1. Yüzyılda Liberal Enternasyonalizmin İlk Yol Ayrımına Doğru

Liberal enternasyonalizm 2010’lu yıllar itibariyle bir kriz içerisine girmiş görünmektedir. Afganistan ve Irak’ın işgal yoluyla liberalleştirilmeleri amacıyla gerçekleştirilen operasyonlarının doğurmuş olduğu neticelerden dolayı, ABD’nin liberal enternasyonalist politikalarını gözden geçirmesi ve böylece yeni dönemde ortaya çıkan küresel gerçekliklere yaslanan yeni bir yol haritasıyla dış politika vizyonunu belirlemesi muhtemel gözükmektedir. Soğuk Savaş’ın bitiminden 2010’lu yıllara kadar geçen yaklaşık yirmi yıllık süre içerisinde ABD liderliğinde küresel anlamda bir yayılma alanı bulan liberal fikirler hem normatif hem de stratejik anlamda, günümüz dünyasında birtakım tehditlerle karşı karşı kalmaktadır.

Soğuk Savaş’ın bitişi siyasi tarihte benzerine ilk defa rastlanılan tek-kutuplu bir dünya sistemi ortaya çıkarmış ve bu sistem içerisinde ABD küresel hegemon bir karakterde kendi siyasal ve ekonomik düzenini küresel anlamda yayarak liberal enternasyonalizme önemli bir alan açmaya çalışmıştır. Yaklaşık yirmi yıllık bu dönemde gerek uluslararası liberal örgütler gerekse de ABD, küresel anlamda rakipsiz kalmanın verdiği motivasyonla tüm dünyanın demokratikleştirilebileceği gibi ütopik idealist yaklaşımlar ortaya koymuş ve uygulamaya geçirmeye çalışmışlardır. Fakat Rusya ve Çin gibi devletlerin 2000’ler boyunca uluslararası arenada etkili hale gelmeye başlamaları, Orta Doğu’da ortaya çıkan ve Avrupa’nın en merkezi ülke ve şehirlerinde dahi eylem yapabilecek kapasiteye ulaşan radikal dinci grupların yükselişi ve liberal Batılı devletlerde ortaya çıkan ekonomik daralmalar, liberal enternasyonalizmin geleneksel çizgisinin dışına taşması beklenmeyen ve fakat yeni bir formla yoluna devam etmesine neden olabilecektir.

Rusya ve Çin başta olmak üzere, Asya ve Güney Amerika’daki otoriter kalkınmacı yönetimlerin küresel ekonomide etkilerinin artması ve liberal ekonomilerdeki sıkıntılar refahın sadece liberalizmle ilişkilendirilmesinin sorgulanmasına neden olmaya başlamıştır. Ayrıca, birçok baskıcı rejimin güvenlik sağlama konusunda en azından son yirmi yılda liberal dönüşüm sürecinde felakete sürüklenen Irak ve Afganistan gibi ülkelerden daha başarılı olduğu yönünde bir yaklaşım da güçlenmektedir. Özellikle Orta Doğu’da dini karakterde rejim isteyen kitlelerin sayılarının hızla artması ve bunun politik bir karşılığının olması liberalizmin ve demokrasinin bu bölgelerde alternatifsizliğinin tartışılmasına neden olmaktadır. 2011 yılında Tunus’ta başlayan ve hızla bölge geneline yayılan otoriter rejimlere karşı ayaklanmaların demokratik taleplerle ortaya çıkmış olduğu düşünülse de ortaya çıkardığı siyasi tabloda -özellikle Mursi dönemi Mısır ve IŞID etkisindeki Suriye ve Irak- ılımlı veya radikal ve fakat bir ölçüde liberalizmle mesafeli yönetimlerin iş başına gelebildiği veya belirli bölgelerde hakimiyet tesis ettiği açıkça görülmüştür.

