DELİ ÇAY’DA MUHASEBE

5
(4)
DELİ ÇAY’DA MUHASEBESelman Başar

Çocukluğumdan beri hem arkadaşlarımla hem de tek başıma gittiğim bir çay var. İsmi Deli Çay. İsmi gibi delirmişçesine akan, içine her girip çıkmamda hayatı sorgulatacak derecede soğuk bir suyu olan…

O kadar delicesine akıyor ki içine dalmanla beraber bir bakmışsın ki dört, beş metre sürüklenmişsin. Sürüklenmek başta insanı ürkütse de bir müddet sonra bağımlılık yapıyor herhalde ki her seferinde tekrar kayaya çıkıyor, tekrar dalıyorsun. Saatler nasıl geçmiş farkında bile olamıyorsun. Ayrıca su o kadar soğuk ki her zerreni kendine getiriyor. Deli Çay’ın Hatay’ın sıcağına kısa süreli de olsa bir çözüm ürettiğine şahidim. Yani damarlarındaki kanı da Deli Çay gibi delirmişçesine akan biz gençler için bulunmaz bir nimet…

Her güzel şeyde olduğu gibi Deli Çay’a girmenin de bir ceremesi oluyor. Deli Çay’ın dibinde kayalar var. Bazıları gözüküyor, ona göre atlıyorsun. Bazılarıysa suyun bulanık olduğu yerlerde olduğu için gözükmüyor. Bu durumda kafanı çarpıp çarpmamak kör talihe kalıyor.

Şimdi, bu kadar soğuk olan ve çok hızlı akan Deli Çay’a atladığımızı, kafamızı dibindeki kayalara çarptığımızı, o an duyduğumuz acıyı tahayyül etmeye çalışalım. İlk önce başın dönüyor, sonra o baş dönmesine hafif bir karıncalanma ekleniyor. Kafatasının her kemiğini büyük bir basınç eşliğinde hissediyorsun. Beyninin her kıvrımı zonkluyor, kulakların duymaz oluyor. Öyle acıyor ki buna karşı o an yapabildiğin tek şey gözlerini kapatmak… Arkadaşların yanındaysa, gurur mu yaptığından nedir, sesin çıkmıyor. Bir de hep kötü zamanlarda insanın göğsünün içinde beliren Allah’a dua etme isteği geldi mi? Emin olabilirsiniz, çok sancılı bir durum.

Buna rağmen biraz toparlandıktan sonra tekrar ayağa kalkıyor, tekrar kayaya çıkıyor ve tekrar atlıyorsun. Çünkü Deli Çay’ın bağımlısı olmuşsun… Biraz dinlen, tekrar atla. Döngü bu şekilde ilerliyor.

Bu çay bahsi şöyle bir kenarda dursun isterim. Bakalım neyle bağdaştıracağız?

Teknolojinin çok hızlı gelişmesiyle, bazı değerlerin unutulmasıyla ve buna benzer birçok etmenle beraber eski nesillerle yeni nesil arasındaki uçurum gitgide büyüyor. Biz gençler olarak hep kendi penceremizden bakıyoruz. Biraz da onların penceresinden bakmaya, iki vakit arasındaki farkı anlamaya çalışalım. Ancak daima onlarda olduğunu düşündüğümüz at gözlüklerinin aslında kendimizde de olduğunu kabul ederek yapalım bunu. Özeleştiri biraz zordur biliyorum ama yapalım:

Eskiden neydik, bugün ne olduk? Ne oldu da geçmişimizle aramıza set çekildi? Ne oldu da tarihimizi unuttuk, eski nesillerle anlaşamaz olduk?

Bugünkü vaziyetimizi söyleyeyim.

Gelecek nesillerin hürriyeti için canından vazgeçen Millî Mücadele kahramanlarından; kendi ailesini, akrabasını, en yakınını önemsemeyen hatta tanımayan bir duruma geldik.

