(Yeniden Asım’ın Yeni Nesli’ne)

Bizler yalnızdık ve seni ben yapan, beni sen yapan mefhumu unutmuş yalnızlardık. Neydi; beni sen yapan? Bizdik! Bizi biz yapan hasretliği hissedememiştik. Bu, bizim hikayemiz miydi, bilmiyorum! Ama biz bu hikayeye hasret kalmıştık. Yaşamadığımız ve yaşamadan özlemini duyduğumuz bir hikayemiz vardı bizi birleştiren… Nevzat Kösoğlu; ”Asım’ın yeni nesli” dedi bu hikayeye. ”Siz yalnızlığınızı nesilleştirecek ve bütünlüğünüzle uyuşan ruhları yangına vererek sönmeyeceksiniz. Onlar, yüz türlü açıklamanın kesiştiği temel gerçek olarak, kendilerine mağlup oldular. Siz önce kendinizi yenecek ve bir ışık tayfı gibi hayata renginizi vereceksiniz. O zaman zafer Allah’ın vaadidir ve sizin dik başlarınızda halellenmeyecekse, yoktur.” Bir doğumun sancısı gibi haykıra haykıra, ciğerlerini yakarcasına, yalnızlığını dile getirdi bu neslin.

Ölüm şerbetini içmeye hazırlanmış bu neslin yalnızlığı, kendilerine kızılcık şerbetini içirmiş, gönüllerindeki diriliş narasını ruhlarına hapsetmiş; gerek evinin odasının bir köşesinde ağlayarak, gerek kaderine razı olmuş vaziyette sükuna ermiş. Kimileri başka bir grup, cemiyet ve cemaate, kimileri koltuğa yahut menfaate, kimileri kendilerine, kimileri gönüllerine küskün terk edilmiş. Kimileri başımıza yeni icatlar çıkarmış, kimileri tarihine küfretmiş, kimileri de mensubu olduğu diyardan utanır olmuş.

Tarihinden utanan tarihine dönüp bakmamış. Tarihine küfreden iflah olmamış. Zaman, çarkı arasına alıp şahsiyetlerimizi; akıldan, fikirden, fiiliyattan bihaber eylemiş. Tarih, bize aklı ve gönlü tam olmayanın, belinin de tam olmayacağını öğretmişti. ‘Beli tam olanın, aklı da gönlü de tamdır’ı değil. Gördük ki; beli tam olunca her şeyin tam olacağı düşüncesi tutmamış, tutmadığı gibi heyecanı, sevgiyi, mensubiyet ve mesuliyet şuurunu kaybettirmiş.

Tarihi okuyamamanın, yanlış okumanın, okunan tarihi tahlil edememenin getirdiği hata; bize vebali, şahsiyeti, mesuliyeti öğretti. Bu okuma içinde; iyi, güzel, doğru olanın ne olması gerektiğine iletti. Bu döngü; yalnızlığı öğretti. Ne Nevzat Kösoğlu’nun o bahsettiği ” Siz tarihi mecraına oturtmakla mükellefsiniz” cesaretini toplayabildik kendimizde, ne de Galip Erdem’in ”Yalnızlığın çilesini dolduran, ihanetin ıstırabı ile kahrolan o bir avuç insan yine size darılmayacak, umudunu kesmeyecek. Mücadelesini devam ettirecek” ümidini taşıyabildik. Zaman acımasızlığını icra ederken, bizler bir yerlerde hep yalnızdık. İşte şimdi; yalnızlıkla ve hatta bu zamana karşı yalnızlığımızla biz olduk. Dönen çarkın dişlisine takılıp kalmanın neticeye ulaştırmadığını  görerek, çarkın tam ortasında toplandık. Bizler; yalnızlıktan biz olduk. Hasretle ve sitemle, aşkla ve şevkle, mesuliyet ve mensubiyet şuuru ile biz olduk. Ve bir gün, o gün; bugün! Biz, bugün biz olduk!