Radikal grupların etkinliği sadece Orta Doğu ile sınırlı kalmamıştır. Orta Doğu’daki çatışma ortamının motive ettiği radikal fikirlere sahip militanlar Avrupa’nın göbeğinde de -son örneği Fransa’daki karikatür dergisi Charlie Hebdo’ya yapılan saldırı- silahlı eylemler yapma kapasitesine ulaşmışlardır. Bu durumunun, küresel anlamda liberalizmin, özgürlüklerin arttırılması fikrinden, Mark Neocleous(2008)’un tasvir ettiği güvenlik fetişisti bir liberal yaklaşıma evrilebileceği bir dönemin kapısını arayabilmesi ihtimal dahilindedir. Böylece bir yandan içeride sıkı güvenlik önlemlerinin artacağı bir döneme geçilirken bir yandan da dışarıda özgürlükleri genişletmesinden ziyade güvenliği sağlaması yeterli görülen yönetimler desteklenebilecektir. Bunun ilk belirgin yansımaları Mısır’da Mursi’nin iktidardan askeri bir darbe ile uzaklaştırıldığı dönemde gözlemlenmiştir. Arap Baharı ayaklanmaları neticesinde Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler destekli ılımlı İslamcı bir çizgisi olan Muhammed Mursi yönetiminin, Orta Doğu’da radikal grupların artmaya başladığı bir dönemde iktidardan askeri müdahale ile devrilmesi sürecine ABD’den ve liberal Batı’dan ciddi anlamda bir itiraz gelmemiştir. Liberal Batı’nın çıkarlarına uzun vadede tehdit oluşturması muhtemel bir yönetime karşı anti-demokratik bir yöntem olan askeri bir darbe liberal dünya tarafından olumsuz karşılanmamıştır. Bu durum, Soğuk Savaş Dönemi liberalizminin demokrasi ve sadakat ikileminde kaldığında sadakati tercih etmesine benzer bir şekilde yeni dönemde demokrasi ve güvenlik ikileminde güvenliğin tercih edilmesinin olası olduğunu göstermektedir.

Çin ve Rusya’nın başını çektiği Batı-dışı dünyanın ekonomik ve askeri kapasitelerini son on yılda dikkat çekici bir şekilde arttırması da liberal enternasyonalizmin yeni bir döneme adım atmasında etkili olacaktır.  142 yıldır dünya ekonomisine liderlik eden ABD, IMF’ye göre Ekim 2014 itibariyle satın alma gücü paritesinde Çin’in gerisine düşmüştür (Mailonline, 09.10.2014). Böylece, yaklaşık iki yüz yıl aradan sonra Batı-dışı bir ülke ekonomik anlamda dünya liderliğini eline geçirmiştir. Dünya ekonomik gücünün uzunca bir süredir Batı’dan hızla Batı-dışı dünyaya kaymasıyla ABD’nin siyasi etkisinin de başta Asya-Pasifik Bölgesi’nde olmak üzere kırılmaya başlaması riskini de beraberinde getirecektir. ABD’nin etkisinin azalacağı bölgeler şüphesiz ki başta Çin olmak üzere dünya ekonomisinin yükselen yeni aktörleri tarafından doldurulacaktır.

ABD 2000’ler boyunca dışarıdaki enerjisinin çoğunluğunu Afganistan ve Irak’ta harcayarak, buralara fazlaca ekonomik, siyasi ve insani yatırım yapmasına rağmen beklenilen faydayı sağlayamadığı gibi Asya-Pasifik’te Çin’in büyük bir askeri-ekonomik güç olarak ortaya çıkışını da öngörememiştir. Obama’nın 2009’da başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte ABD dış politikası Çin’in yükselişini dikkate alan ve buna göre küresel yaklaşımını belirlemeye çalışan bir yöntem benimsemiştir. Irak ve Afganistan’dan askerlerinin çok büyük çoğunluğunu çeken ABD, askeri harcamalarını kısarak Asya-Pasifik’i odak noktasına yerleştirmiştir. ABD’nin yeni dönemde Asya-Pasifik politikasının çerçevesini Obama’nın ilk döneminde dışişleri bakanlığı yapan Hillary Clinton (2011) Foreign Policy dergisi için hazırladığı bir makalede çizmiştir.

