmak…” diye düzeltti. Bu sözün ardından içindeki tüm sıkkınlık yok olmuştu sanki. Günlerdir herhangi bir şeye bu kadar heyecanlandığını hatırlamıyordu. Ulus ve egemenliğin içinin ne kadar boşaltıldığını, millet ve hâkimiyet kavramlarını duyunca anlamıştı. Bu şevkle gözleri büyüdü, dedesine hayranlıkla bakmaya koyuldu.
Ne zaman sonra yapay zekânın sesini tekrar duydu. Yapay zekâ “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının müjdeli haberi” dedikten sonra birkaç eyalet ismi saydı ve bu eyaletlerde de bağımsızlığının ilan edildiğini söyledi. Artık bu eyaletler de bağımsızdı… Duymasıyla irkilmesi bir oldu: Dedesi, Mehmet’in anlam veremediği bir hızda bastonunu yere vurmuştu, ‘’Hem de Millî Hâkimiyet Günü’nde!’’ diye bağırmaya başlamıştı. Dedesinin gözleri kan çanağına dönmüştü. Öfke, nefret, başarısızlık, umutsuzluk sanki tüm kötü duygular birleşmiş, dedesinin gözlerini kan çanağına çevirmişti. Dedesi elleri göğsünde düğmelerini açmaya, bir yandan da oturmaya çalışıyordu. Mehmet çoktan dedesinin koluna girmiş, bütün teknoloji de bu an için var olmuş gibi acil durum çağrısı yapmıştı.
Mehmet’in dedesi onu oturtmak için tutan kolu bırakmamış, son bir kuvvetle torununa bakarak: ‘’Dokuz ışık milli hâkimiyet için yolunu aydınlatsın’’ demişti.
Dedesinin son cümlesi bu olmuştu. Dedesinin, aldığı haberle, tüm kötü duyguları birleştiren kan çanağı gözleri açık kalmıştı.
Bu sözlerden sonra Mehmet, gözlerinden süzülen yaş ile dedesinin verdiği kırmızı ciltli kitabın kapağını araladı, Dokuz Işık yazısını gördü. Dedesi son vazifesini yapmış, Mehmet’e çoban ateşini yakacak motivasyonu vermişti.
Mehmet, 9 Işık’tan kafasını kaldırdığında dışarıda kar yağmaya başlamıştı. Öyle ya 80 yıllık koca çınar toprağa düşerse nisan da olsa kar yağardı…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.