Omuzlarımızda koca bir dünya, yükümüz gerçekten ağır. Yaşanılan, toz pembe bulutları ile şuursuzlaştırılarak mahvedilmeye mahkum edilmiş bir zihniyet, yaşamadığı yeşil göklü bir hülyanın özlemini nerede bulurdu, nasıl bulurdu, sorar olduk. Bir kelime saplandı dilimize, konuşurken acıtan… Bir cümle oldu gönül, hasretiyle ağlatan… Dirilişe çağırdı ruh, yeni bir tarih başlatan…

Başladı! Bütün yalnızlarda aynı çağrı; ”Artık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”

Ve yalnızlar, onlar şimdi buradalar! Onlar; şahsiyetini kaybetmeden, çağını okumak arzusunda olanlar… Onlar; bir kişiyi kazanınca sevinmenin, kaybedince üzülmenin doruklarında yaşayanlar… Onlar; ülkücülüğü yeni icat edenler değil, keşfedenlerdir.

Onlar; kendini bildiği gibi, olanları da kendinden bilenler… Onlar; dik duranlar, ağlayanlar… Amelinden şahsiyetine döndürenler; milli karakteri, kendi karakteri bilenler… Zihniyetini, şahsiyetini, haysiyetini idrak edenler… Ülkücülüğü sadece gönül ve akıl ile değil, idrak ile de görenler…

Onlar; milletinin meselelerine müntesip olup, o meselenin delisi olanlar…

Onlar; birbirlerinin öğrencisi ve aynı zamanda öğretmeni olanlar…

Sabredip; yalnızlıklarından kurtulanlar, uyanıp heyecanlananlar, tatili bırakıp, hayatı pahasına fedakarlıkta bulunanlar…

İşte onlar, şimdi buradalar… Tarihi okumanın vakti geldi. Çağı okumanın vakti bu zaman. Kendini tanıyan insan, kendisini keşfeden insan! Mesuliyet sanadır. Mesut olman içindir. Olmayanı değil, olması gerekip de oluşmayanı idrak eden, kendini ve hatta insanını tanımak maksadıdır bizi bir’leyen…

Biz artık bu zamana meydan okuyoruz.

”Modernleşme” adı altında sadece iktisadi boyutu ele alıp, sosyal boyutu soyutlamak ve hatta bu kavramla iktisadi zihniyeti(şükür, rızk, kanaat) bozan,

”Çağdaşlaşma”yı, ”Batılılaşma” naralarıyla eş değer kılan sözde aydınlarımızın, Türk kültürünü eziklik psikolojisiyle ele alıp, kültürüne geleneksel yaklaşan,

Türk milliyetçiliğini, dinamikliğinden ziyade, statik gören; bu bilinç ile bizi muhafaza etmeye değil, durgunluğa, uyuşmaya iten,

Acıdır ki ve ne yazık ki gerçektir; tarih okumacılığını kaybetmiş, tarih yazıcılığını ideolojileştirmiş bu zihniyeti ve bu sebeple kökünden koparılmış ağaç kütükleri gibi kupkuru, saptırılmış zihniyeti oluşturan ve daha sayılmayan olanca bozgunu gerçekleştiren,

Toplumsal algıyı, kendi fikir ve ideolojilerine uygun hale getirmek adına yıpratan, tüketime iten, duyarsızlaştıran ve bu duyarsızlığı alıştıran beyinleri okuyoruz, biliyoruz ama kimdir tanımıyoruz.

Ülküsüne sahip olamayan, amacından sapmış/saptırılmış, kendini tanımayan, tarihini yanlış yazan ve tarihini okumayan bozuk zihniyetlerle toplumda peydahlanmış bu algı operasyonunu biliyoruz, kimlerdir tanımıyoruz, tanıdıklarımızın da neye, nereye hizmet ettiğini bilmiyoruz.

