Tarih 8 Nisan 1997 Salı,
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Merkezi’nden yapılan açıklama; “Alparslan
Türkeş’in cenazesi bugün (08.04.1997) saat 08.30’da Bayındır Tıp Merkezi’nden alınarak
Eskişehir Yolu üzerinden TBMM’ye getirilecek. TBMM’de düzenlenecek törenden
sonra Türkeş’in cenazesi MHP Genel Merkezi’nin bulunduğu Karanfil Sokağına
götürülecek. Kocatepe Camii’nde kılınacak cenaze namazından sonra Türkeş’in
naaşı Meşrutiyet Caddesi, Kızılay, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, Tandoğan ve
Beşevler üzerinden toprağa verileceği yer olan Atatürk Orman Çiftliğindeki Anıt
Mezar alanına götürülecek.” şeklindedir.
O güne kadar nasılsa o gün
de Bayındır Tıp Merkezi ile Eskişehir Yolu arası sadece 100 metre mesafedeydi;
kortejin bu kısa mesafeyi alması tam 25 dakika sürdü, yine o güne kadar olduğu
gibi Eskişehir Yolu ile meclis arası da yalnızca 4 kilometreydi; kortejin TBMM’ye ulaşması 2 saati bulmuştu.
Birçokları bunun sebebini kalabalığa bağladılar. Değildi; mesele kalabalık
olsaydı, gecikme kalabalıktan olsaydı eğer 1978 Tandoğan Mitingi de çok
kalabalıktı ama o zaman adımlar coşkuyla hızla atılıyordu. Bu başka bir şeydi…
Sonsuzluktan tecelli etmişti emir etmesine ama hiçbir ayak yürümek istemiyordu
sonsuzluğa giden o yolu. Onlara kalsa bin defa yürüyecekler de her birinin
yüzündeki ifadeden “Başbuğumuzun yapacakları Başbuğumuzla yapacaklarımız…”
hissince bir şeyler okunuyordu.
Tarih 4 Nisan 1997 Cuma,
Bayındır Tıp Merkezinden açıklanan tıbbî ölüm raporu; “Sayın Alparslan Türkeş,
4 Nisan 1997 Cuma gecesi saat 23.15’te kalp ve solunum durmasıyla hastanemiz
acil servisine getirilmiştir. Derhâl yoğun bakıma alınarak resusitasyona devam
edilmiştir. 3.5 saat süreyle yapılan resusitasyona yanıt alınamamıştır. Yapılan
nörolojik, kardiyolojik anestezi ve reanimasyon, göğüs hastalıkları
muayeneleri, ERA ve EKG tetkikleri ile hastanın ex olduğuna karar verilmiştir.”
şeklindedir.
Türk tabiplerinin
imzaladığı bu raporun saati 02.30’du ve öyle olmalı ki hekimlerin bile nevri
döndüğünden, nasıl hareket edeceklerini bilemediklerinden 03.15’te ilan
ediliyordu malum. Ve son Başbuğ artık yoktu; ardında gözü yaşlı milyonlar
bırakarak göçüp gitmişti. Ve artık Tanrı’nın Türk’ü asıl şimdi koruması
gerekiyordu!
Tarih 24 Ocak 1993 Pazar,
Milliyetçi Çalışma Partisinin 4. Olağanüstü Kurultayı’nda çıkan karar;
“Partimizin banisi Başbuğ Alparslan Türkeş olup ismi yeniden MHP olmuş ve
amblemi de eskisi gibi Üç Hilal olmuştur.” şeklindeydi.
Kararın yetkisi yaklaşık bir
ay önce, 27 Aralık 1992’de yapılan değişiklerle sağlanıyordu; 12 Eylül’ün
kapattığı partiler yeniden açılabilecek olduğundan MHP’nin isim ve amblem
hakkının MÇP’ de kullanılmasına hükmedilmişti ve Başbuğ hemen hemen 25 yıl önce
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinde gerçekleştirdiği hayaliyle bir kez daha
vuslatı yaşıyordu.
Tarih 20 Ekim 1991 Pazar,
TBMM 19. Dönem Milletvekili Seçimlerinden çıkan sonuç; “MHP’nin Refah Parti ve
Islahatçı Demokrasi Partisi ile girdiği seçim ittifakında başarılı olduğu…” yönündeydi.
