Rumeli, asırlık Türk yurdu… Türk’ün Avrupa’daki memleketi, dili, dini, kültürü, vatanı.

Vatan, sınırları çizilmiş bir toprak parçasından ibaret değildir. Vatan bazen sevinç, bazen gözyaşıdır. Türküdür, şiirdir, oyundur. Gurbetteyken özlediğinizdir, bayramı beklediğinizdir. Kimi zaman kalabalık aile sofraları kurduğunuz yerdir, kimi zaman ailenizden birinin cenaze namazını kıldığınız yerdir. Vatan; dedenizin, nenenizin kabrini ziyaret etmek ve yakınındaki camide namaz kılmaktır. Vatana öyle bir anlam atfedilmiş ki siz sevdikçe imanınızın güçleneceğine inanırsınız. Çünkü “vatan sevgisi imandandır.” Vatan ile aranızda koparamayacağınız bir bağ vardır. Bu bağ bazen hatıralar olabilir, bir kişi olabilir, bazen de bir mezar taşı olabilir. Siz nereye giderseniz gidin, köklerinizi öylece koparamazsınız ve gönlünüzde olanı oraya götürmek zorunda kalırsınız. Vatan, gönlün mekânıdır.

Vatandan ayrı kalmaya gurbet denirken vatanından ayrı kalana garip denir. Türk milleti, vatanlarından koparılmış milyonlarca garibin hikayesiyle doludur. İşte bu hikâyelere şahit olan yerlerden bir tanesi Rumeli dediğimiz, Türk’ün Avrupa’daki vatanıdır.

Balkanların Türkleşmesi

12-13. yüzyılda Balkanlar zor durumda kalmış, yoklukla sınanan topraklardı. Feodallerin ve kilisenin baskısından bıkan Balkanlar harap düşmüştü. Derebeyleri, topraklarını genişletmek adına halka zulmediyor, kilise ise din adına bu zulmü meşrulaştırıyordu. Toplum sınıflara ayrılmıştı, rahipler ve derebeyleri dışında hiç kimse insan sayılmıyordu. Zulüm, kan ve gözyaşı vardı. Balkan coğrafyasındaki insanlar bir umut, gelecek güzel günleri bekliyorlardı. Ve Tanrı nihayet, bu zulmü bastırmak için adalet timsali Türkleri görevlendirmişti…

Sarı Saltuk’un Yesevi dergâhından çıkıp Balkanlara ayağını basmasıyla bu toprakların ‘’Rumeli’’ olmasındaki ilk adım atılmıştır. Sarı Saltuk, Dobruca’ya yerleşmesinden vefatına kadar Balkanların Türkleşmesi ve Müslümanlaşması için faaliyetlerde bulunmuştur. Onunla beraber göç eden Türkmen aşiretlerini bölgeye yerleştirmiştir. O adaletin ve hoşgörünün timsalidir, aynı zamanda büyük bir teşkilatçıdır. Bu sebepledir ki sadece Müslümanlar değil Hristiyanlar da çok sevmiştir. Bir rivayete göre Sarı Saltuk’a ‘’baba’’ diyecek kadar…  Nitekim Sarı Saltuk, bir Türk dervişi olarak sızdığı Balkanlarda başpiskoposluğa kadar yükselmiştir ve vefatından sonra 7 ayrı yere türbesi yapılmıştır. Mostar’da inşa ettiği Alperenler – Blagay Tekkesi; büyük dervişler yetiştirmiş, 20. Yüzyılda Sırp – Bosna savaşında bile Boşnakların sığınağı olmuştur. Muazzam ve dağların arasında kalan yapısı sayesinde havadan ve karadan teslim alınamamıştır. Bugün hâlâ Balkanlarda Müslüman demek Türk demekse ve Boşnaklar Türk olarak biliniyorsa bunda Sarı Saltuk’un payı çok büyüktür.

  1. İzzettin Keykavus’un Rüknettin Kılıçarslan’a mağlup olup Bizans’a sığınması da Rumeli’nin Türkleşmesinde etkilidir. Bizans’a sığınan İzzettin Keykavus beraberindeki Türkmenlerle Dobruca’ya yerleşmiştir. Hem Sarı Saltuk’un faaliyetleri hem de İzzettin Keykavus’un göçü Balkanlardaki Türk nüfusunu arttırmıştır. Böylece doğrudan Türk hakimiyetine girmese de Balkanlarda Türk varlığı görülmeye başlanmıştır.