Leventlerini evlâdından, kardeşinden hatta kendinden ayırmadığı için kendisi kurtulduğu hâlde onları kurtarmak için ölüme atlayan Oruç Bey gibi sadakat timsallerinden; aynı tasa kaşık daldırdığı dostunun arkasından konuşacak, kim bilir kaç para, hangi makam uğruna onu sırtından bıçaklayan bir duruma geldik.

Pamuğun içindeki korun pamuğu yakmadığı zamanlardan, ahlâksızlığın övüldüğü bir zamana geldik.

Dünyadaki her insanın yaşam hakkını kendimize mesuliyet edindiğimiz günlerden, kendi yaşam hakkımızı dahi müdafaa edemediğimiz; cinayetleri, tecavüzleri, haksızlıkları bir film edasıyla seyrettiğimiz günlere geldik. Samimiyetin yerini kaos aldı.

Peygambere duyulan sevgi ve muhabbetten kaynaklı olarak kültürüne kandilleri ve bazı özel günleri yerleştiren, evladına “Muhammed” yerine “Mehmet” diyen, askerlerine “Mehmetçik” adını veren bir milletken dini kültüre muarız olarak gören siyasetçilerin var olduğu bir millet hâline geldik. Peygamber’in ölümünün akabinde kavgalara başlayan bir kabileyi Peygamber’in kendisinden daha kutsal görmeye başladık. Namaz kılarken elin nerede olacağı tartışılan, sakalın boyuna karışılan bir zamana geldik.

Suyu kirletmenin bile cezasının olduğu bir zamandan, çöpün dibinde olduğu hâlde çöplerini yere atanların çoğunlukta olduğu bir zamana geldik.

Dünyayı inşa-imar-ihya misyonunu yüklendiğimiz, dere kenarındaki kuzunun vebâlini taşıdığımız günlerden; o güzelim sahillerde ayağına takılan çöplerden yürüyemeyen, o güzelim yaylalarda çöplerini poşet poşet yol kenarlarına atan, hatta attığı çöp nedeniyle hayvanların istikâmetini bozan, bazılarının ölümüne sebep olan insanların şikâyetçi olduğu günlere geldik.

9 Eylül’de, 23 Nisan’da, 29 Ekim’de, 19 Mayıs’ta yaptığımız kutlamalarda zerafeti, naifliği, yiğitliği, vakurluğu temsil eden halk oyunlarımızı oynamayı unuttuk. Tango, vals gibi bizi hiç yansıtmayan, kadını maddeleştiren dansları yapar olduk. Adına “moda,” “medeniyet” dedik. Bunun yanlışlığını dile getirenlerin “gerici” olduğu bir zamana geldik. 

İleride ne yapacağını bilmeden gezip dolaşan, düşünmeyen, okumayan, kendini tanımayan, ülküsüz, idealsiz nesiller olduk. Peyami Safa’nın “idealsiz ahlak olmaz” dediği gibi, ahlakî erdemlerden yoksun nesiller yetişmeye devam da ediyor. Bunu görüyoruz. Belki biz de onlardanız.

“Daha fazla tüket, daha fazlasını iste, kendini ve mideni daha fazla düşün, çok para kazan, ihtiyaçların sınırsız,” denilen bir çarktayız. Buna şahidiz. Belki biz de bu çarkın bir dişlisiyiz.

İnsanı sosyal bir hayvan diye tanımlayan; onu yaratılmışların en şereflisi statüsünden iradesi, aklı olmayan varlıklara dönüştüren bir zihniyet hâkim olmaya başladı. Bugün irademize, hürriyetimize, haysiyetimize tam anlamıyla sahip çıktığımızı iddia edebilir miyiz?

Bunlardan hiçbirini yapmıyorum demeyiniz lütfen çünkü zamanın imtihanıyla sınanmamış olabilirsiniz. Hatta daha da kötüsü, durumunuzun farkında bile olmayabilirsiniz.

