

Merhaba Yaprak Hanım. Öncelikle bizleri kırmayıp söyleşi talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Seslendirdiğiniz eserleri severek dinleyen Yeni Ufuk okuyucuları, sizi sayfalarımızda gördüğünde çok mutlu olacaktır. Ancak yine de söyleşimize sizi tanıyarak başlamak istiyoruz. Yaprak Sayar kimdir?
Merhaba, öncelikle nazik davetiniz için ben teşekkür ederim. Yeni Ufuk okuyucularıyla buluşmak benim için büyük bir mutluluk.
Kısaca kendimden bahsetmem gerekirse; İstanbul’da doğdum, bu şehrin çok katmanlı kültürüyle büyüdüm. Müzik hayatıma küçük yaşlarda girdi. Özellikle klasik Türk musikisine duyduğum ilgi, zamanla daha da derinleşti. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Ses Eğitimi Bölümü’nden mezun oldum. Eğitimim boyunca hem geleneksel hem çağdaş yorumlarla müziği beslemeye çalıştım.
Yıllardır sahnede olmaktan, insanlara duyguların ve melodilerin diliyle dokunmaktan büyük bir haz alıyorum. Bu yolculukta sadece şarkı söylemeyi değil; aynı zamanda hikâyeler anlatmayı, köprüler kurmayı önemsiyorum. Kimi zaman bir ilahide, kimi zaman bir tangoda, kimi zaman da bir Rumeli türküsünde buluyorum kendimi. Müzik benim için bir ifade biçimi olduğu kadar, bir arayış da aslında. Her notada biraz geçmişi, biraz bugünü, biraz da umudu taşıyorum diyebilirim.
Diğer sorulara geçmeden önce merak ettiğimiz bir soruyla devam etmek istiyoruz. Bizler, sizin de seslendirdiğiniz musiki türünü Türk sanat musikisi olarak isimlendiriyoruz ancak siz, pek çok programda geleneksel Türk musikisi kavramını kullanıyorsunuz. Türk sanat musikisi kavramıyla geleneksel Türk musikisi kavramı arasında bir fark var mı? Niçin bu kavramı kullanıyorsunuz?
Bu çok güzel ve yerinde bir soru, teşekkür ederim.
Aslında “Türk sanat musikisi” kavramı zaman içinde yaygın olarak kullanılsa da ben şahsen “geleneksel Türk musikisi” tanımını tercih ediyorum. Çünkü bu müzik sadece bir sanat dalı değil; aynı zamanda bir kültürün, bir medeniyetin sesi, hafızası, yaşama biçimi. “Sanat musikisi” dediğimizde, bazen bu müzik sanki sadece elit bir çevreye aitmiş gibi algılanabiliyor. Oysaki bu makamlar, bu besteler, bu güfteler bir dönem halkın gündelik yaşamına sinmiş, düğününden yasına kadar eşlik etmiş bir müziği ifade ediyor.
“Geleneksel Türk musikisi” dediğimde; içinde klasik dönemleri, dini müzikleri, saray müziğini ama aynı zamanda tekkeleri, meşk geleneklerini, hatta halkla iç içe geçmiş formları da kapsayan bir bütünlükten bahsetmiş oluyorum. Bu ifade bana daha kapsayıcı, daha köklerine sadık ve daha sahici geliyor.
Benim sahne anlayışımda da bu var: Bu müziği sadece notalardan ibaret bir repertuvar olarak değil, yaşayan bir gelenek olarak görmek ve hissettirmek…
Sıradaki sorumuz yine bu konuyla ilgili olacak. Türk sanat musikisinin tarihten bu yana insanların psikolojilerinde derinden izler bıraktığını görüyoruz. Bu etkiler ışığında Türk Sanat musikisinin nasıl doğduğundan, insanlar üzerinde ne gibi etkiler bıraktığından ve günümüze nasıl ulaştığından bahseder misiniz?
Elbette, bu aslında üzerine uzun uzun konuşulabilecek çok derin bir konu… Ama elimden geldiğince sade ve içten anlatmaya çalışayım.