Balkanların kesin olarak Türk hakimiyetine girmesi ise Osmanlı zamanında gerçekleşmiştir. Rumeli Fatihi Süleyman Paşa’nın fetihleri, cihada bizzat katılan gazilerin çabaları, uç beylerinin Balkanlarda keşif seferleri düzenlemesi gibi meseleler Balkanların Türk yurdu olmasını kolaylaştırmıştır. Fethedilen bölgelere Anadolu’dan Türkmenler yerleştirilmiş, iskân politikası uygulanmış, Türk kültürünün yayılması için Ahiler işe koyulmuştur.  Balkanlar böyle böyle yurt edinmiş, adına da Rumeli denilmiştir.

Felakete Adım Adım

Asırlar sonra Rumeli’de meydana gelecek felaket, sancılı bir süreç içerisinde yurt edindiğimiz Rumeli’de Türk hakimiyetine ve varlığına darbe olacak; sızısı dinmeyecek, kanaması durmayacak bir yara açacaktır. O felakette kanı akıtılanlar biz Türkler, Türkleşenler; kanı akıtanlar ise bizim Rumeli’de sahip çıktığımız, feodallerin elinden kurtardığımız, çocuklarını okutup devlet kademelerinde yer verdiğimiz, komşuluk ettiğimiz milletler, İskender Bey’in torunları ve onları kandıran efendileri olacaktı.

Osmanlı zayıflıyordu. 19. yüzyılda artan etnik bölücülük hareketleri, büyük devletlerin kışkırtmaları ile Rumeli’deki Türk düşmanları isyan etmeye başladı. Yavaş yavaş bağımsızlık ve özerklik de kazanan bu milletler; daha dün hakimiyetleri altında oldukları, sayesinde refah içinde yaşadıkları devletin karşısına çıkmış, onun zayıf durumundan faydalanmış ve topraklarına göz dikmişlerdi. Kendi ırklarının o büyük(!) ideallerini gerçekleştirme istekleri gözlerini kör etmiş, bu yolda ‘’her türlü yol mübahtır’’ diyerek uygulamaya koyulmuşlardı. Bağımsız olmalarının ardından Türklerin uğradığı katliamlar, çetelerin Türk köylerini yağmalaması ileride yaşanacak büyük felaketlerin habercisiydi.

Aslında çıkarları çatışan bu devletler, söz konusu Türkleri Rumeli’den atmak olunca anlaşmaya vardılar. Her şeyleri planlıydı. Sadece askerî birlikler değil, halktan çeteler de savaş için hazırlardı. Osmanlı’da ise durum tam tersiydi, ordu içindeki siyasî çekişmelerin yanı sıra eğitimli asker açığı vardı. Savaştan önce 75 bin askerin terhis edilmesi ise yapılan en büyük hatalardan biriydi. Osmanlı savaşa hazır değildi, bazı paşalar durumun farkında olsa da önlerinde pek bir seçenek yoktu.

Osmanlı 93 Harbi’nin yıkıcı etkilerini henüz atlatamamışken Rumeli’de tekrar savaş çanları çalmaya başladı. Tarihler 8 Ekim 1912’yi gösterdiğinde Karadağ’ın savaş ilan etmesiyle Balkan Harbi resmi olarak başladı. Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan da 17 Ekim 1912’de savaş ilan etti.

Felaket Günleri

Savaş çok çetin mücadelelere şahit oluyordu. Kumanova’da Osmanlı ordusundaki Arnavutlar Sırpların oyunlarına gelerek ‘’köyleri yakıldığı’’ gerekçesiyle orduyu bırakıp kaçmışlardı. Sırp ordusu yetmezmiş gibi Sırp çeteleri de Müslüman köylerde katliamlara girişiyordu. Bozgun sonucunda Osmanlı ordusu birçok cephaneliğini bırakarak geri çekilmişti, bu saatten sonra Sırpların Üsküp’e girmelerinde hiçbir engel yoktu. Nitekim Üsküp, 500 yıllık Türk şehri, direniş gösterilmeden teslim edildi. Yıldırım Bayezid Han diyarında artık Sırp sancakları dalgalanacaktı. Üsküplü şairimiz Yahya Kemal memleketini şiirlerinde yaşatmış: ‘’Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene / Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene’’ dizeleriyle Üsküp’ün Türk milletinin aklından ve kalbinden çıkmayacağını dile getirmişti.

