
Beşiğinde ninni dinleyen, kundağına sarılmış bir bebek ve musalla taşında selâsını dinleyen, kefenine sarılmış bir cenaze… Tıpkı bir hikâyenin ilk kelimesi ve son cümlesi gibidir. Kundağında iken öpüp kokladıklarımız ve mezarı başında dua okuduklarımız… Üzerinde kahramanlar yetiştiren bir vatan ile şehitlerini bağrına basan bir millet… Zamanın bize teslim ettikleri ile bizden aldıkları… Doğumun umut ve heyecanla yoğrulan hevesi ile ölümün derin düşüncelere daldıran mâtemi… Bu kavramlar hem faniliği hem de ebediliği içinde taşımaktadır. Üzerinde tefekküre iten bu mesele, insanın dünyadaki varlığını sorgulatmaktadır. Birbirine tezat görünen bu kavramlarda nasıl bir uyum bulunmaktadır? Nedir insanı ve kavramları beşikten mezara anlamlı kılan? Ninniler ile başlayan anlamsız ama sevimli kelimeleri, karakterli ve anlamlı sohbetlere çeviren bir gelişmeyle bizden beklenen nedir? Küçük bir çocuğun kalbine sevgiyi koyan ve bu sevgiyi ana sevgisinden, millet sevgisine değin yoğuran nedir? Bu süreç bir vazifeyi, yaşanması ve sürdürülmesi gereken bir vazifeyi açıklıyor olabilir mi? Bu vazife sınırlı hayatımızı, ab-ı hayat içmişçesine ölümsüzlük hudutlarına götürebilir mi?
Sanki birbirinden çok uzak ve bağımsızmış gibi duran doğum ve ölüm kavramları bu nazarla bir düzlemi değil bir noktayı paylaşmaya başlar. Ve hatta bu açıdan bakınca ölüm bütün kasvetine rağmen doğumun önüne geçmekte, kavuşma hadisesi sonsuzlukla buluşmayı sağlamaktadır. Bu Türklerin ölen kişiye ve ölenin ardından kalan mezarlıklara verdikleri değeri açıklamaktadır. Öte yandan özellikle eski mezarlıklarımıza nakşedilen bu ruh başka hangi manalara geliyor olabilir? Eyüp’teki Muradiye’deki şahideli, sandukalı mezarlara ölümün sükûtunu çöktüren ama bir o kadar da beklenen bir olayın gerçekleştiğini ifade eden o tatminkâr duruşu veren nedir? Zamanı belli olmayan ve her daim bir sebeple gelen ölüm hadisesi nasıl böylesi muhteşem bir tavırla muamele görebilir? Bir mefhum nasıl hem bir lahza hem de bir ömürmüş gibi hissettirebilir? İnsanın zaman algısını, dünyaya bakış açısını bu denli etkileyebilen bu olayın aslı nedir? Yan yatmış, yıpranmış, servilerle arkadaş olmuş bu mezar taşlarının duruşu ki yaşayanlara son vazifesini yerine getirircesine, insan ömrünün bir emanetin taşınıp teslim edilmesinden ibaret olduğunu haykırmaktadır. O duruş ki şairin dediği gibi “ölümü ehlileştiren Türklerin” bu hayatın en büyük gerçeğini yüksek bir kabiliyetle mezarlıklarda bile yumuşatmasıdır. İnsanı yaşarken hizaya çekebilen en kuvvetli mefhumun, ölümün, büyük bir incelikle işlenmesidir. Onlar orada durdukça insanın sınırlı ömrünün ve ebedi hayatının sırrını haykıracaktır. İşte bu hassas tavırdan olacak ki mezarlıklarımız yalnızca bir sonun karanlık havasını anlatmaz. Onlar bir hayatın geçiciliğini anlatırken ahir ömür içindeki yaşayışa da dikkat çekerler. Adeta zamanın bir emanet olduğu, sınırlı olan bu vaktin bereketini dilemek gerektiğini anlatırlar. Beşikten mezara kadar insan olmanın gereğini aktarırlar.
Zor yollar kat etmeyi alışkanlık haline getiren Türkler bu kavranması ve kabullenilmesi zor kavramları da sade bir şekilde açıklamışlardır: “Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için türemiş.” İşte bu yüzden ölüm, gerçekleşene kadar zamanın asıl sahibine hizmet edilmelidir. Bu hizmeti insan sahip olduğu her şeyle yapabilir. Can ile de mal ile de… İnsan ömrü ona verilen emanetlere sahip çıktığı doğrultuda, Allah’a hizmet ettiği doğrultuda anlam kazanmakta ve mutlulukla dolmaktadır. İnsanın gönlünü, adeta bir çeşmeden kanarcasına tatmin edecek şey emanetlerin bilincinde olarak yaşamaktır. Peki insan kaç emanetin taşıyıcısı, kollayıcısıdır? Dağların, taşların kabul etmeyip de insanın kabul ettiği emanet nedir? Canımız gibi malımız, yeteneklerimiz, ailemiz, evladımız, eşimiz, vatanımız, milletimiz de yani sahip olduğumuz her şey de emanet olabilir mi? Ve aslında onlara yalnızca sahip olduğumuzu zannettiğimiz gerçeğine ulaşabilir miyiz?
