Liberal-Kapitalist anlayışta her şey ücrete tâbidir. Fiyatı olmayan hiçbir şey yoktur. İslam bu anlayışa yer vermez. Bırakın manevî olanı, maddi şeylerin alınıp satılmasında bile ticaret dışı tuttukları vardır ve bu konuda da ilke koymuştur. “İbn Ömer dedi ki: Resulallah erkek hayvanın dişisini aşılamasına ücret almaktan menetti” (Buhari (796). Demektir ki, otu, suyu, ateşi nasıl satamazsan, biyolojik bir tabiatın tezahürünü sahiplenip satamazsın.
İslam’da mal-mülk var ama kutsallaştırma yoktur ve mülkün dokunulmazlığı, şartlara bağlıdır. “Bir komşu, kendi duvarına diğer komşusunun çivi çakmasına mani olmamalıdır.” (Buhari 849).
Liberal-Kapitalizme geçit vermeyen ilkelerden birisi reklama ait olandır. Reka-betle birlikte (ki İslam hayırda, doğru ve iyide yarışı, Hak yolunda yarışı esas alır) rek-lâm, Liberal-Kapitalizmin faiz kadar can damarlarındandır. Bugün, gayrı ahlaki, sırıtan, hilebaz ve yalancı yüzünü reklamlarda apaçık gördüğümüz Liberal-Kapitalizme karşı İslam’da sadece dürüst tanıtım vardır. Reklâm ile tanıtım arasında ise dağlar kadar fark vardır. “Eğer taraflar malın ayıbını gizler de yalan söylerse, bu alışverişlerinin bereketi olmaz.” (Buhari 739). “Alış verişte yemin etmek bereket noksanlığıdır.” (Buhari 742). “Yemin malın nevacı zannedilir, hakikatte malın ve kazancının mahv sebebidir.” (Müs-lim 1606). Bugün reklam, isteği kabul ettirme baskısı olan yeminin modern ve psikolojik baskı şeklini almış bir ifadesidir. Hz. Peygamber diyor ki: “Bir malı lüzumundan fazla övmeyin.” (Buhari 759). “Satacağı malı ziyade övmek ve alacağı malı kötülemek kadar kötü ahlaklı olunamaz.” (Buhari 754). “Resulullah, necş’ten (alışverişte müşteriyi yanılt-maktan) nehy etmiştir.” (Müslim 1516). Bu ilkelerle siz Liberal-Kapitalizme nasıl yol bulacaksınız?
Sıkı durun bir yasak daha var: Aracılık. Üreticinin doğrudan satışa girmesi istenmiştir. “Enes b. Malik: Kardeşi veya babası bile olsa, şehirlinin, bedevî adına malını satmasından menedildik.” (Müslim 1523). “Cabir: Resulullah şöyle buyurdu: Hiçbir şehirli, hiçbir bedevî adına malını satmasın…” (Müslim 1522). İbn Abbas da aynı hadisi rivayet etmiştir. İbn Abbas’a soruldu: Bunun manâsı nedir? İbn Abbas: Bedeviye şehirli simsar olmasın (Müslim 1521). Bedevi, şehir dışındaki köylüyü, göçebeyi, tarımcıyı ifade eder. Komisyonculuğun, kabzımalcılığın olmadığı yerde Liberal-Kapitalizme nasıl yol bulabilirsiniz?
Denilecektir ki, bunlardan bir iktisadî sistem mi çıkar? Evet çıkar. İslam her konuda iki husus ortaya koymuştur: 1. İlke, 2. Hedef. İslam hiçbir konuda kesin sınırlı, değişmez bir model yaratmamıştır. Devletin şekli şöyle olacak, hukuk sistemimiz böyle olacak, iktisat sistemimiz şu modelde olacak gibi. Ama hepsine ait ilkeler ve hedefler belirlemiştir. Adalet, meşveret, iyi olana ve sizden olana itaat, kötüye karşı hükümdar da olsa itiraz gibi. Siz bu ilkelerin içinde bulunduğu düzeninizi kurarsınız. Fert ve toplum hayatı, değişmezlerin içinde yer aldığı değişen bir sürece tâbidir. İşte değişmeyenler bu ilkelerdir. İktisat düzeninde de aynı şeyler geçerlidir ki biz de bu ilkeleri anlatmaya çalışıyoruz. İkinci husus hedeflerdir. Eğer kölelik meselesinde, kadın haklarında, iktisadi-hukuki hayatta hedefleri anlayamamışsanız İslam anlamamışsınız demektir. İslam’a dahil olanların çoğu ve dışındakiler bu hedefleri doğru dürüst kavrayamadılar, bilmesi gereken içerdekiler, İslam’ın hep etrafında dolaştılar.
