Bu yazımızda, Türk Milliyetçiliği’nin dünyadaki ve Türkiye’deki -özellikle varlığı ve etkinliği açık ve net olan- diğer bazı fikir sistemleri ve görüşler içindeki pozisyonuna, bu fikir sistemleri ve görüşler ile Türk Milliyetçiliği’nin birbirine karşı tez ve antitezlerine ve birbiri ile kısmen de olsa mukayesesine değineceğiz. Elbette ki fikir sistemleri-ideolojiler ve görüşler, her birinin temelindeki felsefî yaklaşımlar, varsayımlar-kabuller de dikkate alınarak birbiri ile mukayese edildiğinde bir tercih konusu olmaktadır. Bu tercih sebepleri arasında geçici reel politik, ekonomik ve sair unsurların veya geçici ferdî-menfî unsurların varlığı da belirleyici olabilmektedir. Lakin tercih takdirini, felsefî yaklaşımlar, varsayım-kabuller ile birlikte “mukayese” ile beraber anlamaya ve açıklamaya çalışmak, daha akılcı ve her zaman geçerli bir keyfiyet arz edecektir.
Bahsettiğimiz tercih takdiri, enformasyon eksikliği ve asimetrik bilgi ile olması gerekenden sapabilmektedir. Toplumda ve bireylerde enformasyon eksikliği ve asimetrik bilginin varlığı halinde bireyler üzerinde algı yönetimi yapabilmek de oldukça kolaylaşmaktadır ve bireylerin tercih takdiri de dışarıdan müdahale ile saptırılabilmektedir. Özellikle tercihe takdir edilecek fikir sistemi veya görüşlerin sadece bazıları göz önünde tutulmakta, üzerine vurgu yapılmakta, diğerleri -çoğu zaman tenkit dahi edilmeyerek- yok sayılmakta ve göz önünde tutulanlar dışında bir fikir sistemi ve görüş yokmuş gibi ve sadece göz önünde tutulan fikir ve görüşlerden birini tercihe takdir etme zorunluluğu varmış gibi algılar yönetilmektedir. Örnek vermek gerekirse; uzun yıllar boyu süregelen bir algı yönetimi olarak Türkiye’de sadece Kemalizm ve siyasal İslamcılık fikirleri dikkate, değerlendirmeye ve tercihe takdir edilebilecek fikirler olarak bilinçlere servis edilmekte, bunlardan başka bir fikir sistemi yokmuş gibi toplum ve bireyler bu iki fikirden birini tercih etme zorunluluğuna sevk edilmektedir. İdeolojik tercihler üzerindeki bu algı yönetimini siyasal İslamcı baskı ve çıkar grupları ile politikacılarının uyguladığı ortadadır. Bu algı yönetimi, Türk toplumunu iki kutba ayırmakta ve bu iki kutuptan her biri kendi içindeki bağını sağlamlaştırırken diğerine karşı da bir husumet beslemeye başlamaktadır. Türkiye’de İslamî hassasiyetlerin yüksek olması, bu algı yönetiminden çıkan iki kutup arasında siyasal İslamcı kutba kemiyet üstünlüğü sağlamakta, bu üstünlük de siyasal İslamcı baskı ve çıkar grupları ile politikacıları için siyasî, ekonomik ve sair kazanımları beraberinde getirmektedir. Bahsettiğimiz bu örneğe nihayet vermeden vurgulamak isteriz ki, bu iki fikirden de daha rasyonel ve akılcı, daha kapsamlı ve derinlikli, hem Türklük hem de İslamiyet adına millî ve manevî hassasiyetleri bünyesinde bir araya getirebilen Türk Milliyetçiliği, bu algı yönetimi ile beraber yok sayılmakta ve bilinçlerin dikkatinden saklanmaya çalışılmaktadır. Bu doğrultuda Türk Milliyetçiliği’nin tercihe takdir edilmeye değmeyecek bir fikir olarak gösterilmeye çabalandığını da görebilmekteyiz. “Faşistlik”, “kafatasçılık”, “ırkçılık”, “kavmiyetçilik” ve hatta “kavmiyetçi kâfirlik” etiketleri ile uzunca bir zaman suçlanan Türk Milliyetçiliği, son yıllarda ise “etnikçi” bir ideoloji etiketi ile bilinçlere ve algılara servis edilmekte ve Kürt etnikçiliğinin karşısında duran bir kutupmuş gibi gösterilmektedir. Elbette ki Türk Milliyetçiliği, Kürt etnikçiliğine de, her türlü etnikçiliğe ve dar kavmiyet şuuruna karşı olduğu gibi karşıdır. Bu doğrultuda Türklük kavramı etnik bir kavram asla değildir. Türk Milliyetçiliği’nin etnikçi olmadığı, Türk Milleti’ni içindeki etnik unsurlarla bir bütün olarak kabul eden “millî” ve adı üzerinde “milliyetçi” bir fikir sistemi olduğu açık ve net ortadadır. Türk Milliyetçiliği “bir” olmaya “bütün” olmaya değil, tam tersine “bölünmeye” ve “bölücülüğe” karşıdır.
