Türk Milliyetçiliği üzerine geçtiğimiz ay yayımladığımız ilk yazımızda, Türk Milletini sevmekle başlayan Türk Milliyetçiliği fikrinin “Neden?”i üzerinde durduk. Bununla beraber Türk Milliyetçiliği fikrinin ferdiyetçiliğe karşı olduğuna dair keskin bir vurgu yaptık. Türk Milliyetçiliği üzerine, giderek sistemleşecek olan fikir ve görüşlerimiz ile yazı dizimize devam edeceğiz.

Bizim milliyetçilik anlayışımızda ferdiyetçilik ve milliyetçilik kesinlikle yan yana duramaz. Liberalizmden çıkan öğretilerde ise milliyetçiliğin kaynağı bizzat ferttir. Krala karşı başkaldıran ve özgürleşmek isteyen Fransız halkı çareyi, krallığa alternatif bir ulus devletinde bulmuştur. Siyaset biliminin en çok incelediği konulardan biri olan “siyasal iktidarın kaynağı”, tanrının kutsadığına inanılan bir kanı damarlarında taşıyan bir hanedana ait olmayacaksa kime ait olacak?  Bu sorunun cevabı elbette ki “millet”tir. Her milletin kendisine özgü bir millet tarifi olsa da, bugünün realitesi, iktidarın meşrû kaynağının millet olduğudur. “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.” şeklinde bir ifade ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda da yerini alan bu realite, dünyadaki toplumların demokratikleşmesindeki en önemli itici gücün millet kavramı ve milliyetçilik olduğunu gözler önüne sermektedir. İşte bu realiteyi keşfeden Fransızlar, 1789 Fransız İhtilâli ile beraber milliyetçiliğe sıkı sıkıya sarılmışlar ve bir ulus devleti inşa etmişlerdir. Dikkat edilmelidir ki liberaller, milliyetçiliğe, bir siyasî ve sosyolojik ihtiyaç olarak sarılmışlardır. Yani felsefelerinin başlangıç noktasında ve ontolojik temelinde millet olmamış, yine fert olmuştur. Fertler kendi menfaatleri ile uygunluğu doğrultusunda toplumsal menfaatleri savunmuş ve milliyetçiliği bir zaruret olarak tercih etmişlerdir. Bu satırları yazarken, rahmetli Galip Erdem’in “Milliyetçilik, toplu bencillik değildir!” şeklindeki ifadesi aklıma geliyor. Türk Milliyetçiliği fikrinin başlangıç noktasında ve ontolojik temelinde fert-benlik olmadığını, milliyetçiliğin ahlakî bir temayül olduğunu bu ifade ile güçlendirmek istiyoruz.

Alman fikir adamı Nietzche (Niçe), toplumu putlaştırmamak ve “ego”yu tanrılaştırmak şeklinde ortaya çıkan bir “individüalizm”i (ferdiyetçiliği) savunuyordu. Türk Milliyetçiliği fikrinin ferdiyetçiliğe karşı olduğunu defalarca vurguladık ve vurgulamaya devam edeceğiz. Egonun tanrılaştırılmasına karşı da Türk Milliyetçiliği fikrinin duruşunu ve tavrını tahmin edebilirsiniz. Zira Türk Milliyetçiliği ve Türk Milleti, Allah’tan başka hiçbir şeyi ilahlaştıracak kadar yüceltmez. Bununla beraber değinmemiz gereken bir mesele daha zuhur etmektedir. Türk Milliyetçiliği, toplumu da putlaştırmaz. Örneğin toplum ve millet için yapılacak her şeyi mubah göremeyiz.  Evet, milliyetçiyiz, ferdiyetçiliğe karşıyız, lakin bu sebepler hak ve hakikat dairesinden çıkmanın bahanesi olarak ileriye sürülemez. Evet, milliyetçiyiz, ferdiyetçiliğe karşıyız, lakin bu sebepler insanı insan yapan değerlerin dışına çıkılmasının, çiğnenmesinin bahanesi olamaz. Biz “fert yoktur, cemiyet vardır” derken, “insan”ın, yaratılmışların en şereflisi (eşref-i mahlûkat) olduğunu unutmayız. Ferdiyetçiliğe karşı çıkıyor olmamız, “insan”ın maddi ve manevi varlığını, kutsiyetini ve mukaddeslerini yok saydığımız anlamına getirilemez. Böylelikle cennet-mekân Başbuğ Alparslan Türkeş’in “9 Işık” doktrinindeki 7. Işık olan “Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik” ilkesi iyi anlaşılmalıdır. Türk Milliyetçisi, aynı zamanda hürriyetçi ve şahsiyetçidir. (Şahsiyetçilik ve ferdiyetçilik, dil bilimi açısından aynı anlama gelmektedir ancak bu ikisinin kavramsal olarak bambaşka anlamları ihtiva ettiğini vurgulamaktayız. Bu iki kavram birbirine asla karıştırılmamalıdır.)