İktisadi ilkelerden bir sistem pek alâ doğar. Ama Müslümanlar İslam’ın etrafında dolaştıkları şekilleri ve görünüşleri fotoğrafladıkları için başarılı olamadılar. Etrafında dolaştılar, çünkü menfaat ve benlikleri ağır bastı. Sonra, adım atmamız, düşünmemiz, ilaç prospektüsündeki bilgi ve kurallara uyar gibi fıkıh vs. kurallarına uymakla geçen bir hal alırsa, İslam’ın vurguladığı akıl, lüzumsuz hale gelmez miydi? İnsanoğlu neler neler yapıyor? Gittikçe hedeflere yaklaşan düzenleri, bir tekine bağımlı kalmadan, gerçekleştiremeyecek midir?
> İş ve meslek kendi kendine bir gayedir.
> Kapitalist mülkiyet tarzı, hür emek, akılcı kanun, hür pazar.
> Kapitalist toplumda insan, işi ve bu yönde başarılı olmasıyla değer kazanır.
> Pavlus’un “çalışmayan yememelidir.” ilkesi herkes için geçerlidir.
> Kendi hallerinde olanlar düşer, işinde iyi olanlar yükselirler.
> Vakit nakittir (= zaman paradır. Faiz teorisi bundan doğmuştur).
> Para parayı çeker.
> İyi bir ödeyici herkesin cüzdanının efendisidir.
Bu ilkelerden bir sistem doğacak da, İslam’ın iktisadi ilkelerinden bir sistem doğmayacak.
Yahut:
> Mülkiyet hırsızlıktır.
> Sermaye bir istismar vasıtasıdır.
> Para, metadaki emek-değeri gizler.
> Kapitalistin göğsünde atan bir kalp yoktur.
Bu ve benzeri ilkelerden bir sistem doğuyor da, İslam’ın ilkelerinden bir sistem doğmuyor. Elbette yukarıdaki her ilke grubunda doğrular, gerçekler vardır. Yanlışlar, insafsızlıklar da vardır. İslam’ın doğrularını neden hayata geçirmeyelim.
İslam’ın bazı yönlerini niye anlatıyorum? İlke ve hedeflerinden niçin söz ediyorum? Bugün Müslümanım diyen okumuşun, yöneticinin, iş adamının, medya mensubunun çoğu, hatta bir çok din adamı bunları bilmiyor, bilenler de aldırmıyorlar. İmam-Hatip okulları, ihtiyaca binaen ve iyi niyetlerle kuruldu, fakat İslam’ın şeklinin ve üzerine biriktirilmiş tozunun fotoğrafını çekmekle meşgul oldu, etrafında dolaştı. Bu okullarda gayrı resmi de olsa, eğitim-öğretimin başında gelen husus, Atatürk düşmanlığı olmuştur. Bunun ucu Türk düşmanlığına, en azından Türk milliyetçiliğine düşmanlığa uzanmıştır. Ben imam-hatip okulu mezunu değilim ama, 7 yıl gibi bir süre meslek dersi öğretmenliği yaptığım bu okulları, oradan mezun olanların çoğundan iyi bilir ve tanırım. Bu okullardan yetişmiş çok değerli, vatanperver, bilim adamı, öğretmen, din adamı, iş adamı olan güzide insanlara hiç sözüm yok ve onları istisna ederek, onlardan özür dileyerek bunları yazıyorum. Bunların isimlerini teker teker sayabilecek durumdayım. Ama ne yazık ki, genel rota değişmedi. İlahiyat Fakültelerine gelince, son günlerde iyi bir sınav vermedikleri bellidir. Yine güzideleri tenzih ederek söylüyorum, yanlışları, yolsuzlukları, itaat ilkesiyle sarıp sarmalayarak hükümler verdiler, saha dışına çıktılar ve siyasetin arkasına takıldılar. Bunların gönlünde işler, Türkün içinde olmadığı teorik, dahası hayali ve ütopik bir ümmete takılıp kaldı ve yolu asla millete ve özel olarak Türk Milletine uğramadı.
Meslekleri, uzmanlıkları olsun olmasın, gönlümüzü henüz kazanamamış ilgililer, İslam’ı iyi öğrensinler ve doğru öğretsinler, memleketi uçurumun kenarına getirmekle kalmayıp, Müslüman’ı rezil-rüsva eden, İslam’ı alay konusu yapan istismarcılara hadlerini bildirsinler. Bizim de eksiklerimizi gidersinler. Yanlışlarımızı düzeltsinler. Ama şunu kabul etmeleri gerekir ki orta yerde olup bitenlerin, yapılanların önemli bir kısmının İslam’la yakından uzaktan ilgisi yoktur, hatta İslam’a ters işlerdir. Her ne kadar aksini iddia edip toplumu kandırmaya çalışsalar da.