Bir sonraki genel seçimler
olan 1995 yılında seçime tek başına giren MHP, %10’luk baraja %8 ile
takıldığından dolayı 1991 genel seçimlerinin nihaî sonucu; Başbuğ’u Yozgat
mebusu olarak son kez meclise alıyordu. Basiretsiz siyasetçilerle en ufak bir
yolun kat edilemeyeceği dönemlerdi zîrâ bölücü terör en etkili zamanlarındaydı
ve Türk milleti en nitelikli mücadeleyi hem verev hem verdiren Alparslan
Türkeş’e minnet duyuyordu.
Tarih 6 Eylül 1987 Pazar,
Türkiye Anayasa Değişikliği Referandumunun sonuçları; “Alparslan Türkeş gibi
Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan’ın da siyasî
yasaklarının kaldırıldığını…” ilan ediyordu.
Beraat edip tahliye olduğu
9 Nisan 1985 tarihinden iki buçuk sene sonra yapılan bu referandumla siyasî
özgürlüğünü yeniden kazanan Başbuğ, hiç vakit kaybetmeden Muhafazakâr Parti’nin
adının değiştirilmesiyle siyaset meydanına çıkan MÇP’ ye katılıyor; 4 Ekim 1987
tarihinde yapılan olağanüstü kurultayda genel başkan seçiliyordu. Alparslan
Türkeş yine meydanlardadır artık; milli ülküyü iktidar yapmak, davayı kitlelere
anlatmak için.
Tarih 12 Eylül 1980 Cuma:
Darbe yapıldığında siyasî
partilerinin başında olan Demirel, Ecevit ve Erbakan’a Sıkıyönetim
Komutanlığınca birer adres işaret edilmişti ki onlar çoktan o adreslere
götürülmüştü; ortalıklarda görünmeyen bir tek Alparslan Türkeş vardı. Herkes
onun kaçtığını ya da kaçacağını düşünüyordu, yanıldılar; Başbuğ darbeden üç gün
sonra gidip kendisi teslim olmuştu. Çünkü o kaçıp da cunta şebekesinin eline
koz verecek bir adam değildi. Birileri çoktan onu ve dava arkadaşlarını
yargılama cüretine soyunmuşlardı ama o kaçarak kendisinin bulunmadığı bir
ortamda fikirlerinin de yargılanmasına asla müsaade etmezdi. Nitekim mahkeme
gününde askerî savcı olduğu bilinen bir zât bile, “Mahkeme salonundayız; heyet
yerini aldı. Karşımızda yüzlerce ülkücü, haklarında idam isteniyor. Ülkücüler
bir disiplin içerisinde; ses yok, çıt yok. Sanki ulu biri bekleniyor… Ve Türkeş
salona girdi! Salonda idam kararını bekleyen tüm ülkücüler esas duruşta,
ayakta. Hep bir ağızdan İstiklal Marşı okunmaya başlandı; mecburen bizlerde
ayağa kalktık. Ona niçin Başbuğ diyorlar işte o zaman anladım.” sözleriyle
Başbuğ Alparslan Türkeş’in mahiyetini açıklamıştır.
Tarih 15 Nisan 1978
Cumartesi:
Hepimizin tek seferde 78
Tandoğan Mitingi diye andığı o kutlu gün; Tandoğan Meydanı, MHP Ankara Mitingi
ve büyük yürüyüş. Ankara’da bir milyona yakın hatta belki de bir milyonu da
geçkin insan toplanmıştı; toplanmıştı ama miting sona erdiğinde yürüyüşün bir
ucu hâlâ Cebeci civarındaydı. Kurtuluş’tan başlayan yürüyüş Tandoğan’da
bittiğinde düşünülen, bütün kalabalığın miting alanında olmasıydı. Fakat o ne
müthiş bir mahşerî görüntüdür ki Ankara’da toplanan ülkücüleri Tandoğan Meydanı
bir türlü almıyor ve kalabalık Beşevler’e, Maltepe’ye, Anıtkabir’e doğru
taşıyordu. Alparslan Türkeş miting alanına gelmiş ve mikrofonu eline almıştı,
artık onun ağzından dökülen her kelâm o saatten sonra yeni bir manifesto
niteliğindeydi; çünkü Milliyetçi Türkiye yolunda muazzam bir aşama kaydeden
Ülkücü Hareket iktidarını müjdeliyordu âdeta. Başbuğ, “İşkenceyi kendileri için
bir yol seçenlere, vatandaşın ekmeğine el uzatanlara, hakkı hukuku çiğneyenlere
bir başlangıç uyarısıdır; gerekirse 45 milyonu da meydanlardan yürüteceğiz.”
