Sevgili Yeni Ufuk Okuyucuları, “Ahlak Meselemiz” diyerek başladığımız ilk yazımıza ahlakın temelini oluşturan imanın temel mihenk taşlarından bir şerefli söz ile devam etmeyi arzu ediyoruz: “Allah için sevip Allah için nefret etmedikçe gerçek mümin olamazsınız.”

Dünya üzerinde mevcut tüm toplumların, gelmiş geçmiş tüm dinlerin ve ideolojilerin temeli insana dayanır. Toplumları oluşturan bireyler adeta binayı oluşturan temel gibi sağlam olduğu takdirde üzerilerine inşa olunacak tüm yapılar, ideolojiler sağlam ve daha uzun ömürlü olur.

Bireyi ahlaken, ilmen çökertirseniz de buna bağlı olarak toplumun her alanında farklı yönlerde yıkımlar meydana gelir.  Bu noktada bugün sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde aslında salgın bir hastalık misali ahlak çöküntüsü yayılmaktadır.

Konumuz aslen Türkiye ve okurlarımız da ağırlıklı olarak Türk Milliyetçileri olduğu için konuyu çok da dağıtmamak adına ahlak çöküntüsünün bizdeki yansımalarına ve bunu gidermek için yapılması gerekenlere dilimiz döndüğünce değinmek istiyoruz.

Peygamberimiz dönemi sonrası o dönemi yaşamış bir arkadaşının şu ifadesi çok dikkat çekicidir: “Biz fakirlikle imtihan olduk ve imtihanı geçtik ancak zenginlikle olan imtihanı veremedik.” Bu söz adeta Türk Milliyetçilerinin dünü ile bugününü anlatıyor. 12 Eylül öncesinde her türlü yoksulluğun, yoksunluğun, baskının, zulmün karşısında dimdik ayakta adeta birer iman abidesi olan gönüllere sahip bu hareket bugün her türlü imkân elinin altında iken, parlamentoda temsil edilebilir iken, şehirlerde güvenlik içerisinde her türlü faaliyetini icra edebilirken her neden ise sanki ruhunu kaybetmiş bir ceset gibi atalet içerisinde bekliyor.

Bu durum için birçok neden saymak mümkün ancak bizim kanaatimiz bu hareketin neferlerinin büyük bir kısmının farkına varmadan son 40 yıl içerisinde ahlak erozyonuna uğramasıdır. Burada ahlaktan kastımız salt ibadetlere olan uzaklık yakınlık değil ancak eylemlerin genel amacını belirleyen ahlaki çizgiyi yani bir işi yaparken Allahın rızasına, sevgisine uygun mu değil mi hassasiyetini kaybetmiş olmalarına bağlıyoruz.

İnancımız o ki iyi bir ülkücü iyi bir mümin olma ön koşulunu taşımalıdır.  Mümin kişi olmak yapılan eylemlerde ilk ve tek olarak Allah rızasını ön plana çıkarmayı gerektirir. Para pul, başkanlık, vekillik, reislik, hükmetmek, gibi insanın nefsine hoş gelen şeylerden ötürü tavırlarımızda, sözlerimizde bir eğilme, büzülme meydana geliyorsa bizde bir eksiklik var demektir. Allah-u Teâlâ Fussilet Suresi 30. Ayet’te şöyle buyuruyor:

“Rabbimiz Allah’tır.” diyen ve sonra da doğruluktan ayrılmayanlara gelince, onların üzerine sık sık melekler iner ve şöyle der: “Korkmayınız ve üzülmeyiniz, size vaat olunan cennetle sevininiz!

Bu ayetle yazımızın başında verdiğimiz peygamberimizin şerefli sözü adeta birbirini açıklıyor. İman eden kişi Allah’tan başkasına boyun eğmeyen kişidir. Bu iman onu dosdoğru, dimdik ayakta duran ve lafı sözü eğip bükmeden söyleyen, kısa süreli dünya menfaatlerini ön plana çıkarmadan Allah’ın rızası ve sevgisi için çalışan kişi yapar. Böyle bir insan toplumda hangi konumda olursa olsun yaptığı her işte önce Allah rızasını düşüneceği için böyle imanlı fertlerin olduğu toplumlarda ahlaki çöküntü, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, kamu hakkını gasp etme gibi hastalıklar türemez.

Bu özellikler bireylerde yoksa bugün toplumda yaşadığımız her türlü olumsuzluk tarlada yetişen ayrıkotu gibi yeşerir gider ve toplumu içerden kemirir, çökertir.

Kanaatimizce son 40 yıl içerisinde milliyetçi camiada ve tüm Türk toplumunda yaşanan da bu çöküntünün sonucudur.

Ortada herhangi bir menfaatin olmadığı, tam tersi her gün “Milliyetçiyim!” demenin ölümle burun buruna yaşamak olduğu bir ortamda Turan ve İlayı Kelimetullah adına birbirlerini seven ve İslam, millet ve Allah düşmanları ile savaşan bu nesil 12 Eylül hapishaneleri sonrası bu imanı sanırım yeni nesillere istenildiği ölçüde aktaramadı. Çünkü bugünkü milliyetçi camiaya ülke genelinde baktığımızda çok parçalı bölünmüş yapılar görmekteyiz ve bölünmenin nedenleri incelendiğinde vatan menfaatleri adına verilen bir mücadele sonrası oluşan hizmet yöntemi ihtilafı yerine daha çok il ilçe bazında delegelik, yöneticilik, ulusal bazda vekillik sıralaması, ya da belediye başkanlığı gibi ağırlıklı bireysel menfaat çatışmaları su yüzüne çıkmaktadır.

Hâlbuki peygamberimizin “Kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemeyen bizden değildir.” derken kastettiği sadece yeme içme, giyim kuşam değil; her türlü dünyevi makam ve mevkileridir. Çünkü bizim inancımızda makam mevki menfaatlerin elde edildiği, pay edildiği yerler değil tam tersine kul hakkına tam riayet gerektiren sorumluluk ve hizmet alanlarıdır.  Talep edilen makam ve mevkilere yaklaşımın yukarıdaki hassasiyetlere uygun olması durumunda kanımızca herhangi bir çatışma ve bölünme olmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ bir ayetinde “Emaneti ehline veriniz.” buyurmaktadır.  Kişi kendinin bir işe ehil olup olmadığını bilir. Eğer ehil değilse de o sorumluluğu zaten talep etmez. Bu da bölünmeleri ortadan kaldırır ve kendi içimizde mücadele edip bölünmek yerine gerçek düşmanlara karşı topyekûn mücadele kabiliyeti kazanabiliriz.

Sonuç olarak Milliyetçiler olarak kendimizi İslam’ın çağlar ötesi mihenklerinden biri olan “Allah için sevebilme ve Allah için nefret edebilme” düsturuna göre değerlendirdiğimizde sanırım alacak epey yolumuz var gibi duruyor. Bu yolu kat etmenin ön şartı ise doğru bir imana sahip olmaktan geçiyor. Doğru iman ise ancak doğru bilgiye sahip olmakla gerçekleşir. Bugün dünya üzerinde 1,5 milyar insanın ineğe taptığını hatırlayacak olursak iman meselelerinde doğru bilginin ne derece önemli olduğunu ve imanımızı sürekli sorgulamamız gerektiğini sanırım net olarak anlamış oluruz.  Bu konuyu umarım bir sonraki yazımızda daha detaylı irdeleme fırsatı bulabiliriz.

Esenlikle kalın…

Bir yanıt yazın