Soğuk savaş yıllarında da fikir sistemlerinin tercihi üzerinde bir algı yönetimi yapılmakta idi. Bilimsel sosyalist olarak tanıdığımız marksistler/komünistler dünyada geçerli olan/olabilecek iki fikir sistemi-ideoloji olduğunu ileri sürdüler: Liberal kapitalizm ve bilimsel sosyalizm. Liberal kapitalizm ve bilimsel sosyalizmin tezlerini ve karşı tezlerini mukayese eden marksistler/komünistler, liberal kapitalizm karşısında bilimsel sosyalizmin daha makul ve müspet olduğunu ispatlamaya çalışarak, toplumları ve bireyleri bilimsel sosyalizmi tercih etme zaruretine sevk etmeye çalıştılar. Gerçekten de soğuk savaş yıllarında dünya, liberal kapitalizmi temsil eden ABD ve bilimsel sosyalizmi temsil eden SSCB kutupları ile ikiye bölünmüş bir görünüm arz etmekte idi. Bu iki güçlü fikir sistemi ile dünyanın keskin sınırlarla ikiye bölünmüş görüntüsü, bu iki fikir sistemi dışında güçlü, geçerli ve tercihe değer bir fikir sistemi bulunmadığına istinaden uygulanan algı yönetimini kolaylaştırmakta idi. Ancak Türkiye’de hesaplar komünistlerin hedeflediği doğrultuda olmadı. Bu iki fikir sisteminden de daha makul, müspet, dikkate değer-geçerli olabilecek, rasyonel ve güçlü bir fikrin bulunduğunu ileri süren Türk Milliyetçileri, Türk Milliyetçiliği fikri ile komünistlere karşı ideolojik bir üstünlük sağladılar. Liberal kapitalizm ve bilimsel sosyalizm, dünyada tesiri gerçekten kuvvetli ve dünyaya yön veren-vermiş akımlardır. Soğuk savaşın sona ermesi ve SSCB’nin yıkılmasıyla bilimsel sosyalizmin dünyadaki tesiri önemli ölçüde azalmıştır. Liberal kapitalizm ise hâlâ varlığını devam ettirmekte, küreselleşme ile beraber daha da gelişerek ve güçlenerek dünyaya yön veren en kuvvetli fikir sistemi ve ekonomik organizasyon olarak Türkiye’yi de ne yazık ki yönlendirmektedir.
Şimdi burada, liberal kapitalizm, bilimsel sosyalizm ve Türk Milliyetçiliği’ni bir arada, belli unsurlar etrafında mukayeseli olarak değerlendirmeye çalışacağız. Bilimsel sosyalizmin dünyadaki tesiri önemli ölçüde azalsa da, Türkiye’de son yıllarda Kürt etnikçiliği tarafından benimsenmesi ve yeniden ideolojik bir silah olarak kullanılmaya başlaması dolayısıyla bilimsel sosyalizme vermemiz gereken dikkat ve önemi ihmal edemiyoruz.