Bugünkü yöneticilerin ikinci hatası, Osmanlı meselesinde boy göstermektedir. Osmanlı günahıyla sevabıyla, iyisi kötüsüyle, doğrusu yanlışı ile geride kalmış, ancak ders alınması gereken yaşanmış bir gerçektir ve tarihimizdir. Tekrar yaşanamaz ve ideal de edinilemez. Bunu gündeme getirerek, Türk milliyetçiliğine karşı çıkanlar ve ona savaş açanlar da bu gerçeği biliyorlar. Peki neden Osmanlıya vurgu yapıyorlar? Türk’ten kurtulmak için. Çünkü Osmanlı bilerek bilmeyerek, farkında olarak olmayarak Türk’ten kurtulmak istemişti. Türkü yok etmek şeklinde değil de, adından başlayarak onu görünmez kılmıştı. Şimdikiler, Türkiye Cumhuriyetini çoğulculuğa, çok kültürlülüğe, etnik grupları millet yaparak çok milletliliğe soyunup, hepsinin devleti ve başkanı olmaya heveslendiler. Osmanlı o günün şartlarına ters olmayarak çok kültür ve çok milletliliği hazır bulmuş, onları kendi siyasî-askeri gücü altında toplamıştı. Bugünküler çoğulculuğu kendileri yaratmak istiyorlar. Başında ve içinde Türk olan bir milliliğe ve millî devlete karşı çıkıyorlar. Maksat bu çokluk içinde Türk’ten kurtulmak istemeyi deniyorlar. 36 etnik grup ifadelerinden bu açıkça anlaşılmaktadır. Önlerindeki en iyi model Osmanlıdır, o halde onu gündeme sürmelidir. Bin yıl kaybedilmiş kimliğine yeniden kavuşmuşken, buna tahammül edemeyenler tekrar sahneye çıkmış, tarihi damarlarının gereğini yapmak istemektedirler. Buna cesaret veren ve zaten kendi hedeflerinde bulunan dışarısı ise, içeridekileri destekleyerek, taktik, strateji ve proje uygulayarak içeridekileri ortak etmişlerdir. Eş Başkanlıklar ihdas etmişlerdir. Samimiyetsizce sığınmaya çalıştıkları İslam bunların hiçbirini onaylamaz.
Bugün niye böyleyiz sorusunun cevaplarından bir diğerine gelelim. Yani İslam dünyasının başına belâ olan, mezhep, fırka, tarikat ve cemaatlere, gelelim. Liberal-Kapitalizm bütün dünyanın başına beladır, Türk Milletini özellikle bozmaktadır diye, yeteri kadar olmasa da üzerinde durmaya ve dikkat çekmeye çalıştık. Mezhep, tarikat, cemaat meselesi ise İslam dünyasını, merkezi olan Ortadoğu’yu bataklığa çevirmiştir. Milli birlik ve beraberlikleri bozduğu gibi, İslam’ın kendisini görünmez kılmıştır. İster dinî düşünce kaynaklı olsun, ister siyasi kaynaklı olsun, ister her ikisi iç içe bulunsun ki ekseriya böyledir, dinî ve milli dünyamızı perişan etmiştir. Merkezden ve ilk sosyal laboratuardan (saadet asrından) zaman ve mekân olarak uzaklaştıkça, yeni kültürler, yeni ihtiyaçlar katıldıkça; anlama, yorumlama ve ihtiyaçlara çare bulma çeşitlilikleri elbette zuhur edecekti. “Özü kaybedilmedikçe, müşterek alanlar çoğunluğu teşkil ettikçe, sapmalar olmadıkça, siyasete esir olmadıkça veya siyaseti kendine esir etmedikçe, bu farklılıkların masum ve meşru izahları her zaman olabilir ve olmuştur. O halde şikâyetimiz neden? İnsafla, ibretle bakalım, durum böyle midir? Süreç böyle masûmane olmamıştır. Yoksa bugün neden böyleyiz, diye sorulacaktır. Hz. Hüseyin’in ve etrafındakilerin şehit edilmesine ve zalimce davranılmasına uzanan, İslam’ın ilk çatlağından başlarsak, iş uzar. Siyaset ve iktidar hırsı ile din birbirine karışmıştır. Altta kalan “Esas” görünmez olmuştur.
