Üretim faaliyetleri, insanın tabiatı işleyip değiştirmesi suretiyle kendi hizmetine alması gayretlerini ifade eder. İnsan, tabiatın bir parçası olmakla beraber, kendini onun üstünde hisseder. Bu duygu içinde, bir taraftan tabiatı istismar ederken bir taraftan da ona “sahip olmak” ister. Böylece yeryüzüne dağılan milletler, irili ufaklı insan grupları ve fertler, tabiatı “parsellemiş” bulunmaktadırlar. Tabiat, üretimin vazgeçilmez temel unsurlarından biri olduğu için yaşamak isteyen her fert ve grup, ister istemez ona sahip olmak, onu “mülk edinmek” zorundadır.

Üretim zarureti, insanı ister istemez tabiata sahip çıkmaya, yani mülk edinmeye zorlar. Bu ihtiyacı hem cemiyetler hem de fertler birlikte duyarlar. Yeryüzü coğrafyasına şöyle bir göz atınız: Her devlet, bir tabiat parçası üzerine oturmuş, “vatan” adını vererek mukaddesleştirdiği coğrafya parçalarına sahip çıkmış bulunmaktadır. Burası milletin ve devletin “mülküdür” ve sınırları kim bilir hangi ızdıraplara mâl olarak çizilmiştir?

Mülk, insanların tabiatı paylaşma ve ona sahip olma ihtiyacından doğmuştur. Böylece devletlerin, cemiyetlerin, ailelerin ve fertlerin “mülkleri” meydana gelmiştir. “Bu dağılım âdil midir? Bu dağılım nasıl olmalıydı?” tarzında ortaya konacak sorulara çeşitli açılardan cevap bulmak mümkündür. İtiraf edelim ki insanların, devletlerin, milletlerin, ailelerin ve sosyal dilimlerin tabiatı paylaşmalarında ve mülk edinmelerinde “kuvvet”, bütün tarih boyunca önemli rol oynamış bulunmaktadır. Zengin coğrafyalara, geniş topraklara ve tükenmez maden rezervlerine sahip milletlerin ve devletlerin yanında, fakir ve verimsiz topraklarda yaşayan milletler ve devletler vardır. Bu durum, bütün insan grupları için söz konusudur. Maalesef, mülkü tayin eden en önemli faktör tarih boyunca çok defa “kuvvet” olmuştur lâkin hakkın, emeğin ve çalışmanın rolü de tamamen inkâr edilemez.

Günümüz insanının “mülk” konusunda bugün esaslı tartışmaları vardır. “Mülk kimindir?” sorusu karşısında insanlar, farklı doktrinler geliştirmiş bulunuyorlar. Liberalistlere ve kapitalistlere göre, mülk, elde edebilen herkesindir. Bu konuda sınır ve müdahale gereksizdir. Ekonomi, kendi kanunlarına tâbi olarak işler. Bu işleyişi “teşrîî kanunlarla” bozmaya kimsenin hakkı yoktur. Çeşitli biçimlerine rağmen sosyalistler, mülkiyetin sınırlandırılmasından yanadırlar; tabiata ve üretim araçlarına devletin müsaade ettiği ölçüde sahip olunabilir, diye düşünürler. Komünistlere göre mülkiyet hırsızlıktır. Mülk, işçi sınıfının diktatörlüğünde bulunan cemiyetin ortak malıdır. Özel mülk yasaktır. Faşizme göre mülk devletindir, fert ve cemiyet çatışmasına konu olmaktan çıkmıştır. Devletin müdahalesi sınırsız, özel mülk ise sınırlıdır.

İslâmiyet’in bu konudaki tavrı ve tutuşu, bütün doktrinlerden farklı ve kesindir. İslâm’a göre “mülk Allah’ındır” mülkün mutlak sahibi Allah’tır. Devletlerin ve özel şahısların ise “itibarî” bir sahiplikleri ve tasarruf hakları vardır. Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O’nun.” (el-Bakara Sûresi, âyet 255). Yine: “O, sizin Rabbinizdir, mülk O’nundur.” (el-Fâtır Sûresi, âyet 13). Allah, âlemlerin gerçek ve tek sahibidir, herkes O’na muhtaçtır. “Ey insanlar, siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise, O, her şeyden müstağnidir ve hamde lâyıktır.” (el-Fâtır Sûresi, âyet 15). İslâm’a göre, ilâhî bir emanet olarak, devletler de cemiyetler de fertler de zulüm ve haksızlığa başvurmadan “mülk sahibi” olabilirler.

KAYNAKÇA

S, Ahmet, Arvasi. Türk İslam Ülküsü 2. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları. 2015. s. 85-86-s.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.