diyor; meydan okuyordu tüm heybetiyle.
Tarih 31 Mart 1975
Pazartesi:
TBMM 15. Dönem
milletvekillerini belirlemek için yapılan 1973 genel seçimlerinin sonuçlarına
göre MHP 3 mebusuyla meclise girmişti. Süleyman Demirel’in başkanlığında
kurulan ve 21 Haziran 1977’ye kadar görevde kalacak olan 39. Türkiye
Cumhuriyeti Hükümetine (I. Milliyetçi Cephe) bu netice ile dâhil olmayı başaran
Alparslan Türkeş Başbakan Yardımcısı olarak görev yapacak ve davanın hitap
sahasını genişletmeye devam edecekti. Nitekim Başbuğ ve dava arkadaşlarının
özverili çalışmaları meyvesini verecek; 1977 genel seçimleri neticesinde MHP
mecliste 16 mebus ile temsil edilecekti. Buna göre yine Demirel başkanlığında
21 Temmuz 1977’de kurulan 41. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine (II. Milliyetçi
Cephe) giren Alparslan Türkeş, ikinci kez Başbakan Yardımcılığı görevine
geliyordu ve bu sefer dört de değerli bakanlık MHP’nin oluyordu.
Tarih 9 Şubat 1969 Pazar:
Alparslan Türkeş ve dava
arkadaşları 1965 yılına gelindiğinde Türk milliyetçiliği fikrini merkeze alıp
Türk milletine nasıl hizmet ederiz bunun hesabını yapıyorlardı; doktriner
mücadelenin aksiyoner mücadele olmadan sonuca ulaşma şansını çok düşük bir
ihtimal olarak görüyorlardı, onlara göre siyasî bir organizasyon elzemdi. Bu
kanaatle Başbuğ CKMP’ye girmiş ve kısa süre sonra bu partinin genel başkanı
seçilmişti. 1968 yılına gelindiğinde ise
mevzuunun boyutu bambaşka bir hal almıştı; başlarda protesto kabilinden
başlayan Sovyet Rusya kaynaklı öğrenci hareketleri artık bir gerilla hareketine
dönüşmüştü. Komünist yer altı örgütleri olarak tanımlanabilecek kitleler
üniversiteleri işgal etmekle kalmıyor, sözde işçi emekçi adına fabrikalara
köylere kadar girip kendilerinden olmayan işçilere emekçilere kadar katliam
yapıyorlardı ve bu katliamlarda hayatını yitirenler ülkücüler oluyordu.