Türk musikisi, kökü Orta Asya’dan gelen, ama yüzyıllar boyunca özellikle Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında şekillenen, çok katmanlı bir gelenek. Bu müzik; camilerde, saraylarda, tekkelerde, meşk odalarında, hatta evlerin içinde yavaş yavaş olgunlaşmış. Dolayısıyla sadece bir sanat formu değil; bir yaşam biçimi, bir düşünme ve hissetme hali aslında.
Bu musikinin insan psikolojisi üzerindeki etkisi de işte tam burada başlıyor. Çünkü bu müzik makam temellidir; her makamın bir ruh hali, bir duygusal karşılığı vardır. Hicaz biraz hasreti çağrıştırır mesela… Rast neşeyi, güveni… Segâh ise içe dönüklüğü, iç muhasebeyi… Ve yüzyıllar boyunca bu makamlarla insanlar hem gönüllerini hem dertlerini hem de umutlarını ifade etmişler.
Benim için en büyüleyici tarafı da bu: Bu müzik ağlamaktan çekinmez, susmaktan da utanmaz. Çok insani bir tarafı var. O yüzden yüzyıllar boyunca insanlar bu melodilerle hem dertleşmiş hem şifa bulmuş. Tekkelerde, özellikle Mevlevi ve Bektaşi geleneklerinde bu müzik zaten ruhu terbiye eden, kişiyi yavaş yavaş dönüştüren bir araç olarak görülmüş. Yani sadece dinlenmek için değil, derinleşmek için de var olmuş.
Bugüne kadar ulaşabilmesinin en büyük sebebi ise bu geleneksel aktarım zinciri; yani usta-çırak ilişkisi. Bu müzik yazılarla değil, gönülle öğretilmiş. Bir hocanın gözünden, nefesinden, parmak ucundan süzülerek aktarılmış. Ben de bu zincirin bir halkası olmaya çalışıyorum kendi yolculuğumda.
Bu yüzden sahnede sadece şarkı söylemiyorum; o hissi de izleyiciye geçirmeye çalışıyorum. Çünkü biliyorum ki, bazen bir Hicaz karcığar, bir insanın içini açabiliyor, onu başka bir yere götürebiliyor. İşte o zaman bu müzik yaşıyor, yaşamaya devam ediyor.
Sizin Türk musikisini yaşatmaya ve aktarmaya gayret ettiğinizi görüyoruz. Bunu yaparken musikiyi hem icra ediyor hem de musiki eğitiminde hocalık yapıyorsunuz. Ancak popüler kültürün etkisiyle bizim de dahil olduğumuz genç neslin Türk musikisinden uzak kaldığına şahit oluyoruz. Bu bağlamda genç neslin Türk musikisi ile bağını nasıl değerlendirirsiniz? Gençlerin Türk musikisine ısındırılması için neler yapılabilir?
Bu sorunuz, aslında hem beni en çok düşündüren hem de en çok heyecanlandıran konulardan biri. Çünkü bir geleneğin sürdürülebilir olması, sadece onu bilenlerin değil, onu devralacak olanların da varlığıyla mümkün.
Evet, gençler bugün çok hızlı tüketilen, daha yüzeysel bir müzik akışı içinde büyüyor. Dijitalleşme, sosyal medya, popüler kültür derken, derinlikli müziklere ulaşmak ya da onları sindirmek zorlaşıyor. Ama ben karamsar değilim. Çünkü gözlemlediğim bir şey var: Gençler aslında hakikati, sahiciliği arıyor. Sadece sunuluş biçimi çok önemli.
Bu noktada bizlere, yani bu müziği taşıyanlara büyük sorumluluk düşüyor. Gelenekseli bugünün diliyle anlatmak gerekiyor. Gençlere tepeden bakmadan, onları eleştirmeden, onlarla aynı zeminde buluşarak… Ben de öğrencilerimle birebir temaslarda bunu çok görüyorum. Onlara bir makamı sadece teorik olarak değil; bir bestekârın hangi ruh halinde o eseri yazdığını anlattığınızda, gözlerindeki ilgi bambaşka oluyor.
Ayrıca bu müzikle ilk temasın şekli de çok önemli. Eğer ilk karşılaşma sıkıcı, didaktik ya da uzak bir dille olursa, ne yazık ki o kapı hiç açılmıyor. Ama duyguyla, samimiyetle, bir hikâyeyle yaklaşırsanız; gençlerin kalbine dokunmanız mümkün. Ben bunu sahnede de derslikte de birebir yaşıyorum.