“Amerika’nın Pasifik Yüzyılı” adıyla yayınlanan makalede Hillary Clinton, ABD’nin 21. yy. stratejilerinin merkezinde Asya-Pasifik bölgesinin yer aldığını ve Amerika’nın stratejik çıkarlarını bu bölgenin denklemlerine göre belirleyeceğini belirtmiştir. Irak ve Afganistan’da harcanan süre ve kapasitenin verimsizliğini üstü kapalı bir şekilde kabul eden Hillary Clinton, bundan sonrası için ABD’nin liderliğini devam ettirmek, çıkarlarını korumak ve değerlerini güçlendirmek için zamanını ve enerjisini nereye harcayacağıyla ilgili daha akıllıca ve sistematik olması gerektiğinin altını çizmiştir. Bu doğrultuda Amerika’nın önümüzdeki on yılda temel ilgi odağının Asya-Pasifik olacağı belirtilmiş ve böylece “Asya Pivot Stratejisi” ortaya çıkmıştır. Bu yeni strateji kapsamında Pasifik’te ikili güvenlik işbirliğini arttırmak, yükselen güçlerle Amerika’nın ilişkilerini güçlendirmek, çok taraflı bölgesel örgütlerle yakınlaşmak, demokrasi ve insan haklarını güçlendirmek gibi yaklaşımların yanı sıra geniş tabanlı askeri varlığı arttırmak da ABD’nin temel önceliği olarak belirtilmiştir. Her ne kadar bölgenin geneli yeni stratejinin bir hedefi haline gelse de temel hedef Çin olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hillary Clinton her ne kadar bölgeye olan ilginin Çin başta olmak üzere yükselen ekonomilerle yakınlaşmayı ve dolayısıyla ortaya çıkacak ekonomik canlılıktan bölge ülkeleriyle birlikte ortak bir kazanç sağlamayı amaçladığını dile getirse de, Çin’in ekonomisiyle paralel yükselen teritoryal hevesleri –Güney ve Doğu Çin Denizlerinde- ABD’yi rahatsız etmektedir. ABD Asya Pasifik ile İlişkilerden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Daniel Russell, Soğuk Savaş Dönemi’nde Amerikan güvenlik şemsiyesinin Asya-Pasifik’te on yıllarca barışı sağladığını, yeniden-dengeleme stratejisinin de yeni dönemde yükselen Çin etkisi ve kararlığına karşı benzer bir durumu ortaya çıkaracağını belirtmiştir (The Guardian, 28.01.2014). Zaten Hillary Clinton (2011) da Amerika’nın bölgeye ihtiyacı olduğu kadar bölgenin de Amerika’ya ihtiyacı olduğunu ve bölgenin Amerikan liderliğine istekli olduğunu belirterek Çin’in yayılmasından endişe eden bölge ülkelerine de mesaj vermektedir. Hillary Clinton’ın çerçevesini çizdiği yeni dönemde ABD’nin dış politikasının merkezinde olacak olan Asya-Pasifik stratejisi Obama’nın ikinci defa Başkan seçilmesiyle net bir şekilde uygulamaya konulmuştur.

Bir önceki seçimin ardından ilk yurtdışı ziyaretlerini Türkiye’nin de aralarında bulunduğu Avrupa ve Orta Doğu ülkelerine yapan Obama, ikinci defa seçilmesinin hemen ardından (2012’de) ilk yurtdışı ziyaretlerini ise, ikisi ilk defa bir ABD Başkanı tarafından ziyaret edilen (Myanmar ve Kamboçya) Çin’e komşu veya çok yakın üç (diğeri Tayland) ülkeye gerçekleştirmiştir. Yeni dönemde de liberal değerleri uluslararası ilişkilerde kullanacağı söylemlerinden anlaşılan ABD, Obama’nın seçim sonrası ilk ziyaretini gerçekleştirdiği ülkelerin jeopolitik konumları göz önüne alındığında, liberal yayılmaya Sovyetlere karşı uygulanan çevreleme politikasına benzer bir boyutu da ekleyebileceğinin sinyallerini vermektedir. Zira güvenlik uzmanı Wang Yusheng, “Çin’in yükselişi” ve “Çin tehdidi” gibi teorilerin kullanılmasıyla ABD’nin Çin’in komşularını bölgedeki Amerikan varlığına ve onun liderliğinde Çin’e karşı yeniden-dengeleme yapmaya ikna etmek istediğini ileri sürmektedir (The Huffington Post, 20.11.2012) . Mel Gurtov, Japonya, Güney Kore, Vietnam, Avustralya ve Filipinler ile güvenlik ilişkilerinin güçlendirmesi konusuna yapılan vurguların, Çin’de ABD’nin Soğuk Savaş mantığı olan çevrelemeyi yeniden canlandırmaya çalıştığını düşünenleri desteklediğini belirtmektedir (The Guardian, 28.01.2014).