Aksiyoner mücadele artık reaksiyoner mücadeleye dönüşmek zorundaydı,
teşkilatlanma hamlelerini hızlandıran Başbuğ Alparslan Türkeş bir yandan iç
savaş tehlikesine mahal vermeden sokaklara hâkim olmaya çalışıyor diğer yandan da
Türk gençliğinin kafasının ve gönlünün Türk milliyetçiliği fikriyle dolmasını
sağlıyordu; bunları daha güçlü bir biçimde yapmak adına meşhur Adana
kongresinde liderliğini pekiştiriyordu. Artık CKMP yerine MHP vardı Üç Hilal
vardı! Ve lider “Ben Türk Milletini; sokaklarda ıspanak fiyatına satılan
demokrasiye, rüşvet ve hileyle çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlâktan
mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadî yapıya
çağırmıyorum. Türklük gurur ve şuuruna, İslâm ahlâk ve faziletine, yoksullukla
savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası hak yolu, hakikat yolu,
Allah yoluna çağırıyorum.”diyerek Türk milletinin tercümanı oluyordu âdeta…
Tarih 23 Mart 1963
Cumartesi:
Türkiye’de cumhuriyet
tarihinin hafızasına demokrasiye geçişin adı olarak kaydolan Demokrat Parti,
iktidardaki on yılını tamamlamak üzereydi; Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde
bir grubun DP iktidarına darbe hazırlığı sürüyordu. TSK tüm organlarıyla ve
emir komuta zinciriyle bir darbe yapmayacaktı elbet ve bunun karşısında olan
ordu mensubu askerler de vardı; Kurmay Albay Alparslan Türkeş bunlardan
biridir. Başbuğ, darbe olmaması zeminini sonuna kadar arasa da bir askerî
darbenin kaçınılmaz olduğunu anlamıştır. Bilenlerin en iyi malumudur ki
birilerinin ekseriyetle hesaba katamadıkları şey bir kurmayın zekâsıdır. Kurmay
Albay Alparslan Türkeş, on dört arkadaşını yanına alıp darbe cuntasına dâhil
olmuştur; arkadaşları ile meseleleri tartışmış ve Millî Birlik Komitesinde yer
almışlardır. Bir bakıma bu darbenin yıkıcı etkiler vermeden Türk milletini
lehine olacak şekilde sonuçlanması adına kontrol rölesi işlevi göreceklerdir.
Nitekim 27 Mayıs 1960’ta “darbenin kudretli albayı” Alparslan Türkeş radyodan
duyurmaktaydı ihtilâli, hemen arkasından Başbakanlık Müsteşarı olarak göreve
başlamıştı. Önceliğini bakanlıkları teftişe veren Başbuğ, İçişleri Bakanlığını
denetlerken ani bir kararla bakanlık içerisinde bir büronun kapatılması
talimatını verir; aslında ani olan karar değil talimattır. Küçük çaplı bir
araştırma yapan Başbuğ Alparslan Türkeş, malum büronun CIA adına çalıştığını ve
girdisi çıktısı sadece bakanlıkça bilinmesi gereken bütün belgelerin bu büronun
onayından geçtiğini öğrenir. Talimatı gereği büro derhal kapatılır; önce ABD
Büyükelçiliğinden olmak üzere ABD Dışişleri Bakanlığına kadar kararından
dönmesi yönünde talepler olsa da o geri adım atmaz öyle ya bağımsız bir
devletin en önemli bakanlığında yabancı devlet adına çalışan istihbarat
bürosunun ne işi vardı. Vakıa şu bir hakikattir ki basiretsiz, yeteneksiz,
akılsız birilerinin asker ya da siyasetçi olarak bir memleketin başına
gelmeleri büyük talihsizliktir; işte darbe sonrası MBK içinde tartışma
çıkaranlar tam da böyle adamlardı. Onlara göre kendileri devlet yönetiminden
anlamıyorlardı ve bu yüzden bu iş tecrübeli siyasetçi İsmet İnönü’ye
bırakılmalıydı, kendileri de ömür boyu tabii senatörlük haklarıyla sivil
siyasete çekilmeliydiler; Alparslan Türkeş ve arkadaşları bunun yanlışlığını
ısrarla belirtiyorlardı. Başbuğ, ilk olarak İnönü fikrine karşı çıkıyor darbeyi
İsmet İnönü için yaptığımız algısı oluşur diye sunuyordu itirazlarını ve ona
göre yapılması gereken bir yandan partilerin kurulup ülke içinde
teşkilatlanması diğer yandan da devletin kalkınması için hamleler yapılmasıydı.
Heyhat millî ve milliyetçi bir refleksle düşünülmesine tahammül edilemiyordu
bir türlü; iç darbe ayyuka çıkmış Başbuğ Alparslan Türkeş ve on üç arkadaşı
evlerine baskın verilmek suretiyle sürgüne gönderiliyordu. Cuntanın yönetimde
kaldığı 3 yıla yakın süre zarfınca yurda dönmesine izin verilmeyen Alparslan
Türkeş’in, Hindistan Büyükelçiliği müşaviri sıfatıyla gönderildiği Yeni
Delhi’den dönüşüdür işte yukarıdaki tarih. Başbuğ’un 5,5 aya sığdırdıkları ise
sadece İçişleri Bakanlığındaki CIA Bürosunu kapatmak değildir; TÜBİTAK – OYAK –
MEYAK – Türkiye İstatistik Kurumu – Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü –
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu – Devlet Planlama Teşkilatı gibi devlet
mihenklerinin altında hep onun imzası vardır.