Bilimsel sosyalizmi incelerken kilit bir kavram ile karşılaşmaktayız. Sınıf ve sınıf mücadelesi fikrinin ortaya çıkışındaki temel unsur olan bu kavram “çatışma”dır. Bilimsel sosyalizmin kurucusu ve komünist manifestonun yazarı Karl Marks ve Friedrich Engels’e göre çatışma-diyalektik, insanlık tarihindeki gelişmenin ve ilerlemenin tek itici gücüdür. Onlara göre eğer çatışma olmasaydı, insanlık tarihi tekamül etmezdi. Bu varsayımı yine bilimsel sosyalizm gibi materyalist bir fikir olan Darwinizm’e benzetmek mümkündür. Darwinizm’e göre “çatışma” canlılar dünyasındaki gelişmeyi sağlayan itici güçtür. Charles Darvin’in teorisinin en temel varsayımına göre; doğal kaynakların canlılar için yetersiz oluşu canlıları daimî bir yaşam mücadelesine sürüklemekte ve bu mücadele de canlılar üzerinde evrimleştirici bir güç oluşturmaktadır. Marksist düşünürlerden Anton Pannakoek’in “Marksizm ve Darwinizm” adlı kitabına göre, “hem Darvin’in hem de Marks’ın öğretileri, yani doğa bilimleri alanında ve insan toplumları alanında gelişen bu iki öğreti, evrim teorisini pozitif bir bilime dönüştürmüştür.” Yine bu doğrultuda Engels’e göre, “Darvin nasıl organik doğadaki evrim yasasını keşfettiyse, Marks da insanoğlunun tarihindeki evrim yasasını keşfetmiştir.” Darvin “Türlerin Kökeni” adlı kitabında, çatışmanın ve yaşam mücadelesinin evrimleştirici bir güç teşkil ettiğini ve bu evrimin canlı türlerini çeşitlendirdiğini ileri sürmektedir. Ancak tarih boyu cereyan eden canlı hayatının filogenez tekamülünü incelediğimizde sadece türler içindeki ırkların çeşitlenebildiğini, hiçbir zaman yeni bir canlı türünün meydana gelmediğini görmekteyiz. (Farklı türlerin çiftleşmesiyle oluşan yeni türler olabilmektedir ama bu türler kısırdır-üreyemez-soyu devam etmez. Örneğin at+eşek=katır) Yani canlılar Darvin’in iddia ettiği gibi tek bir türden/monofiletik çeşitlenmemiştir. Her bir canlı, Allah tarafından müstakil olarak yaratılmıştır ve bu doğrultuda kesin olarak ifade edebiliriz ki hayatın tekamülü polifiletiktir. Bilimsel sosyalizmin Darwinizm’i de benimsiyor olması sebebi ile Darwinizm’e değinme gereği duyduk. Ancak asıl konumuz bu olmadığı için daha fazla değinmeyeceğiz.
Bilimsel sosyalizmin çatışma ile insanlık tarihinin tekamülünü açıklaması, sınıf ve sınıf mücadelesi kavramlarının-tezlerinin temelini oluşturur. Bilimsel sosyalizme göre çatışma, insanlar arasında iki sınıfın oluşmasına sebep olmaktadır: Ezen ve ezilen veya sömüren ve sömürülen. Ezen/sömüren sınıf burjuvazi, ezilen/sömürülen sınıf ise işçi sınıfı, yani proleteryadır. Bilimsel sosyalizm bu iki sınıf arasındaki eşitsizliğe son verilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Ancak bilimsel sosyalizmin işaret ettiği noktaya baktığımızda, proleterya sınıfını bütün insan toplumlarına hakim kılma arzusunu görüyoruz. Bilimsel sosyalizmin siyasî uygulamalarında da proleteryanın diktatörlüğüne şahit olduk. Çin ve Rusya’da -sınıf ayrımı yapılmaksızın- milyonlarca insanın (evet “milyonlarca”) katledildiğine şahit olduk. Çünkü bu fikir sisteminin temelinde ezilenlere/sömürülenlere-proleteryaya duyulan bir sevgi değil, ezenlere/sömürenlere-burjuvaziye duyulan bir kin ve nefret vardır. Yani bu fikir sisteminin gayesi, insan toplumları içindeki çatışmayı sona erdirmek değil, çatışmadaki üstünlüğü tersine çevirmektir. Her şeyden önce bilimsel sosyalizmin ontolojik temelinde-çıkış noktasında kin ve nefret bulunuyor olması; taassubu da beraberinde getirerek insanlığın ihtiyaçlarına cevap verebilmesi ve insanlığa huzur getirebilmesi açısından çok büyük yanlışlar içeren bir fikir sistemi olduğunun ispatıdır.