Çin’e ilave olarak Ruya’nın da Putin liderliğinde 2000’ler boyunca küresel siyasette etkili hale gelmesi de ABD’nin yeni dönemde liberal enternasyonal dönüşümünde etkili olması muhtemel bir unsurdur. Ekonomik etki alanını genişletmenin yanı sıra Rusya, ilk olarak Abhazya ve Güney Osetya üzerinden Gürcistan’a, son olarak da Kırım üzerinden Ukrayna’ya yaptığı müdahalelerle siyasi hakimiyet alanını da genişletmiştir. Daha da önemlisi bu askeri müdahaleler, önümüzdeki yıllarda farklı bölgelere yayılacak şekilde Rusya tarafından kullanılacak bir dış politika tarzının işaretleri olarak da değerlendirilebilir. Avrupa içlerine doğru ekonomik ve siyasi etki alanı genişleyen Rusya, ABD’nin küresel liderlik iddiası ve ihtiyacının zarar görmesi anlamına gelecektir. Dolayısıyla yeni dönemde, Rusya da tıpkı Çin gibi kendi bölgesinde dengelenmek istenebilecektir. Çin’i bizatihi kendisinin dengeleyeceğinin ipuçlarını veren ABD, Rusya’nın Doğu Avrupa’da dengelenmesini ise Avrupalı müttefikleri aracılığıyla yapabilecektir. Bu anlamda Orenstein (2014), Ukrayna krizinin ortaya çıkardığı sonuca bakarak Rusya’yı Doğu Avrupa’da karşılayacak olan en olası ülkenin Almanya olduğunu belirtmektedir. Böylece, Avrupa’nın temel meselelerinin daha önce Franco-German uzlaşmasıyla belirlendiği gibi, yeni dönemde de Russo-German mutabakatı Avrupa’nın gidişatını belirleyecektir (ibid). Bu sayede Rusya’nın Avrupa’daki faaliyetleri kontrol-dışı kalmayacak ve Almanya merkezli liberal Avrupa tarafından kontrol edilip dengelenecektir.

Yeni dönemin yol ayrımında ABD, liberal enternasyonalizminin sınırları çizmek zorunda kalacaktır. 1990’larda liberalizmin zirveye ulaştığı bir dönemde dahi idealist ütopik beklentilerinin büyük bölümü karşılayamayan ABD, yeni dönemde güçlenmekte olan rakiplerine ve küresel şartların sınırlarına uygun olarak hem coğrafi anlamda liberal yayılma alanının hem de içerik olarak liberal enternasyonalizmin sınırlarını belirlemek zorunda kalacaktır. Her ne kadar yeni dönem kendi şartlarını ve teorilerini içinden geçtiğimiz zaman diliminde henüz belirliyor olsa da ilk veriler, geçmiş dönemlerdeki liberal enternasyonalizmin dönüşüm süreçlerinden de yararlanarak, bu yeni dönemin paradigmalarının birtakım ipuçlarını vermektedir.

ABD öncülüğünde liberal enternasyonalizm yeni dönemde, liberalizmin temel mantığına uygun olarak evrensel bir dil kullanmaya devam edecek olsa da, rakiplerini çevreleme stratejisi kapsamında enerjisinin önemli bir kısmını belli coğrafya ve ülkelere harcayacaktır. Bu anlamda, Çin’in ekonomik liderliğinin ve teritoryal heveslerinin kontrol edilmesi amacıyla ABD’nin ana odak noktası Asya-Pasifik bölgesi olacaktır. Bu bağlamda, ikili ve çok taraflı askeri ve siyasi ittifakların kurulması veya var olanların güçlendirilmesi muhtemeldir ki benzer bir argüman Hillary Clinton (2012) tarafından da -geniş tabanlı askeri işbirlikleri şeklinde- ileri sürülmüştür. Bununla birlikte Rusya’nın Ukrayna sonrası başka hedeflere yönelmesi halinde bu ülkenin de bölgesel müttefikler aracılığıyla dengelenmesinin sağlanmaya çalışılacağı ihtimal dışı değildir.