Fark ettiniz mi? Bazı ideolojilerin aileye, sevgiye, maneviyata hücum ederek onların yerine zevkleri, ihtirasları koyduğunu… Bu biraz olsun hayvan hayatını anımsatmadı mı size? Önüne gelen yemeği yemek, suyu içmek, kendini tatmin etmekten başka amacı olmayan hayvanları kastediyorum. Aile, sadakat, merhamet gibi kavramlar ortadan kalktığında neler olabileceğini tarafsız bir şekilde düşünmeye çalışalım. Ne amacı kalıyor yaşamanın?

Dedik ya o eski ihtişamlı günlerimizden kimse kalmamasına rağmen, buhranla geçirdiğimiz son yüz yılda bile nesiller arasındaki uçurum artmakta diye. Peki neden? Büyükler bunun sorumlusu olarak küçükleri, küçükler de büyükleri gösteriyor. Her neslin eksikleri vardır elbet ama bu suçlama yanan ateşe körükle gitmekten başka bir işe yaramıyor. Artık suçlu aramayı bırakıp çözüm üretmemiz lazım.

Gelelim Deli Çay’a… Türk milletinin hayatı bu deli çaydır. Her nesil, bu çaya girmek zorundadır. Su akıp gitse de çay aynıdır. Dolayısıyla bu çay geçmiş nesillerin gelecek nesillere emanetidir. Çayın dibindeki kayalar, Türk milletinin karşılaştığı engeller, ızdıraplar, imtihanlar varlığına kasteden her şeydir. İnşa edilen sistemin kendisini yenileyememesi, açıklarını kapatamamasıdır. Bazı dönemlerde bu kayalar çok azalmış yahut suyun bulanık olduğu yerler olmamış, halk refah içinde yaşamıştır. Zaten bu zamanlarda hayat çok güzeldir çünkü sistem halkın tüm ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Asıl sıkıntı; kayaların çok olduğu, suyun bulanıklaştığı, temiz ile kirlinin, kaya olan yer ile olmayan yerin ayırt edilmediği, sistemin kendisini tamir edemediği zamanlardadır. Hatta belki de bizzat sistemin kendisi o kayaları oraya koymuştur. Bir çıkaran bulunsun diye…

Günümüz Türk Dünyası, tam bu anlattığım evrededir. Su o kadar bulanık ki neresi temiz, neresi sığ, nerede kaya var, nerede kaya yok belli olmuyor. Her atlayışımızda kafamızı taşa çarpmak mecburiyetinde kalıyoruz. Kimileri suyun gidişatından hoşlanmamış olacak ki akıntıya karşı yüzmeye çalışıyor. Oysa akıntıya karşı yüzmek insanı öyle bir yorar ki… Kazanan her seferinde akıntı olur. Bazı insanlar da akıntının yönünü değiştirmeden bulanıklığı gidermenin meselesini güder. Kafalarını taşa çarptığında “Neden bu acıyı çekiyoruz? Evlâtlarımız bu acıları çekmesin, bulanık bir suda yüzmeye mahkûm değiliz,” der. Çünkü bu şekilde devam ederse ilerde daha da büyükleri kendisini, kendisini bulmasa bile başkasını bulacak, başkasının canı yanacaktır. Bu meseleyi gütmek, Türk’ün irfanından kaynaklanır.

Umudumdur ki biz, suyun akışı devam ederken berraklaşmasını sağlayanlardan, bulanık suda yüzmekten huzursuzluk duymayan kalabalığın acıdığı o Ülkücü kimselerden olabiliriz.

Bu yazı ne kadar faydalıydı?

Puan vermek için bir yıldıza tıklayın!

Ortalama puan 5 / 5. Oy sayısı: 4

Henüz oy yok! Bu yazıyı ilk siz değerlendirin.

Bu yazıyı faydalı bulduysanız...

Bizi sosyal medyada takip edin!

Bu yazının sizin için faydalı olmamasından dolayı üzgünüz!

Tell us how we can improve this post?

Yorum bırakın