Türk Milliyetçiliği’nin, dünyanın en eski milliyetçiliklerinden biri olduğundan bahsetmiştik. İspat isteyenler, Orhun Kitabelerine bakabilirler. Batı toplumları millet kavramının ne olduğunu bilmezken, kadim Türkler millet olmaktan bahsediyorlardı. Töresi olan – töre koyucu – düzen kurucu anlamına gelen “Türk”; töresi olanların /Türklerin – dağınık Türk göçerlerinin – aşiretlerinin/obalarının Oğuz Kağan tarafından birleştirilmesi ile millet olma şuurunu kazanmıştır. İslam’la tanıştıktan sonra da Türk; Müslüman Türk olarak Anadolu’ya yerleşmiş, İstanbul’u fethettikten sonra Selçuklu Devleti mirası, Osmanlı Devleti marifetiyle güçlü bir Türk-İslam medeniyeti inşa etmiştir. İstanbul’un fethedilmesi ile dünyanın en büyük ve en güçlü cihan devletlerinden birisi olan Roma’nın kalıntısı Bizans’ı sona erdiren Türkler, Türk Devleti’ni İmparatorluğa ulaştırmıştır. Türk Devleti/ Osmanlı Devleti, dünyanın merkezinde bulunan güçlü bir cihan devleti haline gelmiş ve dünya siyasetinde Roma’nın varisi olmuştur. Nizam-ı Âlem Ülküsü yolunda büyük bir cihan devleti olan ve büyük bir Türk-İslam medeniyeti kuran Osmanlı İmparatorluğu, sınırlarının büyümesi ile birçok milletten müteşekkil bir hâkimiyet sahasına erişmiştir.  Böylelikle Osmanlı’nın siyasî ve sosyolojik politikalarına “Osmanlıcılık” fikri mecburen zuhur etmiştir. Osmanlı’nın çöküş dönemlerine gelindiğinde, gayr-ı Müslim tebaa, Fransız İhtiâli’nden yayılan milliyetçilik akımlarının da etkisiyle Osmanlı’dan kopma arzusuna düşmüştür. Bununla birlikte Osmanlıcılık fikrinin yerine “İslam İttihadı” fikri taraftar toplamaya başlamış, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Arap Yarımadası da Osmanlı’dan kopunca bu fikrin de başarısız olacağı gün yüzüne çıkmıştır. İşte bu dönemlerde, Ziya Gökalp’in de önemli ölçüde katkıda bulunduğu “Türkçülük” fikri, Türk Milleti’ne Cumhuriyet’i kurduracak fikirlerin üretilmesinde itici güç olmuştur. (Türkçülük fikrinin adı  <Osmanlı – Müslüman – Türk> bu üç kavramdan Türk’ün tercih edilmesine dayanan bir fikir olduğu için “Türkçülük”tür. Zira Türk Milliyetçiliği = Türkçülük, İslam İttihadı fikrine karşı değildir, beynelmilelliğe/milliyetsizliğe karşıdır. )

Görüldüğü üzere Türkçülük, liberal milliyetçilik gibi fertlere bağlı menfî bir temelden zuhur etmemiş, ahlakî bir vazife şuuru ile cemiyet için, millet için husûle gelmiştir. Çıkış noktasında ve ontolojik temelinde, millet menfaatleri vardır.