Tarih 3 Mayıs 1944
Çarşamba:
Türk milletinin
literatürüne “Milli Şef” diye bir kavram girmişti; çok partili hayatın ilk
ürününü verip iktidarın el değiştirdiği 1950’li yıllara kadar da bu kavram
karşılık bulmaya devam ediyordu zihinlerde. Alparslan Türkeş için ise Harp
Akademisinin Teğmen rütbesiyle bitirildiği döneme denk gelmekteydi bu zamanlar,
Başbuğ Türk milletinin hizmetine memur olmak için can atmaktadır. İsmet
İnönü’nün etrafında oluşmuş bir dalkavuklar sarmalı vardı ki sözde
politikalarının akıllara zarar olduğunu görmek işten değildi; günübirlik menfaatler
uğruna Sovyet Rusya’nın emellerini görmezlikten gelen bu şuur fukaralarını
silkeleyecek bir hareket gerekiyordu. Aynı anda Türk milletini de vaktiyle
uyandıracak, titreyip kendine döndürecek bir hareket. Lazım gelen, Hüseyin
Nihal Atsız’ın Sabahattin Ali’yle olan mahkemesi öncesi patlayan bir nümayişte
vuku bulacaktı; Ankara’da toplanan Türkçüler bir miladın eşiğindeydiler. Deyim
yerindeyse birisi bir düdük öttürmüş ve bir anda koca başkentte azımsanmayacak
bir kalabalık meydana gelmişti; dalkavuklar maksadını hiç sorgulamadan
kendilerinin hükümranlığına bir tehdit olarak telakki ediyorlardı bu birikmeyi.
Hâlihazırdaki mahkeme 3 Mayıs Türkçülük Davası olarak yerini alacaktı artık
tarihte, Üsteğmen Alparslan Türkeş’in de aralarında bulunduğu Türk milliyetçileri
için tabutluklarda çile doldurma günleri başlıyordu. Başbuğ Türkeş için belki
ilkti bu ama son olmayacaktı; Türklük ülküsü gütmesi onun payına hep bir mahpus
ceremesi düşürecekti. Çile çekmek şeref nişanesiydi ona göre, ömrü boyunca
ıstıraba talip olmaktan bir an olsun çekinmedi. Duruşmaya 20 Ekim 1944’te
çıktı, kendisine yöneltilen vatan hainliği suçlamasına “Bunu şiddetle
reddederim! Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanımı severim…”
haykırışıyla cevap verdi; çarptırıldığı cezayı hücre hapsinde yatarak
çekecekti. Türk ordusu kabiliyetli ve dirayetli askerine sahip çıkmış olacak ki
Askerî Yargıtay onun cezasını bozacak ve genç üsteğmen beraat edecekti. Yıl
1947’ye geldiğinde 1944 şahlanışının boşuna olmadığı anlaşılacaktı; zîrâ Sovyet
Rusya, Kars-Ardahan bölgesiyle boğazlardan ayan beyan üs talep ediyordu. Bu
sırada Alparslan Türkeş ABD Kara Harp Akademisi ve Piyade Okulunda iki yıllık
bir eğitimdeydi. Döndükten sonra girdiği kurmaylık sınavını 1951’de kazanmış,
1955’te Kurmay Binbaşı olarak mezun
olmuştur akademiden. Bunun üzerine bir sınav daha veren Başbuğ bu kez yurt dışı
görevine hak kazanır ve Pentagon’da NATO Türk Temsil Heyeti üyeliğine atanır;
aynı anda aldığı uluslararası ekonomi eğitimini de tamamlayıp 1957’de
Türkiye’ye döner. Emsalsiz bir askerlik dehası bulunan Başbuğ Alparslan Türkeş
son olarak da Almanya’da Atom ve Nükleer Okulunu bitirmiştir.