Gençlere bu müziği sevdirmek için önce biz inanarak, severek anlatmalıyız. Belki modern formlarla birleştirerek, belki sahne anlatılarıyla, belki dijital içeriklerle destekleyerek… Ama özünden kopmadan, ruhunu bozmadan.
Çünkü bu müzik bizim kimliğimizin, hafızamızın sesi. Gençler eğer o sesi bir kez duyarsa, inanın bir daha sessizliğe dönmek istemezler.
Bir ifadenizde bazı Avrupa ülkelerinde gençlerin kendi köklerine sahip çıktığını ancak bizim bu konuda eksik kaldığımızı söylüyorsunuz. Bizim bu konudaki başarısızlığımızın kaynakları nelerdir? Onlar neyi doğru yapıyor?
Evet, bu gözlemim yıllardır yurt dışı konserleri ve kültürel temaslarım sırasında daha da netleşti. Avrupa’daki bazı ülkelerde –örneğin İspanya’da, Portekiz’de ya da Macaristan’da– gençler kendi geleneksel müziklerine ve kültür miraslarına daha sıkı tutunuyorlar. Üstelik bunu modern bir dille, özgüvenle ve gururla yapıyorlar. Bizim ise bu noktada hâlâ biraz bocaladığımızı, hatta bazen kendi değerlerimize mesafeli durduğumuzu üzülerek görüyorum.
Bu farkın birkaç temel sebebi var bence. En başta eğitim sistemimizde kültür ve sanat, hâlâ yeterince yer bulamıyor. Biz kendi müziğimizi, kendi tarihsel birikimimizi çocuklara erken yaşta tanıtmazsak, doğal olarak gençler bu seslere yabancılaşıyor. Batı müziği eğitimi verilirken doğal karşılanıyor ama geleneksel Türk musikisi eğitimi hâlâ bazı yerlerde lüks ya da “eski moda” olarak görülüyor. Bu çok tehlikeli bir kopuş yaratıyor.
Bir diğer sebep de kültür politikalarıyla ilgili. Avrupa’da yerel müziklere ciddi yatırımlar yapılıyor; konservatuvarlar, festivaller, genç sanatçı bursları, dijital arşivlemeler… Bu müzikler hem akademide hem sahnede güçlü şekilde temsil ediliyor. Bizde ise geleneksel müziğe sahip çıkan kurumlar az ve genellikle bireysel çabalarla ayakta kalıyorlar.
Ama en önemlisi bence şu: Onlar kendi müziklerini “geçmişte kalmış bir şey” olarak değil, “yaşayan bir kimlik” olarak görüyor. Sahipleniyor, yeniliyor ama özüne sadık kalıyorlar. Bizde ise gelenekle modernlik birbirine zıt gibi sunuluyor. Oysa bu doğru değil. Gelenek, sabit bir form değil; yaşayan bir nefestir. Onu bugüne taşımak bizim elimizde.
Ben kendi adıma bu müziği modern zamanlara taşıyan köprülerden biri olmaya çalışıyorum. Eğer biz kendi sesimizi tanımazsak, başka seslere özenmekle yetiniriz. Ama tanırsak, o sesin ne kadar güçlü ve evrensel olduğunu zaten fark ederiz.
Meşk geleneğinin sizin hayatınızda bir yeri olduğunu biliyoruz. Sanatçıların yetiştiği ve Türk kültür hayatında önemli bir yer teşkil eden meşk, gençlerin uzak olduğu bir kavram. Bize meşkten biraz söz eder misiniz? Meşk geleneğinin önemi nedir?
Elbette, memnuniyetle…
Meşk kelimesi, aslında sadece “bir şeyi ezberlemek” değil; “bir şeyi yaşayarak, hissederek öğrenmek” anlamına gelir. Türk musikisinin yüzyıllardır aktarıldığı en temel yöntemdir. Notadan, kitaplardan, teoriden önce gelir. Çünkü bu müzik bir gönül işi olduğu kadar bir ruhtan ruha aktarım sürecidir.