Türk Milliyetçiliği, Türkçülük fikrinin cereyan etmesinden bu yana birçok entelektüel, aydın, mütefekkir ve münevver tarafından yoğrularak gelişmiş ve sistemleşmiştir.  Bugün de Türk Milliyetçiliği’nin fikir, öğreti ve doktrin olarak tekâmül süreci devam etmektedir.

“Millet” kavramını kullanırken, hasbelkader bir araya gelmiş ve sadece birlikte yaşama zarureti olduğu için birbiri ile münasebet kuran fertlerden müteşekkil bir topluluğu, statik bir kitleyi, bir halk yığınını kastetmiyoruz. Millet; müşterek bir geçmişi ve geleceği olan ve kültürü itibarı ile diğer topluluklardan ayrılan, mensubiyet, sevgi ve sadakat ile millet olma şuurunu mensuplarında taşıyan bir sosyolojik cemiyet birimidir. Millet; toplumun şahsiyete bürünmüş halidir. Hâsılı, millet, içerisinde bir özgünlük ve orijinallik barındırır. “Olağan dışı yollarla” millete ve o milletin siyasallaşmış hali olan devlete; dışarıdan, yabancı, toplumun içerisinden doğmayan fikirler, doktrinler, siyasî, hukukî, soyo-kültürel, sosyo-ekonomik sistemler ve kaideler aşılamaya ve iktibas etmeye kalkarsanız; milletin özgünlüğünü, orijinalliğini, binaenaleyh, şahsiyetini bozarsınız.

Elbette ki millet, her dönem bir tekâmül süreci içindedir. Bu tekâmül süreci içinde millet, diğer milletlerle temas halindedir. Milletlerin kültürlerinin ve medeniyetlerinin gelişmişlik düzeyleri ile de alâkalı olarak milletler, birbirlerinden kültür ve medeniyet unsurları alabilirler. Bu; olağan, normal ve hatta kaçınılmazdır. Kaldı ki, milletin olağan yollarla aldığı bu kültür ve medeniyet unsurları, milletin içinde yoğrulacak, yorumlanacak ve özgün bir terkibe ulaşacaktır. Lakin olağan dışı yollarla, tepeden inme, tavandan-tabandan-kenardan dayatma ve zorlama gibi yöntemlerle milletin olağan tekâmül sürecine yapılan yapılan/yapılacak müdahaleler, millet için büyük bir tehlike arz etmektedir. Çoğu zaman Türk Milletinin çağdaşlaşması/muasırlaşması için, milletin olağan tekâmül sürecine müdahale edilebilmiştir/edilebilmektedir. Olağan dışı yollarla dışarıdan müdahale ve dayatma ile iktibas şöyle dursun, çağdaşlaşma/muasırlaşma doğrultusunda –gerektiğinde- millet için yeni baştan/sıfırdan “üretilecek” yeni medeniyet unsurları bile millî ve manevî değerlerle uyum içinde, özgün bir terkipte üretilmelidir. Bu yüzden milletin olağan tekâmül süreci korunmalı ve muhafaza edilmeli, desteklenmeli, olağan dışı müdahalelere mani olunmalı ve bu müdahalelere karşı tedbir alınmalıdır.