Hiç mi doğruyu söyleyenler, aydınlatıcı çalışmalar olmamıştır? Elbette olmuştur. Geçmişte ve hele şimdi yazılıp çizilen eserler inkâr edilemez. Bugün Türkiye Cumhuriyeti döneminde bilimsel ve halk tipi yayınlar, meselâ Osmanlı dönemindekilerin onlarca katıdır. Fakat çok kimse bunların farkında değildir, bunlara itibar da edilmemiştir. Adeta “paralel din ve maneviyatlar” hakimiyet kurmuştur. İslam’ın etrafında dolaşılmıştır dediklerimiz daha çok bunlardır. Bir de derine dalıyorum derken başka türlü İslam’dan uzaklaşmalar da hesap etmelidir. Derine dalmak, aman Allah’ım?
İnsanları terbiye eden, Allaha yaklaştıran, ahlaklı olmalarını sağlayan, manevî dünyalarını zenginleştiren, iç muhasebesi yaptıran, nefsinin azgınlıklarını törpüleyen, bilgi veren, siyasete esir olmayan, siyaseti kendine kul yapmayan, tekke olsun, tasavvuf dergâhı olsun, tarikat evi olsun, adı ne olursa olsun, bu tip halk eğitim yuvalarına diyeceğimiz yoktur ve bunlar faydalıdır. Fakat durum böyle olmamıştır. Tarihimizde kaç defa bunların kapatılması için uzmanlarınca hünkârlara, padişahlara layiha (rapor) verilmiş olması boşuna değildir.
İleriki satırlarda örneklendireceğimiz gibi, aşırıya gitmiş, çizgiden çıkmış olanlar, 4 ciddi tehlikeyi her zaman taşımışlardır:
- İnananların bölünmesi.
- İslam’a karşı güvensizliğin oluşması. Tarafsız olanlar, inançları zayıf olanlar, kalpleri ısındırılmaya muhtaç bulunanlar ve nihayet dışarıdan seyirciler üzerinde güvensizliklerin doğmasına sebep olmuşlardır. Bu da olur mu, şu nasıl olur; bu mu doğru öteki mi? Bu dinin temeli yanlış olmasın. İnsanlar akıl sahibidir ama, akıl, hakkın, iyinin, doğrunun da, şaşkınlığın da, şüphenin de, itirazın da, inkârın da sebeplerini üretebilen bir duruma düşebilen bir zihnî mekanizmadır.
- Mezhep, tarikat ve cemaatlerin kendileri, zamanla din yerine geçmişler, yahut “din içinde din” olmuşlardır.
- Nihayet inananları bölücü özelliğinden dolayı, milli birlik ve beraberliği bozmuşlardır. Dışarıdan proje ve siyaset uygulamak isteyenler için, hassas ve önemli alanlar teşkil etmişlerdir. Mezhep, fırka, tarikatlar ve cemaatler yüzünden az kavga olmamıştır ve toplumlar yönlendirilmemiştir.
Tehlikelerini saydığımız bu grup yapılarının şikâyet ettiğimiz hatalarını da söylememiz gerekir. İki hata öne çıkar. Biri takva yerine zühdü kaymalarıdır. İkincisi Hz. Peygamberin önüne geçmeye kalkmalarıdır. Hepsi mi? Birçoğu ve hakimiyet kuranlar. Zühd esas olursa, bu dünya bir hiç durumuna düşerse, o zaman bu dünyada ne işimiz var diye sorulur. Hadis ne buyuruyor: Hiç ölmeyeceklermişsin gibi bu dünya için, yarın ölecekmişsin gibi ahiret için çalış. Bunun sadece birini almanın ve onu uygulamanın bizi nereye götüreceği bellidir. Dengeyi kurmak gerekir. Yaratıcı, bu kâinattan, alemlerden, dünyadan bahsediyor. Boşuna mı gündeme getiriyor? Kendisi için delillerin de bu dünyada olduğunu söylüyor. Hayatın her türlü nimet ve hareketlerini anlatıyor, bunları istifademize verdiğini, emrimize amade kıldığını söylüyor. Sadece buraya takılıp kalmamızı istemiyor. Gözümüzü buraya kapatmamız, onu “hiç” durumuna düşürmemiz, yaratıcının kanunlarına uyar mı? Dünyada yaşamak için dünyanın değerini bilmemiz gerekir. Vatanda yaşamak için vatanın değerini bilmemiz, milletin bir ferdi olmak için milletin önemini bilmemiz gerekmez mi? Nefsi terbiye edelim derken onu öldürüp yok etmek İslam’ın istediği bir şey midir? Ölüyü nasıl terbiye edeceksiniz? İnsanı ölü yıkayıcısının elinde ölü haline getirmek isteyenler, kimi nasıl terbiye edecek?