Benim hayatımda da meşkin yeri çok büyüktür. Hocalarımdan sadece bir şarkının notasını ya da usulünü değil, o şarkının nasıl söylendiğini, nerede durulacağını, nerede nefes alınacağını, hatta bazen susmanın ne kadar kıymetli olduğunu öğrendim. Bu, kitapta yazmaz. Bu, ancak bir hocanın gözünden, yüzünden, sesi titrerken duyduğun bir duygudan öğrenilir.
Meşk, aynı zamanda bir terbiyedir. Sanatın edebiyle, sabrıyla, saygısıyla karşılaşmaktır. Sadece müzik değil; oturmayı, kalkmayı, susmayı, dinlemeyi öğretir. O yüzden meşk odaları sadece bir eğitim yeri değil, aynı zamanda bir olgunlaşma alanıdır.
Gençlerin bu kavrama uzak olması ise aslında yine sistemsel bir mesele. Bugünkü eğitim anlayışında hızlı tüketim ve ölçülebilir başarılar öne çıktığı için, meşkin sabır isteyen yapısı geri planda kalıyor. Ama biz bu geleneği anlatırsak, gençleri meşk halkalarına dâhil edebilirsek, inanın o derinliğe kendiliğinden yöneliyorlar.
Ben hâlâ her yeni eseri öğrenirken içimde bir “meşk hâliyle” yaklaşıyorum. Hocasız da olsam, sanki biri anlatıyormuş gibi, yavaşça, sindirerek… Çünkü meşk, sadece bir yöntem değil, bir yaklaşım biçimi. Türk musikisinin ruhunu canlı tutan en temel damar da işte bu.
Bugün maalesef Türk kültür hayatında ve özellikle İstanbul’da, sanat musikisinin yaygın icra edilmediğini görüyoruz. Oysa geçmişte İstanbul başta olmak üzere Türk musikisi pek çok muhitte yaygın icra edilmekte geniş kitleler etrafında yaşanmaktaydı. Bugün Türk musikisi ancak dar musiki cemiyetlerinin çabalarıyla yaşarken geniş kitlelere yayılamamasının nedeni nedir? Bu kültür ortamları nasıl canlandırılabilir?
Ne yazık ki bu tespitinize yürekten katılıyorum. Bugün İstanbul gibi bir kültür başkentinde bile Türk musikisiyle düzenli temas kurabileceğiniz mekân sayısı oldukça sınırlı. Oysa bir zamanlar bu şehirde, neredeyse her semtte meşk odaları, ev konserleri, konaklarda fasıl geceleri, tekkelerde ayinler olurdu. Müzik, hayatın içinde doğal bir akıştı. Bugün ise bu müzik, çoğunlukla cemiyetlerin içinde yaşatılıyor; o da büyük özveriyle…
Bu durumun birkaç temel nedeni var. Birincisi, kültürel dönüşümle birlikte yaşam tarzlarımız da değişti. Geleneksel kültürle birebir temas içinde büyüyen nesillerin sayısı azaldı. Yeni nesiller, bu müziğe sadece uzaktan bakıyor, çünkü onun yaşandığı ortamları artık göremiyor. Yani sorun sadece müziğin kendisinde değil; müziği yaşatan ortamların kaybolmasında.
İkinci önemli etken, medya ve kültür politikaları. Televizyon, radyo ve dijital platformlar uzun süredir popüler müziğe ağırlık veriyor. Sanat musikisi ya çok sınırlı zamanlarda ya da “nostaljik” bir içerik gibi sunuluyor. Hâlbuki bu müzik hâlâ yaşayan bir gelenek. Ama yaşam alanı daraldıkça, insanlar da onun yaşadığını fark edemez hale geliyor.
Bu ortamları yeniden canlandırmak için, önce bu müziği tekrar kamusal alana taşımamız gerekiyor. Yani yalnızca konser salonlarına değil; okullara, parklara, meydanlara, dijital platformlara… Genç sanatçılara sahne imkânı tanıyan, dinleyiciyi içine çeken, hikâyeler anlatan, interaktif ve duygusal bağ kuran etkinlikler düzenlenmeli. Sadece “dinlenen” değil, “yaşanan” bir müzik hâline gelmeli yeniden.
Ben bu yüzden konserlerimde anlatıya da yer veriyorum. Çünkü bir eseri anlatmadan, onun hikâyesini paylaşmadan o bağı kurmak zor. İstanbul gibi bir şehre bu derinlik yakışır. Yapılması gereken şey, bu zenginliği sadece arşivlerde değil; insanların gündelik hayatında, sesinde, duygusunda yeniden var etmek.