İşte tam da bu noktada, Türk Milliyetçiliği’nin “muhafazakârlık” anlayışı doğmaktadır. Muhafazakârlığın dindarlık olarak tanımlanması, toplumda umumî kabul görmüş yanlış bir kanıdır. Elbette ki, Allah katındaki tek din olan İslam, Türk Milliyetçiliği’nin ontolojik temelindeki en önemli unsurlardan biridir ve muhafazakârlık kavramının felsefemizdeki ve mefkûremizdeki karşılığında dindarlık “olmazsa olmaz” bir öneme sahiptir. Lakin muhafazakârlığın kavramsal olarak terminolojideki karşılığı, var olan statik veya akışkan bir durumun, fikrin veya sosyolojik, kültürel, siyasî, iktisadî vb. bir yapının  “olağan tekâmül süreci ile beraber” muhafaza edilmesidir. Türk Milliyetçiliği fikri de bu tarifi kabul eder. Bu yüzden muhafazakârlık, tutuculuk ile karıştırılmamalıdır. Türk Milliyetçiliği fikri, muhafazakâr bir çağdaşlaşmayı savunur.

Milletin özgünlüğünün ve şahsiyetinin korunması, bu milletin içinde dünyaya gelmiş ve bu milletin kültürü ile milletine sevgi besleyen bireyin millet olma şuuruna sahip olmasını da muhafaza edecektir. Günümüzde vahşi kapitalizm, emperyalist yöntemlerini geliştirmiş ve “küreselleşme” projesini uygulamaya koymuştur. Toplumların tek tipleşmesi arzusunu taşıyan küreselleşme projesi ile beraber –emperyalist ülkeler millî şuurlarını muhafaza edebilmekteyken- gelişmekte olan veya gelişmemiş ülkeler, beynelmilellik (kelime anlamı milletlerarası olsa da asıl kavramsal anlamı milliyetsizliktir) tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. “Batıdakiler uzaya çıktı, siz hâlâ Türk diyorsunuz, millet diyorsunuz” veya “küreselleşen dünyada milliyetçilik mi kaldı” şeklinde karşılaştığımız idraksiz, akılsız ve şuursuz ifadeler ne yazık ki tezimizi doğrulamaktadır. Yine aynı şekilde toplumun bazı kesimlerinin, bazı okur-yazarların, entelektüellerin ve aydınların “sekülerizm” adlı tehlike ile karşı karşıya kaldığını görüyoruz. Batı medeniyetini yakalamak için sekülerleşmek gerektiğini düşünenler, sekülerleşmenin meydana getireceği onulmaz tahribatları göz ardı etmektedirler. Prof. Dr. Erol Güngör, sekülerleşerek medeniyetini yükselten batı toplumlarının, bu sekülerleşme ile ortaya çıkan ahlak buhranını çözüme kavuşturamadıklarını vurgulamaktadır. Seyyid Ahmet Arvasî, dünyadaki felsefe sefaletine ve çağın, insanı insana yabancılaştırdığına dikkat çekmektedir. Peyami Safa, insanın akılcı olmaya çalışırken ruhsuzlaştığını ve kendisini beş duyu idrakinin kapalı devresi içinde tutsak ettiğini belirtmektedir. Sekülerleşerek yükselen Batı medeniyetinin sonu, yine sekülerleşmenin tahribatından husûle gelecektir.

Evet, bugün batı medeniyeti zirvededir. Bu teknolojik medeniyetten daha büyük bir medeniyet inşası hamlesi başlamalıdır. Batının medeniyet unsurlarını kullanmak ve iktibas etmek olağandır lakin bu ruhsuz, maneviyatsız, mekanik, estetiksiz, yabancı medeniyetin unsurlarını iktibas ederken, bu unsurlar ruh, mana ve estetik dairesinde yorumlanarak özgün bir terkibe ulaştırılmalıdır.