Sırplar Murat Hüdavendigar’ın yadigarı Kosova’ya da girmiş, I. Murat’ın türbesi Sırpların eline geçmişti. Bu elim hadise üzerine Mehmet Akif’in kaleminden şu dizeler dökülmüştü:

Murâd-ı Evvel’i koynunda saklayan toprak,

Kimin ayakları altında inliyor, hele bak!

Kimin elinde bıraktık… Kimin emânetini!

O Pâdişâh-ı Şehîd’in huzûr-i heybetini

Orduda panik hâkimdi, Manastır’da mevziler terk edilmişti. 18 Kasım’da Sırplar Manastır’a da girdi, dahası Sırp Veliahtı’nın girişi ile şehirde “Yaşasın Sırp Ordusu! Yaşasın Hürriyet!” naraları atılmıştı.

Sırplar, işgal ettikleri yerlerde taş üstünde taş bırakmıyor; Türkler Sırp hakimiyetine girmemek için göç etmek zorunda kalıyordu. Sırp çeteler ise göç yolundaki Türklere saldırıyor, çocukları boğazlayıp kadınları kaçırıyordu. Mezalim, anlatılamayacak boyutlardaydı. Sırplar camilerimizi dinamitlerle patlatmış, köy ahalisini cami içine toplayıp katliama girişmişlerdi.

Güneyde ise Yunan orduları Alasonya’ya giriyordu. Rum sakinlerinin uygulamaları Sırplardan farklı değildi. Halihazırda Yunan ordusu Selanik’e oldukça yaklaşmıştı. Selanik’teki Osmanlı ordularının başında olan Hasan Tahsin Paşa, durumun farkında olduğu halde faaliyete geçmemişti. Bu sorumsuzluğunun bedeli, Osmanlı’nın göz bebeği Selanik’in tek bir kurşun atılmadan teslim edilmesi oldu. Ata yurdu Selanik’in gönderlerinde artık Türk bayrağı dalgalanmayacaktı. 9 Kasım’da şehre giren Yunanlılar şehirdeki camilerin minarelerini yıkmışken sadece Hortacı Cami’nin minaresine dokunmamışlardı. Bu onlar için bize karşı kazandıkları zaferin sembolüydü.

Rumeli, bu kadar bozgunun arasında kahramanlık hikayelerine de şahit oldu. Yanya bu şehirlerden bir tanesiydi. Osmanlı ordusu şanlı bir direniş gösteriyordu. Yunan Veliahtı’nın teslim çağrısına ise ordunun başındaki Esat Paşa şöyle cevap veriyordu: “Yurdumun ve milletimin şerefi, son nefesime kadar dövüşmemi emrediyor. Dolayısıyla teklifinizi reddediyorum.” Halbuki ordunun yeterli erzakı ve mühimmatı yoktu, bin bir imkânsızlık içinde şehri savunmaya çalışıyorlardı. Rumeli’deki birçok yerin daha bir ay dolmadan düşmesine veya teslim edilmesine rağmen Yanya 138 gün boyunca direnmişti. Neticede zaten kapsamlı bir hazırlığı olmayan ordu yorgun düşmüştü, şanlı bir direnişle tarihe isimlerini yazdırsalar da teslim olmaktan başka seçenekleri yoktu. 6 Mart 1913’te Esat Paşa ve Yanya ordusu teslim olmak zorunda kaldı. Yanya direnişinden geriye ‘’Vatanımın kollarıma ve bacaklarıma ihtiyacı vardı, ben de verdim.’’ diyen fedakâr Türk askerlerinin mücadelesi kaldı.