Bu müzik hâlâ nefes alıyor. Sadece daha çok insanın ona kulak vermesine ihtiyaç var.
Bir musiki sanatçısı kolay yetişmiyor. Siz de zaman zaman sanatçıların bir kültür muhitinde yetiştiğinden bahsediyorsunuz. Bu bağlamda bir sanatçı nasıl yetişmektedir? Kendinizden de yola çıkarak bir sanatçının hem musiki hem de karakter gelişiminden söz eder misiniz?
Evet, gerçekten de bir musiki sanatçısı yalnızca nota bilen ya da güzel sesli biri olarak yetişmiyor. Bir sanatçının yetişmesi; sadece teknik bilgiyle değil, o bilginin içini dolduracak bir kültürle, bir görgüyle, bir insanlık haliyle mümkün oluyor. Bu da öyle sadece sınıfta, sadece sahnede kazanılan bir şey değil; bir muhitin, bir geleneğin, bir ruhun içinde yoğrulmakla ilgili.
Ben kendi yolculuğumda bunu çok net yaşadım. Elbette konservatuvar eğitimi, teori, repertuvar, ses eğitimi çok kıymetliydi. Ama beni “sanatçı” yapan esas şey, o musikiyi taşıyan insanların yanında zaman geçirmekti. Hocalarımın sadece anlattıklarını değil, sustuklarını da dinledim. Oturuşlarından, sohbetlerinden, bir eseri nasıl okuduklarından, neye ne kadar değer verdiklerinden çok şey öğrendim. Bazen bir bakış bile ders olur. İşte bu, ancak bir kültür muhitinde mümkün.
Sanatçının karakteri de sahnede değil, sahne dışında şekillenir. Sabır, tevazu, zarafet, söz ve duruş itibarıyla tutarlılık… Bunlar olmadan sadece iyi şarkı söylemek yetmiyor. Çünkü musiki, aslında bir ahlak biçimi. Özellikle bizim musikimiz; saygı, ölçü, edep gibi değerlerle iç içe geçmiş bir gelenek. Bu değerlerle yoğrulmamış bir sanatçının sesi güçlü olsa bile, sözü eksik kalıyor.
Genç sanatçı adaylarına hep şunu söylüyorum: Sadece repertuvar ezberlemeyin; gönül terbiyesi alın. Bir hocanın dizinin dibinde, belki bir çay sohbetinde, belki bir meşkte, öyle şeyler öğrenirsiniz ki, ömür boyu size yön verir. Çünkü sanat, sadece teknikle değil; insan kalabilme gayretiyle anlamlı olur.
Ben bu geleneği böyle yaşadım, hâlâ da yaşamaya çalışıyorum. Ve inancım şu ki: Gerçek sanatçı, önce iyi insan olmaya çalışan kişidir. Sesiniz nereye kadar gider bilemem ama kalbinizden çıkan niyet, her zaman dinleyenin yüreğine ulaşır.
Sizin şahsiyetinizi inşa eden, üstat bildiğiniz veya ilham aldığınız kimseler var mı? Bunların hayatınıza dokunan öğütleri, düsturları veya sözleri oldu mu? Bazılarını bizimle paylaşabilir misiniz?
Evet, hayatımda şahsiyetimi ve sanat anlayışımı derinden etkileyen çok kıymetli insanlar oldu. Bunların başında hocam Mustafa Doğan Dikmen gelir. Kendisi sadece bir müzik eğitmeni değil; aynı zamanda bir kültür taşıyıcısıydı. Ondan sadece eser değil, bir duruş öğrendim. Müzikteki sadelik, zarafet ve derinlik gibi kavramlar onun yaklaşımıyla bende karşılık buldu. “Müziğin önüne geçme, sesin duyguyu örtmesin” gibi basit ama çok etkili öğütleri hâlâ kulağımda çınlar.
Bir diğer önemli isim Murat Bardakçı’dır. Kendisinden sadece müzikal anlamda değil, musikinin tarihî derinliği, bestekârların hayatları, eserlerin arka planları gibi konularda çok şey öğrendim. Onun tarihî birikimiyle bu müziğin sadece estetik bir alan değil, aynı zamanda bir hafıza meselesi olduğunu fark ettim.