Bu kavram kişinin kendine ait olduğunu düşündüğü ne varsa, hepsinin tasarrufuna sınırlar çizmektedir. Sahip olduğumuz her mülkün ilahi bir emanet olduğu gerçeğini hatırlatmaktadır. Bir vatanın toprağı da bir milletin geleceği de bir milletin iradesi de dünyaya gözlerini açan bir bebek de Allah’ın emanetleridir. Ve her biri insan için bir sorumluluk barındırır. Sorumlulukların hepsi yine bir noktada toplansa da tezahürde; bebek aileye, fert topluma, vatan millete emanettir. Bir bebek bütün sevimliliğiyle ailenin parçası olurken anne ve baba ömürleri boyunca evlat emanetine sahip çıkmakla görevlendirilmiştir. Burada her iki ebeveyne de kendi tabiatlarına uygun roller üzerinden bebeğin bakım ve rehberlik sorumluluğu yüklenilmiştir. Veyahut atalardan devralınan vatan emanetinin gelecek nesillere en iyi şekilde teslim edilmesi adına tabiatını, sınırlarını, varlığını korumak onun faydasına çalışmak, bir sevgiliyi kıskanırcasına onu yabancı gözlerden sakınmak bir nevi emanete sahip çıkmak değil midir? Vatanı emanet kılan şey, kültürel ve fizikî bağların dışında onun uğrunda kendini, hayallerini, sevdiklerini toprağa verenlerdir. Onlar ki Baykoca’dır, Kınalı Hasan’dır, Fırat Yılmaz Çakıroğlu’dur, Şenay Aybüke Yalçın’dır. Onlar ki “Ağlama, güldürme düşmanı” diyerek askerin gözyaşlarını silen şehit dedesi, onlar ki “Bak bu benim babam” diyerek şehit babasının tabutunu gösteren küçük bir çocuktur. Sayısız şehit ve gazinin her biri bir emanet değil midir? Emanet kabul ettiklerimizi yalnızca cadde, köprü, üst geçit adlarıyla mı anacağız? Onların hatırası nostaljik bir filmin acıklı bir sahnesi gibi mi muamele görmelidir? Emanetin yüreklerdeki, akıllardaki karşılığı bu mudur? Bu Allah’ın emanetinin yalnızca dudaklarda kaldığını göstermez mi?
Bütün bu emanetlere baktığımızda her birinin aynı zamanda bir imtihan sebebi ve bir lütuf olduğunu görmekteyiz. Bebek, anne ve baba için bütün bir hayatı yeniden gözden geçirmek, kendine çeki düzen vermek adına bir vesiledir. Malı mülkü fazla olan biri için de mal emaneti bir imtihan sebebidir. Milletin emanetleri için de benzer bir durum bulunmaktadır. Türk milletine meftun olanlar için milletin her acısı bir imtihan sebebidir. Türk olmak bir lütuf, Türk olarak yaşamak bir imtihan sebebidir. Bizlere verilen emanetlerin bu denli çok olmasının amacı nedir?
İnsan sanki ona bahşedilen emanetler sayesinde bir ömür kampa alınıp eğitilmekte ve bu vesileyle insan olabilmektedir. Her şeyde olduğu gibi bu emanetler organizasyonunda da yetişebilmek, yetiştirmek için büyük bir çaba sarf etmek gerekmez mi? Bir insanın ömrünü sigaya çeken, düzen veren, yaşantısını temelden etkileyen bu farkındalık hayat boyu öğrenmeyi, hayat boyu mücadeleyi gerektirmez mi? Bu açıdan bütün emanetler aynı zamanda bir imtihan sebebidir ki haz duyduğumuz şeylerden az çok uzaklaşmaya neden olur. Bazı haz veren şeylerden bir süre ayrı kalınırken yani hazzı ertelerken bazen de haz belli sınırlara sokulmaktadır. Ancak ertelenen, sınırlandırılan, vazgeçilen hazlar yerini, sorumluluğunu yerine getirmenin, emanete sahip çıkmanın mutluluğuna bırakır. Bir bebeğin anne ve babanın hayatını yeniden düzenlemesi, bir askerin soğukta nöbet tutması, bir kişinin malının zekâtını tam vermesi, bir ülkücünün ilk tercihine davasını koyması… Her birinde haz yerini başka mutluluklara bırakmıştır. Üç günlük dünyada mutluluğun güzergâhı bu değil midir? Ömrün bereketi burada saklı değil midir? O halde yeryüzünde insana teslim edilen emanetler kişinin kendisini, çevresini, anlam dünyasını tasarlayan varlıklar olarak binlerce yıldır varlığını sürdürmektedir. İnsanı var eden de bu emanetlerle kurduğu bağdır. Bu bağ ki insana yeryüzünde var olmak için, kendini var edebilmek için nedenler sunar. Bu bağ ki gelecek nesillere de hayallerini ve kendilerini yetiştirebilmek adına verimli bir toprak sunar. Binlerce yıllık tarihinde sahip olduğu her emanete alın teri ve çabayla ulaşmış Türk milletinin atalarında milyonlarca can, denizlerce kan ile bembeyaz teslim aldığı şeceresi ile kurduğu hayallerde işte bu toprakta filizlenmektedir.
Emanet kavramını idrak edemeyen hayatlar için huzur ve mutluluk aranıp bulunamayan bir servettir. Popülaritenin emanet adına ne varsa hor gördüğü zamanlardayız. Emanete hıyanetin isminin hoşgörü ve barış olduğu zamanlardayız. Bu insanın var oluşuna en büyük darbeyi indirmek değil de nedir? Bu ziyandan kurtulabilmenin bir yolu olduğuna iman etmekteyiz. Bekçisi olduğumuz emanetleri yarınlara ulaştırmak ve gönüllerdeki imanı dahi bizden sonrakilere miras bırakabilmek… Çünkü beşikten mezara teslim aldığımız emanetler Hakk’ındır. Bu yolda çekilecekler için, teslim aldığımız her türlü emanet adına, verdiğimiz ve vereceğimiz çabalar için yüce Türk milletine sabırlar diliyorum.