Batı Rumeli’de direniş gösteren yerlerden bir diğeri ise İşkodra’ydı. Hasan Rıza Paşa gibi bir kahramanın komutasında olan ordular İşkodra’da tam 6 ay 14 gün boyunca direniş gösterdi. Hasan Rıza Paşa; birlikleriyle bizzat ilgilenir, talimlerini takip ederdi. Askerlerinin başarılarını gördükçe de Türk yaratıldığı için gururlanırdı. 30 Ocak gecesi hain bir suikasta uğradı. Yaralanan Hasan Rıza Paşa, yatağına yatırıldı. Yanındakilerin bu olayı kimin yaptığının tartışması üzerine “Herkesin görevi ordusunun ve kalenin şerefini ve namusunu düşünmektir. Benim şahsım konuşulamaz, ben ölürsem Allah’ıma kavuşacağım, kalırsam âlem arasında alnım açık başım dik gezeceğim.”  diyecek kadar görevine önem veren bir komutandı. Suikasttan 7 saat sonra, Yasin-i şerif okunurken şehit düştü. Onun ardından komutayı eline alan Esat (Toptani) Paşa’nın uygulamaları ise Hasan Rıza Paşa ile hiç uyuşmuyordu. Karadağ Dışişleri Bakanı ile gizlice görüşen Esat Paşa, 23 Nisan 1913’te İşkodra’yı Karadağlılara teslim etti. Bu teslim ile Batı Rumeli’nin son kalesinden de Türk bayrakları indirildi.

Doğu Rumeli’de ise Bulgarlarla soluksuz bir mücadele vardı. Doğu ordularının kumandanı Abdullah Paşa ordunun yetersiz olduğunu ve Bulgarlarla savaşacak güçleri olmadığını biliyordu. Nitekim haklıydı da. 24 Ekim’de Bulgarlar Kırklareli’ne girdi. Şehirde Bulgar zulmü hâkimdi, bölgedeki Türk ahaliyi aşağılamak onlar için büyük bir zevkti. Öyle ki Müslümanlar, Bulgarları sırtlarına alıp Kırklareli sokaklarında gezdirmeye mecbur edilmişti. Lüleburgaz bozgunun da ardından Bulgarlar 8 Kasım’da Çatalca’ya kadar geldiler. Doğu Rumeli’de direnen ve hâlâ Türk bayrağının dalgalandığı tek bir şehir kalmıştı: Edirne.

İşkodra’da Hasan Rıza Paşa, Yanya’da Esat Paşa varsa Edirne’de de Şükrü Paşa gibi bir kahraman vardı. Edirne’yi savunması için kendisine 50 gün verilse de Şükrü Paşa, askerleri ve Edirne halkı tam 160 gün boyunca şehri savundular. Türk askerleri ağaç kavuklarını yiyecek kadar zor durumdaydı ve Bulgarlar şehri top mermisine tutuyordu. Halk açlıktan ayağa kalkamayacak haldeydi. İstanbul’dan gelmesi gereken takviyeler ise hiçbir zaman şehre ulaşamadı.

Ne ordunun ne de halkın artık mecali kalmıştı. Tarihler 26 Mart 1913’ü gösterdiğinde Şükrü Paşa Edirne’yi teslim etmek zorunda kaldı. Düşman eline geçmesin diye sancakları yaktırıp tüm askerî malzemeleri tahrip ettirdi. Taarruz boyunca acı çeken Edirne teslim edildikten sonra nefes alamaz hale geldi. ‘’Türk’ün Trakya’daki tapusunda’’ Bulgar bayrakları asılmıştı. Bulgar Orgeneral Sarafov her şeyiyle Türk ve Müslüman olan Edirne’deki halkın Hristiyanlaştırılması ve Bulgarlaştırılması emrini vermişti. Köylere giderek vaftiz merasimleri düzenlemiş, Hristiyanlığı kabul etmeyenlerin ise kimisinin tırnaklarını söküp, kimisinin ağız ve burunlarını kesmişlerdi. Mimar Sinan’ın ustalık eseri Selimiye’de ise Bulgar papazlar ve askerler dolaşıyordu. Katlettikleri Türkleri nehirlere ve kuyulara atmaları yetmediği gibi başlarında durup fotoğraf bile çekilmişlerdi. Eski başkent Darü’l Karar, Bulgar çizmesi altında ızdırap çekiyordu. Mehmet Akif, bu ızdırabı şöyle dile getirdi:

Edirne! İşte o şarkın demir kilidi,

Sefil ayakları altında Bulgar’ın şimdi,

Muzaffer ordusu hakkıyla(!) intikam alıyor.