Zaman zaman görüşme fırsatı bulduğum, sohbetlerinde bulunmaktan onur duyduğum bir diğer isim ise Erol Sayan’dır. Onun bestecilik anlayışı, makam bilgisine olan hâkimiyeti ve Türk musikisine duyduğu bağlılık beni her zaman derinden etkilemiştir.
Bu isimler benim için sadece hoca değil; birer pusula gibiydi. Onlardan aldığım öğreti yalnızca teknik değil; aynı zamanda karaktere, sabra, dikkate ve geleneğe sadakatle ilgiliydi. Eğer bugün hâlâ müziğe içten ve sahici bir yerden bakabiliyorsam, bu onların bana öğrettikleri sayesinde olmuştur.
Genelde Türk musikisi sanat ve halk musikisi gibi dallara ayrılıyor. Bir dalı icra eden sanatçının kendi alanlarıyla yetindiğini, diğer dallara pek yönelmediğini görüyoruz. Ancak siz sanat musikisi icra ederken pek çok halk musikisini de başarıyla seslendiriyorsunuz. Sizin bu tercihiniz kişisel bir tercih midir?
Evet, bu aslında hem kişisel bir tercih hem de inandığım bir duruşun yansıması diyebilirim.
Ben müziği kategorilerle sınırlandırmaktan yana değilim. Elbette her dalın kendi üslubu, disiplini, estetik anlayışı vardır; ama özünde hepsi bu toprakların sesidir, bu coğrafyanın duygusudur. Türk sanat musikisi de, halk musikisi de, ilahiler de, ağıtlar da aynı kalpten, aynı milletten çıkmış, farklı biçimlerde dile gelmiş ifadeler aslında.
Benim için bir Hicaz şarkıyla bir Rumeli türküsü arasında sahicilik açısından bir fark yok. Çünkü her ikisi de yaşanmışlık taşır. Bu yüzden halk musikisi repertuvarına yönelmem sadece sanatsal bir çeşitlilik değil, içimde duyduğum bir ihtiyaçtı. Yani ben o türküyü sadece okumuyorum; onunla yaşıyorum, onu hissediyorum. Bazen bir uzun havada, bazen bir Hoyrat’ta kendimi buluyorum.
Ayrıca bu tercihin bir köprü görevi gördüğüne de inanıyorum. Çünkü bazen bir türkü, o zamana kadar hiç Türk sanat musikisi dinlememiş birinin gönlüne kapı aralayabiliyor. Ya da tam tersi. Bu geçişkenlik dinleyiciyle kurulan bağ açısından da çok değerli.
Ben gelenekten kopmadan, ama geleneği dar kalıplara hapsetmeden müziğimi sürdürmek istiyorum. Çünkü bu topraklar hem zarafeti hem yalınlığı aynı anda taşıyabiliyor. Neden biz de bu çokluğu, bu zenginliği müziğimizde yaşatmayalım?
Peki icra edeceğiniz eseri nasıl seçiyorsunuz? Eserleri seçerken hangi duygular kararınızı etkiliyor?
Bu soruya kalpten cevap vereyim: Aslında çoğu zaman ben eseri değil, eser beni seçiyor diyebilirim.
Bir eseri icra etmeden önce onu uzun bir süre dinlerim, içimde tartarım. O bestenin ruh hali, güftesinin anlamı, makamının çağrıştırdığı duygular bana bir yerden dokunuyorsa, ancak o zaman onu seslendirebiliyorum. Çünkü ben bir eseri sadece söylemek istemem; onunla birlikte susmak, onunla nefes almak isterim.
Eser seçimimde en belirleyici şey, o anki iç dünyamdır. Bazen içsel bir sükûnet ararım, o zamanlar Segâh ya da Rast bir eser gelir önüme. Bazen içimde bir hüzün dolaşır, o zaman bir Kürdilihicazkâr şarkıya yönelirim. Ya da bazen bir türkü çağırır beni, uzak bir dağ köyünün yalnızlığını getirir sahneye.
Ayrıca bir eserin yaşanmışlık taşıması, sözüyle-müziğiyle sahici olması benim için çok kıymetlidir. Teknik olarak zor ya da kolay olması beni pek etkilemez. O eserde bir “hal” varsa, bir ruh taşıyorsa, benim için her şey tamam demektir.