Liberal enternasyonalizmin yeni dönemde normatif anlamda ise Soğuk Savaş dönemine benzer bir sınır içerisinde hareket etmesi beklenebilir. Orta Doğu başta olmak üzere çatışma bölgelerindeki dramların gündemdeki yerlerini korumasıyla insan hakları ve demokrasi söylemlerine ağırlık verilmesi olasıyken, küresel ekonominin aktör ve pazar anlamında çeşitlenmesiyle de serbest ticaret vurgusu arttırılabilecektir. Fakat Çin ile olan rekabette ABD ve müttefikleri arasındaki ilişkide Soğuk Savaş Dönemi’nde olduğu gibi sadakat ve liberal değerler arasında bir çatışma çıktığında, liberal değerlerin ikinci plana atılacağı ve sadakati gözetmenin ABD açısından daha stratejik olacağı muhtemeldir. Ayrıca teritoryal anlamda yayılmaya Çin’in başlaması ve Rusya’nın da devam etmesi halinde, Soğuk Savaş sonrası dönemde bizatihi liberal Batı tarafından zedelenen devlet egemenliği kavramı yeni dönemde liberal Batı tarafından rakiplerinin yayılmalarının engellenmesi için tekrar Wilsoncu yaklaşımdaki şekliyle başvurulan bir norm haline gelebilecektir.

Orta Doğu’daki krizin devam etmesi veya daha da derinleşmesi durumunda ABD’nin bölgeye güvenlik eksenli yaklaşacağını düşünmek yanlış olmayacaktır. Bölgedeki istikrarsız ortamın küresel anlamda tehdit oluşturan radikal yapılanmaların önünü açması, yeni dönemde ABD tarafından bölgede otoriter ve fakat güvenliği tesis ederek istikrarı yakalamış olan yönetimlere destek verilebilecektir. Suriye’de otoriter Esad rejiminin, liberal Batı’ya tehdit oluşturan cihatçıları birlikte yok etme şartıyla desteklenmesi gerektiği yönündeki tartışmaların Batı siyasi ve entelektüel çevrelerinden şimdiden dillendiriliyor olması (bkz. Fuller, 2014) yeni dönemde güvenlik ve liberal değerler çatıştığında da güvenliğin tercih edileceğinin ipuçlarını vermektedir. Soğuk Savaş Dönemi liberal enternasyonal düzenine benzer bir sisteme gebe olması muhtemel bu yeni dönemin, tam olarak kendi kimliğini bulabilmesi için Soğuk Savaş Dönemi liberal enternasyonal düzeninin kendi mecrasına oturmasına vesile olan Kore Savaşı benzeri bir uluslararası politik-sistemik bir kırılmanın da yaşanması gerekmektedir.

 

KAYNAKÇA

Clinton, H., (2011), America Pacific Century, Erişim Tarihi 24 Aralık 2014, http://foreignpolicy.com/2011/10/11/americas-pacific-century/.

Fuller, G. E., (2014), “Embracing Assad Is a Better Strategy for the U.S. Than Supporting the Least Bad Jihadis”, The Huffington Post, Erişim Tarihi 10 Ocak 2015, http://www.huffingtonpost.com/graham-e-fuller/us-assad-isis-strategy_b_5898142.html.

Mailonline, (2014), America usurped: China becomes world’s largest economy – putting USA in second place for the first time in 142 years, Erişim Tarihi, 15 Şubat 2015, http://www.dailymail.co.uk/news/article-2785905/China-overtakes-U-S-world-s-largest-economy-IMF-says-economy-worth-17-6trillion-America-falls-second-place-time-1872.html.

Neocleous, M., (2008), Critique of Security, Edinburgh: Edinburgh University Press.

Orenstein, M. A., (2014), “Get Ready for a Russo-German Europe”, Foreign Affairs, Erişim Tarihi 14 Ocak 2015. http://www.foreignaffairs.com/articles/141018/mitchell-a-orenstein/get-ready-for-a-russo-german-europe.

 

The Guardian, (2014), Obama’s Asia rebalancing turns into a big foreign policy heachache, Erişim Tarihi 10 Ocak 2015. http://www.theguardian.com/world/2014/jan/28/obama-china-japan-relations-asia.

The Huffington Post, (2012), How Asia Sees Obama’s Pivot to the Pacific, Erişim Tarihi 10 Ocak 2015, http://www.huffingtonpost.com/huff-wires/20121120/as-obama-pacific-pivot/?utm_hp_ref=green&ir=green.

Bir yanıt yazın