Türk Milliyetçiliği ile bilimsel sosyalizmin tezlerini mukayese edecek olursak, her şeyden önce Türk Milliyetçiliği’nin materyalist bir fikir olmadığını vurgulamak zorundayız. Türk Milliyetçiliği’nin felsefede “madde” ve “mânâ”yı bir araya getirdiğini bundan önceki yazımızda anlatmıştık. Tefekkür metodu olarak da bilimsel sosyalizm diyalektik materyalizm ve tarihi maddeciliği, Türk Milliyetçiliği ise ilim metodunu kullanır.
Bilimsel sosyalizmin çatışma kavramıyla ilgili ileri sürdüğü tezleri ile de Türk Milliyetçiliği’nin tezleri farklılık arz etmektedir. Türk Milliyetçiliği’ne göre, evet doğada ve insan toplumları arasında-içinde bir çatışma söz konusudur. Lakin sadece çatışma ile insanlık tarihinin tekamülünü açıklaması ve bizzat çatışma tezi üzerinde bilimsel sosyalizmin hesaba katmadığı, insanın iradesi ve ahlâk değerleridir. Bilimsel sosyalizme göre kâinatın diyalektik bir işleyiş içinde olması insan toplumları içindeki çatışmada da belirleyicidir ve “insan” üzerine ayrıcalıklı bir değer yüklemesi yapılmamaktadır. İnsan için fıtrat ve tabiat diye bir meziyet kabul edilmemektedir. Kabule göre insan ne öğrenirse onu yapar. Rus bilim adamı Pavlov’un köpekler üzerinde yaptığı deneylerde alınan neticenin insan için de geçerli olduğu kabulü vardır ve bu doğrultuda da bilimsel sosyalizm adına yapılan ideolojik eğitim ve propagandalarda insanın “düşünme” özelliği değil “şartlanma” özelliği hedefe alınmaktadır. İnsanlık tarihinin salt bir çatışma içinde tekamül ettiği varsayımı, düşünen insanın iradesi ve ahlâkî temayülleri hesaba katıldığında çıkmaza girmektedir. “Bilimselliğini” sadece maddeye dayandıran bir fikir sisteminin bunları hesaba katacağını elbette düşünemezdik.
Türk Milliyetçiliği’nin tezlerine göre insan düşünür ve irade sahibidir. İnsan sadece, mekanik bir varlık gibi çatışma içinde menfî tercihler yapmaz, irade sahibi bir varlık olarak ahlâkî tercihler de yapar. Bu doğrultuda insan menfî bir çatışma şuuru ile sınıflara değil, içtimaî hayatın kaçınılmaz bir gerçekliği olarak cemiyetlere ayrılır. Fertlerin çatışması dışında bir çatışmadan söz edeceksek, bu çatışmanın kutupları sınıflar değil, cemiyetlerdir. Nihayetinde çatışma her cemiyet arasında olabilir. Cemiyetlerin en üst şubesi milletler olduğuna göre, insanlık tarihinin tekamülünde sınıfların değil, milletlerin çatışmasını başat unsur olarak kabul etmek ve liste başı yapmak daha rasyonel bir yaklaşım olacaktır. Türk Milliyetçiliği’nin en önemli farklarından biri de, ontolojik temelindeki “sevgi” unsurudur. Bilimsel sosyalizmin ontolojik temelinde, fertlerin diğer sınıfa duyduğu “kin ve nefret” ile bir karşı sınıf teşkil etme şuuru varken, Türk Milliyetçiliği’nde ise fertlerin kendi milletine duyduğu “sevgi” ile bir millet olma şuuru vardır. Türk Milliyetçiliği ahlâkî bir fikir sistemidir. Bilimsel sosyalizmde ise ahlâk değerlerinin bilimsel bir karşılığı olmadığı kabulü vardır. Bu yüzden siyasal iktidarı proleterya ele geçirdiğinde, proleteryanın diktatörlüğüne ve proleteryanın ezen konumuna geçmesine nasıl engel olunabileceğine dair kimsenin bir fikri yoktur. İnsanlık tarihi bunu acı örneklerle tecrübe edinmiştir. Türk Milliyetçiliği’nde ise, millî devlet tesis edildiğinde, Türk Milleti kalkındığında, güçlendiğinde, küresel güç olduğunda ve yeniden özgün bir medeniyet ile cihan devleti kurduğunda, fikir sisteminin bünyesindeki ahlâk değerleri ve ülkücülük şuuru ile nizam-ı âlemin önü açılacak ve insanlığa huzur gelecektir.