Yani aslında şunu söyleyebilirim: Repertuvarımı duygularım belirliyor. Ve her konser, her kayıt, her sahne, o anki “ben”le şekilleniyor. Bu yüzden de hiçbir konser bir diğerine benzemiyor. Çünkü her seferinde farklı bir hikâyeyi, farklı bir hissi paylaşıyorum dinleyenle.
Siz sadece Türkiye sınırlarında kalmayarak Türk dünyasının zengin musiki eserlerini de seslendiriyorsunuz. Seslendirdiğiniz “Ey Güzel Kırım”, “Güzel Türkistan” gibi eserleri tercih edip profesyonel kayıtlarla buluşturmanız, bir sanatçının millî kültür ve Türk dünyası hassasiyetini görmek açısından da bizleri çok mutlu etti. Sizi Türk dünyasına yönelten ne oldu? İlerleyen zamanlarda bu konuda projeleriniz olacak mı?
Bu güzel ve anlamlı sorunuz için özellikle teşekkür ederim, çünkü gerçekten içimde çok özel bir yeri olan bir meseleden bahsediyorsunuz.
Ben Türk musikisini sadece Türkiye sınırları içinde var olan bir gelenek olarak görmüyorum. Biz çok geniş, çok köklü, çok zengin bir medeniyetin sesiyiz. O yüzden “Ey Güzel Kırım”ı okuduğumda sadece bir şarkı değil; bir hasreti, bir yurdundan edilmişliği, bir milletin kalbindeki sızıyı dile getiriyorum. “Güzel Türkistan” dediğimde, o topraklara hiç gitmemiş olsam bile gönlüm oraya uzanıyor.
Bu yönelimin kaynağında, içimde hep var olan aidiyet duygusu var. Yani yalnızca sanatçı kimliğimle değil, insan olarak da bu coğrafyaya karşı bir borcum olduğunu hissediyorum. Türk dünyasıyla kurduğumuz kültürel bağlar, bir milletin sadece siyasi değil; ruhsal ve tarihsel bütünlüğüdür. Ve bu bütünlük en sahici hâliyle musikide yaşar.
Ayrıca bu eserlerin melodik yapısı da beni çok etkiliyor. Hem tanıdık hem farklı… Hem bizden hem ötelerden… Bu ikili duygu hâli beni çok besliyor. Dinleyiciyle kurduğum o bağ, sınırları aşıyor ve ortak bir hafızada buluşuyoruz.
İlerleyen zamanlarda bu konudaki projelerimi daha da büyütmek, farklı Türk topluluklarının ezgilerini derleyip hem sahneye hem de kayıt altına taşımak gibi hayallerim var. Belki Azerbaycan’dan, Kazakistan’dan, Türkmen ellerinden ezgiler… Belki Türk dünyasından sanatçılarla ortak çalışmalar…
Çünkü inanıyorum ki, biz ancak birbirimizin sesini duyarak güçlü kalabiliriz. Ve o sesin en sahici hâli, türkülerde saklıdır.
Son olarak bu röportaj ile ilgili ne söylemek istersiniz?
Bu söyleşi benim için gerçekten çok kıymetliydi. Sorularınızın derinliği, samimiyeti ve musikimize duyduğunuz içten ilgi beni çok mutlu etti. Çünkü bir sanatçının en büyük arzusu, sadece sesini değil, yüreğini de duyurabilmektir. Bu röportaj sayesinde sadece müziğimi değil; inandığım değerleri, taşıdığım kültürel mirası ve bu yolculuktaki hassasiyetlerimi de paylaşma fırsatı buldum.
Türk musikisi bir mirastan öte, bir emanettir. Bu emaneti doğru anlatmak, yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarabilmek için hep birlikte çalışmamız gerektiğine inanıyorum. Sizlerin böyle sorularla bu kültüre alan açması, onu görünür kılması benim için umut verici.
Dilerim bu röportaj, gençlerin kalbine de dokunur. Belki bir gencin, bir ezgiye kulak vermesine; bir mızrabın izini sürmesine vesile olur. O zaman işte bu söyleşi amacına ulaşmış olur.
Tekrar teşekkür ederim; kalpten…