Aslında bu terkip, -daha önce de belirttiğimiz gibi- milletin olağan tekâmül süreci içinde olağan temas ve iktibaslarla kendiliğinde oluşur lakin bunun önünde iki engel mevcuttur:

1-Aşağılık kompleksi  2-Özentilik

Fertler, milletini hâkir görerek kendisine, kültürüne, an’anesine, kimliğine dair unsurları terk etme eğiliminde bulunabilmektedirler. Millî ve manevî felsefe ve mefkûrelerini bilmeyen veya unutan fertlere özgü bu durum, aşağılık komplekisinin açık bir belirtisidir. Fertleri ve milleti, kültür emperyalizminin açık hedefi haline getiren aşağılık kompleksinin potansiyel tahribatı çok yüksektir. Bununla beraber bir takım fertler, aşağılık kompleksinde bulunsa da bulunmasa da (veya ikisi arasında bir derecede bulunsa da) milletini hâkir görse de görmese de (veya ikisi arasında bir derecede görse de) yabancı bir medeniyet ve kültüre hayranlıkla beraber bu medeniyet veya kültürün unsurlarını kendisinde/hayatında aynen uygulama/kullanma eğilimi gösterebilmektedir. İşte bu da özentiliğin belirtisidir. Yine aşağılık kompleksi gibi özentilik de fertlerin millî ve manevî felsefe ve mefkûrelerini bilmemesinden veya unutmasından meydana gelmektedir. Özentilik de, fertleri ve milleti kültür emperyalizminin açık hedefi haline getirir ve potansiyel tahribatın çok yüksek olduğu bu durumda bu potansiyel çoğu zaman kinetiğe dönüşmüştür/dönüşmektedir.

Özellikle kentleşmenin artması ve kent nüfusunun çoğalması ile birlikte kent kültürü, nesiller arasındaki iletişimi günden güne koparmakta ve Durkheim’ın bahsettiği “içtimaî veraset”in yeni nesillere aktarılmasını zorlaştırmaktadır. Resmî maarif teşkilatlarının da nesillerin eğitiminde yetersiz kaldığı aşikârdır. Bu yüzden yeni nesillerde aşağılık kompleksi ve özentiliğin, bunlarla beraber zuhur eden ahlakî çöküntünün belirtileri gün geçtikçe çoğalmaktadır. Bu ahvâl içinde sürüklenen gençlerimiz, bizi derin bir üzüntüye sevk etmektedir.

Bunlarla beraber aydınlarımızda da aşağılık kompleksi ve özentiliğin belirtilerini görebilmekteyiz. Kasten bu ahvâle bürünenlerden bahsetmek bile istemiyoruz. Ancak – iyi niyetli olarak – milletimizin batı medeniyetini yakalamasını arzu eden aydınlarımızdan bazıları da aşağılık kompleksi ve özentiliğe kapılabilmektedir. Dünyanın en büyük medeniyetlerinden birini bu topraklarda inşa etmiş olmasına rağmen Türk Milleti’nden çağdaş bir medeniyetin daha doğamayacağı fikri, bu aydınlarımızın tefekkür dünyasına zuhur edebilmektedir. Bu aşağılık kompleksi ve özentiliğin bir neticesi olarak bazı aydınlarımız tarafından, biraz önce değindiğimiz sekülerleşmek fikri de ne yazık ki savunulabilmektedir.

Türk Milliyetçiliği muhafazakâr ve özgün bir çağdaşlaşma sürecini destekler ve aşağılık kompleksi ve özentiliği reddeder. Toplumsal özgünlük arzusu ile beraber bireysel özgünlük de bu doğrultuda Türk Milliyetçiliği’nin önemli savunuları arasındadır, çünkü toplumsal özgünlüğün muhafazası, bireylerin yaşantılarında ve fikirlerinde özgün olmasından geçecektir. Yine toplumsal özgünlük ve bireysel özgünlük, Türk Milliyetçiliği’nin arzuları ve ara hedefleri olmakla beraber bunların tesisi, Türk Milleyetçiliği’nin bizzat kendisinin yayılması ile hızlanacaktır. Bununla beraber Türk Milliyetçiliği’nin devlet ve medeniyet anlayışı da, millî ve özgün bir devlet ve medeniyetten yanadır. Yine vurgulamak isteriz ki Türk Milliyetçiliği, sekülerleşmeye karşıdır.

Bir yanıt yazın