Türk Milliyetçiliği’ni bilimsel sosyalizm ile belli unsurlar etrafında mukayese etmeye çalıştık. Şimdi de Türk Milliyetçiliği’ni liberal kapitalizm ile belli unsurlar etrafında mukayese etmeye çalışacağız.
Yine materyalist bir fikir sistemi olan (fikirden ziyade sistem demek daha doğru olabilir) liberal kapitalizmin de, bilimsel sosyalizm ve Darwinizm’de olduğu gibi çatışma kavramı üzerine tezleri vardır. Liberal kapitalizmde çatışmayı lehe çevirerek kâra dönüştürme arzusu ile karşılaşmaktayız. Bu doğrultuda çatışma kavramının liberal kapitalizmdeki karşılığı “rekabet” kavramı ile ikâme edilmektedir diyebiliriz. Liberal kapitalizm de bilimsel sosyalizm gibi iktisadî bir fikir sistemidir. İktisat biliminin, iktisat bilimi otoritelerince kabul edilen, liberal kapitalizmin de vurgulayarak üzerinde durduğu tanımı şöyledir: “İnsan ihtiyaçları sınırsızdır. Bu ihtiyaçları karşılayacak kaynaklar ise sınırlıdır. Sınırsız ihtiyaçları kıt kaynaklarla karşılama bilimine iktisat denir.” Bu tanımda iki kabul mevzu bahistir. İlki kaynakların sınırlı olduğu, ikincisi ise insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğudur. Burada insan, doyumsuz bir varlık olarak tanımlanmaktadır. Bu yaklaşımı Schopenhauer’in şu ifadesine benzetebiliriz: “Ne doyumsuz bir varlıktır insan! Ulaştığı her tatmin, yeni bir arzunun tohumudur.”
Liberal kapitalizm, bilindiği üzere devletin ekonomiye müdahale etmemesi gerektiğini ve piyasaların kendi kendine dengeye gelebildiğini savunmaktadır. (Bazı kapitalist iktisat bilimi ekollerince buna bazı istisnalar getirilebilmektedir.) İlk olarak fizyokrasi ekolünde karşılaştığımız bu yaklaşım, fizyokratların “doğal düzen” fikri ile Vincent de Gournay’ın ifade ettiği “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez faire laissez passer – bırakınız yapsınlar: üretim ve ticaret serbestliği, bırakınız geçsinler: ekonominin dış ticarete açılması/dış ticaret serbestliği) ve “dünya kendi kendine yürür” ilkeleri doğrultusunda dünya hayatının gerçekliği olan çatışmanın ekonomiye “rekabet” olarak yansıdığı, bu rekabetin piyasaları kendi kendine dengeye getirebildiği ve böylece ekonomik refahın kendi kendine gerçekleşebileceği ve hatta bu yüzden bu rekabetin artırılması ve desteklenmesi gerektiği fikirlerini de ihtiva etmektedir. Fizyokrasi ekolünden sonra klasik iktisat ekolünün de doğal düzen fikrini desteklediğini ve bu fikri geliştirerek “görünmez el teorisi”ni ortaya koyduğunu görüyoruz. Ferdî çıkarların, ekonomideki rekabetin belirleyicisi olduğunu ileri süren Adam Smith’in görünmez el teorisini kısaca açıklayacak olursak; fertler ve diğer ekonomik birimler, kendi menfaatini ve refahını artırdıklarında -bir görünmez el devreye girmiş gibi- toplum refahı da artar. Doğal düzen fikri ve görünmez el teorisi gibi bütün bu yaklaşımlar doğrultusunda fertler sadece kendi menfaatleri ve refahları için çalışmalıdır. Bu yüzden rahatlıkla söyleyebiliriz ki liberal kapitalizm, ferdiyetçidir. Bu doğrultuda liberal kapitalizm, insanın ferdiyetçiliğine ve doyumsuzluğuna vurgu yaparak insanı ” homo economicus”, yani iktisadî hayvan olarak tanımlamaktadır.
Liberal kapitalizm, ekonomide etkinliğin ve verimliliğin tesisinin tam rekabet koşullarında zirveye çıkacağı ve bu doğrultuda piyasaların atomisite ve mobilite olabilmesi için ekonomik birimlere “serbestlik”(/özgürlük) tanınması gerektiği fikirlerini haizdir.