Kadın, çoluk, çocuk, erkek, ne bulsa parçalıyor.

Rumeli’de Türk bayrağı dalgalanan tek bir yer bile kalmamıştı. Yollar göç kafileleriyle Rumeli’den Anadolu’ya gelmeye çalışan Türklerle doluydu. Yalın ayak, aç, susuzlardı ve çevrelerinde onlara yardım edebilecek hiçbir unsur yoktu. Vatanlarından edilmiş bu garipler, başlarını sokabilecekleri bir çatı arıyorlardı.  Tüm o çetin yolları aşıp Anadolu’ya gelebilenler ise sokaklarda ve cami köşelerinde kalmaya mahkûmdu.

İşte biz, emeğimizle, hoşgörümüzle, tasavvurumuzla, adaletimizle Türkleştirdiğimiz Balkanları böyle kaybetmiştik…

Asıl Felaket: Unutmak

Balkan Harbi Türk milletinin bağrına öyle bir yara açtı ki asırlar geçse kabuk bağlamayacak, kanaması dinmeyecektir. Üzerinden daha bir asır geçmiş bu elim olayları unutmayıp diri tutmak ise biz Türk milletinin üzerine vazife olmuştur.

Bugün turistik gezi amacıyla gittiğimiz şehirler bizim kanlarımızın akıtıldığı, ızdırap çektiğimiz, can verdiğimiz yurtlardır. Şu an başka milletlerin bayrağı altında bulunan bir zamanların değerli Türk şehirleri, tarih derslerinde 2-3 dakika anlatılıp geçildiği gibi dümdüz toprak değil, vatandı. Millî Mücadele’nin birçok komutanını bağrından çıkarmış Rumeli’yi nasıl bir anda el toprağı sayalım?

Asırlarca Türk’ün düğününü yaptığı, cenazesinin kıldığı, türkü söylediği, halk oyunu oynadığı, milyonların hatıralarında ‘’vatan’’ diye işlediği Rumeli, Türk milletinin mirasıdır. Biz Rumeli’yi düşünürken, Türk’ü düşünmeliyiz. Oradan sürülenler, katledilenler köyümüzdeki Mehmet amca, Fatma teyzeydi. Halsiz, bitkin, aç, susuz ve hasta halde zorla evinden çıkarılıp nereye çıktığı bilinmez yola sürülenler ise bizdik. Bu harp, bir savaş olmaktan çok tarihî bir düşmanlık ve vefâsızlıktı. Biz bunun farkında olmalı, Rumeli’nin kaybının Ege’nin kaybından farksız olduğunu bilmeliyiz. İzmir neyse Selanik oydu, Bursa, Edirne neyse Üsküp, Manastır oydu.

Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı,

Sonra Yûnân iti, çepçevre kuşatsın vatanı…

Târumâr eyleyiversin de bütün ordumuzu,

Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu…

Kimsesiz âilelerden kimi gitsin bıçağa;

Kimi bin türlü fecâ’atle çekilsin kucağa…

Birinin ırzı heder, dîgerinin hûnu helâl…

Rumeli’de yeniden Türk bayrağı dalgalandığı günlere kavuşmak dileğiyle…

KAYNAKÇA

(1) AKYOL, Taha, Rumeli’ye Elveda 100. Yılında Balkan Bozgunu, Doğan Kitap İstanbul, 2014

(2) DURMAZ, Elif, UYSAL, Mehmet. Bir İbadet Mekânının Dönüşümü: Hortacı Camii (Rotonda), Türk – İslam Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi, 2023, Cilt: XVIII, Sayı:36, s.205-227

(3) ERTUNA, Hamdi. İşkodra Savunması ve Hasan Rıza Paşa. Ankara: Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, 1986.

(4) Balkan Harbi Belgeseli 1912-1913, TMC Müzik, https://www.youtube.com/playlist?list=PL2abDOVYhQJ6VqsyRwzri8TzvllLPFgZS (Erişim Tarihi: 21.03.2025)

(5) ALP, İlker. 1912-1913 Balkan Savaşları’nda Edirne’nin Sükûtu ve Yaşanan Faciâlar, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, 2018, XV/60, s.1-33

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.