Yalnızlaştırılmış, yalnızlaşmaya mahkum edilmiş, ideallerine ulaşmasına imkan verilmemiş, ötesine geçmesi engellenmiş bu sistemin dışında, biz bugün buluştuk. Bugün bu mücadele için beraber olduk. Biz, düşmanımızı okuyoruz ama tanımıyoruz. Kim bu düşman? Üniforması var mı, uyruğu nedir, alenen belli midir? İnsanı maddeye iten komünizm, kapitalizm gibi, insana şuurunu kaybettiren materyalizm gibi, dayanışma ve kanaati unutturan ferdiyetçilik gibi, şükür bilmez, kanaat etmez, yol bilmez velhasıl bildirtmez bir düşman! Cemil Meriç’e göre; sağcısı, solcusu değil. Bunlar bizim insanımız ve onlar yok. Namuslusu var, namussuzu var. İşte düşman; tanımadığımız bildiğimiz namussuzlardır!

12 Eylül’den bu yana yetişen bu nesil; kültürüne küfredercesine ondan uzaklaşmakta, bireyselleşmekte, kesirleşmekte, bölünmekte, şuursuzlaştırılmaktadır. Hassasiyet gösterme idrakini yavaş yavaş kaybetmektedir. Tarihi serüven izlenmekte, insanların birbirine tutumu seyredilmektedir. Örnekte hata olmasın; solcu baba ile solcu oğulun düştüğü durum bile bize meseleyi izah ediyor. Türküyü seven batı karşıtı solcu babanın, rock seven batılı solcu oğlu…Durum solda böyle… Hala sol var ise… İslam medeniyetinden bahsedip, Amerikan emperyalizmine kendisini teslim etmiş, dünya vatandaşı olmayı meziyet sanan sağ da farklı mı? Bir sokağın başında cami var iken, sonunda meyhanenin bulunması? Evlerin farklılaşması? Dünya değişiyor, değişen dünya ile güçler de değişiyor, ben gücün yanındayım diyen dil, beni duyar mı acaba?

Evler değişiyor, sokaklar değişiyor. Din, taklit haline gelmiş… Yaşayış, özentileşmiş… Ve dahası; devlet şirketleşmiş, millet taşeronlaşmış… Yaşamaktan sıkılanını mı ararsınız, otla uyuşturulanını mı? Cemaatin örgütlenişini mi, hükümetin çocuklaşanını mı? Bir oyuna kurguluyuz. Medeniyetten bahseden bu yalnız nesil! Medeniyet nerede? Üniversitelerde mi? Yarışa çıkan atlar bile dinlendiriliyorken, ilim uğruna, ilmi çok çalışmakta mı bulmalıyız? Bu ses midir bizi medeniyete götürecek olan. Okul, eğitimimize ara verdiren bir kurum haline gelmiş.

”Eğitim yok, milli de değil” diyen dil, duy sesimizi; ruhaniyetinle sar fikrimizi…

Biz; usûlü, şekille karıştırdık. Esası, içerikle… Kavramları tanımlamadan, detayını bilmeden kalburüstü konuştuk ve geçtik. Okuduk, ve belki gerçekten çok okuduk ama onun da metodunu bilemedik. Böyle böyle ne başımız doğruldu, ne de yola sokulduk. Tarih okumacılığını boşuna ve faydamıza değil, cemiyet ve ruhumuza yapmalıyız. Entelektüel kaygı güderek okumanın ve bilgi tüccarlığına tutunmanın yıllardır bu millete kazandırmadığını biliyoruz. Her kuralın bir istisnasından bahsederler. İstisnasız kurallarla hareket etmeliyiz. Kaybedecek vakit, tatile verilecek ömür ve dahası bir başka nesil yok. Şekle aldanan algıdan, bilgi tüccarlığına çıkan tacirden kurtulmalı ve bu çağı, şahsiyetimizi kaybetmeden okumanın metodunu, bir an önce yakalamalıyız. Bu sesi duydu yalnızlar! Ve birbirlerine koştular.

İşte yalnızlar, buradalar! 900 yıllık çınarın altında, bir cami avlusunda, çay ocağının köşesinde birleştiler. Bir çay demi hayallerde birleştiler. Seferde birleştiler.

Ağaçlar şahit oldu. Yalnızlar dile geldi;

Gelenden Allah razı olsun… Görenden Allah razı olsun… Bilenden Allah razı olsun… Birleştirenden Allah razı olsun.

Allah, cümlenizden razı olsun…

 

Bir yanıt yazın