Klasik iktisatçılardan Jean Baptiste Say’in “her arz kendi talebini yaratır” şeklinde ortaya koyduğunu kabulün (Say yasası) 1929 ekonomik buharından sonra gerçeği yansıtmadığı görülmüştür. Dünyada Say yasasına göre uygulanan ekonomi politikalarından sonra 1929’da talep yetersizliğine dayalı küresel bir ekonomik buhran baş göstermiştir. Bu buhrandan sonra John Maynard Keynes ile ortaya çıkan Keynesyen yaklaşım (müdahaleci kapitalizm), piyasaların kendi kendine dengeye gelemediğini ve devletin ekonomik ve sosyal politikalarla piyasalara müdahale etmesi gerektiğini savunmuştur. Buradaki amaç, piyasalardaki talep potansiyelini artırmaktır.
Piyasaların talep potansiyelinin artırılması ile ilgili küresel projeler de ortaya koyulmaya başlamıştır. Bu doğrultuda gelişmiş ülkeler, gelişmemiş veya gelişmekte olan ülkelere destek vermiştir. Maddi desteklerin yanı sıra, küresel sermayenin hinterlandındaki pazarların da geliştirilmesi ve bu pazarların sayısının artırılması doğrultusunda bireyleri ve toplumları tüketime sevk edici projeler de uygulanmaya başlamıştır. Tüketim özgürlüğünün artırılması, küresel sermayenin kârını artırabilmesi amacı ile bir odak hedef haline gelmiş, demokrasi ile yönetilen ülkelerin sayısının artırılması arzulanmıştır. Küresel sermayenin pazar sayısının artırılması amacı ile dünya toplumlarının tüketim eğilimlerini birbirine benzeştirmek, küreselleşme kapsamında küresel sermayenin kârını katlamak adına önemlidir. Yine bu doğrultuda dünyada, küreselleşme projesi kapsamında tüketim toplumlarının inşa süreci hızlanmıştır. Küresel düzeyde ortak bir “moda” algısı oluşturmak, insanın nefsine ve doyumsuzluğuna hitap eden politikalar üretmek, üretim ve birikime değil de tüketime ve israfa dayalı sosyal prestij alanları oluşturmak, millî ve manevî kültürü çağ dışı olarak gösterip geçici ve uyuşturucu bir popüler kültürü çağdaşlık alameti olarak gören ülküsüz, düşünmeyen, üretmeyen ve hep tüketen nesiller oluşturmak, bütün bunlar doğrultusunda kitle iletişim araçlarını kullanmak, liberal kapitalizmin küreselleşme projesi kapsamında arzuladığı tüketim toplumlarının inşası için uyguladığı stratejilerdir.
Türk Milliyetçiliği’nin tezleri ile liberal kapitalizmin tezlerini mukayese edeceksek, buna önce iktisat bilimine yapılan tanımdan başlamalıyız. İktisat biliminin tanımına değinirken, insanın doyumsuz bir varlık olduğu kabulünden bahsetmiştik. Peki insan gerçekten doyumsuz bir varlık mıdır? Veya insan gerçekten “homo economicus” mudur? Felsefemize göre insanın doyumsuzluğu potansiyel bir durum arz etmektedir. Yani insan doyumsuz olabilir, ancak ahlâkî değerler doğrultusunda insan, iradesine hakim olabilirse doyumsuzluğu aşabilir. Yani insanın doyumsuzluğu, genel ve kesin bir özellik arz etmez. Ancak liberal kapitalizmde insanın doyumsuzluğunu desteklemeye yönelik çalışmaların yapıldığını tüketim toplumlarının inşasında görebiliyoruz. Yine liberal kapitalizmdeki bu yaklaşımda, bilimsel sosyalizmle zıt düştüğümüz noktadaki gibi, felsefemiz açısından düşünüldüğünde liberal kapitalizmin göz ardı ettiği kavramlar; irade ve ahlâkî değerlerdir.
Doğal düzen fikri ve görünmez el teorisinde karşılaştığımız liberal kapitalizmin ferdiyetçilik fikri, Türk Milliyetçiliği ile çatışan bir fikirdir. Türk Milliyetçiliği’nde ferdiyetçiliğe karşı keskin bir karşı çıkış olduğunu daha önceki yazılarımızda vurgulamıştık. İnsanın nefsine ve zaaflarına hitap eden liberal kapitalizmin ferdiyetçi toplumları inşa etmesi zor değildir. Çünkü menfî fikirlerin bireyleri ve toplumu tesir altına alması kolaydır. Bireyleri ve toplumu cemiyet şuuru ve ahlâkî bir vazife şuuru ile milliyetçiliğe ve ülkücülüğe sevk etmek ise sistemli bir eğitim ile gerçekleşebilir ve Türk Milliyetçiliği’nin bu doğrultuda toplumu eğitmek ve dönüştürmek gibi zor bir görevi vardır.