Tarih 5 Eylül 1939 Salı:
Sıbyan mektebine gittiği,
ilkokul ve ortaokulunu tamamladığı, Osman Zeki Bey gibi Türklük şuuru tam olan
hocalarını tanıdığı, hatta bizzat Osman Zeki Bey’in adını Alparslan yaptığı
topraklardan ayrılıyordu; Yavru Vatan Kıbrıs’ı esaret altında görmeye
dayanamıyordu artık. Ailesini, elde ne var ne yok satıp Ana Vatana göç etmeye
ikna etmişti; Türk’ün istiklâli olmadan bir anlam ifade edemeyeceğini
iliklerinde hissediyordu. 1933 yılında Devlet-i âli Osman bakiyesi hür ve
müstakil Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul’dadır Alparslan Türkeş, bir an
ertelemeksizin Kuleli Askerî Lisesine kaydolur ve içinin o azatlık yangınını
soğutmak adına bir taraftan da Türk aydınlarının gözüne ve gönlüne girdiği
yazılarını kaleme almaktadır. 1936 yılında Kuleli’yi pekiyi dereceyle bitirmiş
asteğmen rütbesiyle de mezun olmuştur; Başbuğ artık bir Harbiyelidir. Harbiye
sonrası, gönlünü verdiği Muzaffer Hanım ile 1939’da nişanlanmış; 1940 yılında
da Isparta’da evlenmiştir.
Tarih 25 Kasım 1917 Pazar:
Kayseri’nin Pınarbaşı
ilçesine bağlı Yukarı Köşkerli köyündeki Avşar Obalarında oturmakta olan
Koyunoğlu Ailesi, bir toprak meselesinin doğurduğu kavgadan sonra Sultan
Abdülaziz’in fermanıyla Kıbrıs’a sürgün edilir; Koyunoğlu soyundan gelen
Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve ailesi için çıkan bu karar 1860 tarihliydi. Artık
Kıbrıs’a yerleşmiş olan Ahmet Hamdi Bey’in geride kalan 57 senede çoktan bir
eşi olmuştu, adı Fatma Zehra idi. Lefkoşa’nın Haydarpaşa Mahallesinde 13
numaralı bir evde ikametgâh eden Ahmet Hamdi Bey ile Fatma Zehra Hanım’ın 25
Kasım günü öğle vaktinde bir erkek evladı dünyaya gelir; ismi Ali Arslan’dır.
Çok
değerli büyüklerim çok kıymetli gönüldaşlarım… Bilcümle sevgili Yeni Ufuk
okurları! Okumakta olduğunuz bu satıra kadar, şahsım haddi olmayarak Türk
Dünyasının Bilge Lideri Başbuğ Alparslan Türkeş’i yazmaya çalıştı; çalıştı
çünkü bu sorumluluk öylesine büyüktür ki eşzamanlı olarak bir kalp bir kafa bir
kelâm ve bir kalem ürperten cinste etkisini hissettirir çünkü bir lahza hakkını
veremeyecek olursanız abartmıyorum hüzünlere gark olursunuz. Velhasıl bu yazıyı
ters kronolojik bir tertiple hazırladım; en sona geldiğinizde en başı yani 25
Kasım 1917 tarihini gördüğünüzde sizlere “ne destansı ömür” duygusunu
çağrıştırmaktı gayem, temennim odur ki başarabilmişimdir bunu.
Her halükarda bu doğum
tarihinin başta değil sonda olması gerekiyordu… Çünkü onun mezar taşında bile
yazmaz ölüm tarihi bırakın başını sonunu! BAŞBUĞLAR ÖLMEZ üstadım, Başbuğlar
ölmediği ölmeyeceği için de onun hikâyesi sona değil başa gider; hak olan
budur.
Şimdi o halde mademki 25
Kasım 2017’nin arifesindeyiz; naçizane hatırlatması, Başbuğumuzun 100. doğum günü olacaktır o kutlu
tarih.
Ve Başbuğum! Gelecek yüz
yılda da en ufak bir mana kaybetmeyecek 25 Kasım 1917 tarihi bunu imanım gibi
biliyorum…
2017-11-13