Liberal kapitalizm ekonomideki üretim ve tüketim rekabetini artırarak maksimum kâr ve verimlilik elde etmeyi arzularken topluma ferdiyetçilik-menfaatçilik-eyyamperestlik aşılamaktadır. Bu durum maddî bir kazanım ve yükselişi beraberinde getirmekte ancak insanlığa huzur getirmemektedir. Felsefemizde ekonomik ve maddî kâr elde etmeye, ticaret özgürlüğüne ve ticarî rekabete elbette ki karşı çıkılmamaktadır. Bunların yanında bireylerin ferdiyetçi bir yaklaşımla sadece ferdî menfaat için bir gayret içinde olmasını kabul edemiyoruz. Türk Milliyetçiliği fikrine göre bireyler aynı zamanda toplum için de gayret içinde olmalıdır. Bu açıdan rekabet kavramının yanında, bir cemiyet olma şuuru doğrultusunda “sosyal dayanışma” (içtimaî tesânüd) anlayışının bireylere ve topluma aşılanması bir zarurettir. Toplumun ahlâkî hassasiyetlerle eğitilmesi ve sosyal dayanışma ilkesinin milliyetçi bir perspektif ile ekonomik ve sosyal hayata yayılması gerekmektedir. Çünkü bireysel ve toplumsal huzurun kaynağı, menfî temayüllerle maddî kazanımlar değil, ahlâkî temayüllerle manevî kazanımlardır.
Liberal kapitalizmin “küreselleşme” adlı sömürü projesinin karşısında da milliyetçilik fikri ile durulabileceğini iddia ediyoruz. Türk Milliyetçiliği, millî kültür ve tarihe sıkı sıkıya bağlı bir fikir olduğu için, popüler kültürün oluşturduğu tahribata ve tüketim toplumuna dönüşmeye karşı Türk Milleti’nin direncini artırmaktadır ve artırmaya devam edecektir. Bununla beraber millî menfaatlerin savunulması, rıza-i ilahiyi kazanma gibi gayelerle ferdiyetçilikten milliyetçiliğe ve ülkücülüğe doğru bireyleri ve toplumu dönüştürecek her bir adım, girişim ve çalışma, içimize kadar girip etrafımızı kuşatan liberal kapitalist emperyalizme sıkılmış bir kurşundur.
Bu yazımızda bilimsel sosyalizm ve liberal kapitalizmi Türk Milliyetçiliği ile belli unsurlar etrafında kısmen de olsa mukayese etmeye çalıştık. Son olarak bu üç fikir sisteminin temel-kilit kavramlarını mukayese edeceğiz.
Bilimsel sosyalizm; siyasî, sosyal, ekonomik ve sair alanlarda fertlerin eşitliğini savunur. Bu doğrultuda bilimsel sosyalizmin temel-kilit kavramı “eşitliktir”. Ancak eşitlik tek başına toplum için yeterli bir kavram değildir. Hak ve hürriyetler burada yetersizdir. Örneğin mülkiyet hakkı yoktur. Sömürüye engel olma iddiası ile toplumu baskı ve esaret altına almaya kimsenin hakkı yoktur. Liberal kapitalizm ise üretim ve ticarette rekabetin ve tüketimin artması için “özgürlük” kavramını savunur. Ancak burada savunulan özgürlük kavramı ölçüsüzdür. İçerisinde hak eşitliği de vardır ancak bu, gelir ve güç dağılımında uçuruma, tabaka farklılaşmasına, hak ve hürriyetlerin kullanılmasındaki fırsat dağılımının dengesizliğine ve en önemlisi de sömürüye engel olmamaktadır. Türk Milliyetçiliği’nin felsefesindeki ve mefkûresindeki temel-kilit kavram ise, hem eşitliği hem de hürriyeti bünyesine alan ölçülü ve dengeli bir kavramdır. Bu temel-kilit kavramın adı; “adalet”tir.