Gök yine yarılıyor gibiydi… Yağmuru çok seven ama ıslanmaktan korkanlar, bulutların kasvetli danslarından çıkan şiddetli patlamaları, sadece duymakla geçiştiriyor ve yukarı bakmıyorlardı. Şehrin iyi adamlarının saatleriydi; bir kere de olsa tüm insanların hep yere eğilen başlarını gördüklerinde en çok onlar mutlu olurlardı. Çünkü insanların ya vakti yoktu utanmaya ya da gönlü. Ancak yağmur yağdığında bir anlık ar etmiş gibi görünürlerdi.

Eski Muğla’nın çok da eskisi olmayan ama “Ben buraya bizimkilerden de önce geldim.” dediğinde artık pek de garipsenmeyen biriydi Enver, alışmışlardı. Kendisini şehrin iyi adamlarından zannetmezdi. Onun huyuydu, yağmuru sever, ıslanmaktan korkmazdı. Bilhassa dükkânını kapatacağı saatlere denk gelirse, kepengi bir an önce indirmek için acele ederdi. Yağmurun himayesinde evine kadar usul adımlarla yürümek için can atardı, yolu da iyice uzatırdı. Eski Muğla, Muğla’nın yenisinin arkasına saklanmış gibidir. Bu hâli küçük bir çocuğun hissettiği tehlike karşısında annesinin eteklerinden tutup arkasına doğru gizlenme çabasına benzer. Şehrin bütününe bu ürkeklikle tutunur eski Muğla, mecburdur. Enver de Eski Muğla’ya tutunmak istedi üniversiteden sonra, başlarda zorlansa da ayrılmamayı başardı. İlk geldiği günden vurulmuştu; her biri yüksek ve demirden çift kapılı, dış duvarları büsbütün kireç boyalı, bacaları piramidi andıran evlerle bezenmiş eski Muğla’ya. Şimdi küçük bir sahafı vardı; Saburhâne’den yukarı doğru çıkıldığında Masa dağının eteklerinden hemen önce başlayan ve tüm Muğla’yı kuşbakışı gören beyaz korkuluklu köprünün üstünde bir evdi başını soktuğu dam. Meçhul hikâyelerin anılarıyla bugünlere gelen o meskenlerin oturduğu dar sokaklardan kıvrıla kıvrıla varabilirdi aslında evine. Onun yolu uzatmasına bir sebep de buydu; Enver, tuhaf ama aydınlık ışıl ışıl bir dehlizi çağrıştıran sokaklarda yürüdüğünde yoldan arabalar geçebilsin diye sürekli hanelerin duvarına yapışmışçasına durmaktan rahatsız olurdu. Sokakların tadına varacağı her an araç kornasıyla gadre uğradığı için dükkânı kapatınca kendini önce Saburhâne tarafına atar, ondan sonra esnafı ve eşrafı aynı minval üzere selâmlayarak dere hizasından geniş geniş yürür giderdi yukarı doğru.

Islak şehirler mevsiminin belli bir dönemi olmadığından göğü çatırdatırcasına yağıyordu yine yağmur. Enver, o akşamüstü de sahafı hızlıca kapatıp düşmüştü yola; evine varıp yazısıyla ilgilendikten sonra tekrar inecek müdavimi olduğu konakaltı sohbetine katılacaktı. Yiyeceği yemek başka bir uğraşın yanında atıştırmakla olurdu çoğu zaman. Tahsil döneminde başladığı cemiyetçilik işlerine devam ediyor, Türk milliyetçisi çizgide yayın yapan bir dergiye de elinden geldiğince yazı gönderiyordu. Okul yıllarında kurduğu kütüphanenin yardımlarıyla açtığı dükkânı kendisine imkân sağlıyordu; neşriyatın havasını derinden soluyan hayatında bir ayrıcalık da hâl ilminin ehli Hoca Dayının konakaltı sohbetleriydi. Enver ona Aliya diye seslenirdi ve kimse bunun nedenini sormazdı.

Enver, evden geri çıktığında yağmur devam ediyordu ama ilk başladığı heybetinden eser kalmamıştı; hoş zaten onun için şiddetin hiçbir önemi yoktu. Konakaltındaki çınar ağacıyla meşhur kahvenin önüne geldiğinde içeride hummalı bir intizamın işlediğini gördü. Nizamı bozmadan girip ilişti bir taburenin üstüne. Hoca Dayı kutup yıldızı misali hiç değişmeyen yerine geçmiş ve etrafında hilâl gibi toplanmış insanları bir bir göz hizasına çekiyordu. Gözündeki mavinin tonu eşi benzeri olmayan cinstendi, renkli gözlülerin ekseriyeti gibi açık tenli biri de değildi Hoca Dayı; bu görünüşüyle bile kahvenin dem kızıllığına karışmış havasını mistik bir buhara iyice ikmal ediyordu.

Hoca Dayı, “Hak kulundan intikamın yine abd ile alır, bilmeyen ilm-i ledûni anı; abd idmüş sanır.” dedi; çay bardağının altını tabladan ayırdığı anda. Sonra bir yudum aldı sebeb-i hilkât-i kâinattan ve Allah kulundan intikamını yine kul ile alır, ledün ilmine sahip olmayan insan ise; bunu kul yaptı zanneder diye meal etti deyişi. Başta Enver’in olmakla hiçbirinin merakının tam olarak dağılmadığını bilen Hoca Dayı devam etti anlatmaya. Kehf sûresi 65. âyette Tanrı katından kendisine rahmet ve ilim bahşedilmiş olan bir kuldan bahsedilir. Yol gösterici bu ilme talip olan Musa Peygamber o kul ile yolculuk etmek isteyince, o kul kendisiyle olmaya sabredemeyeceğini söyledi. Musa Peygamber sabırlı olacağını ve o kul kendisine açıklama yapana kadar ona hiçbir şey sormayacağını taahhüt etti. Yolculuk gemiyle başladı; çok zaman geçmedi ki o kul gemiyi deldi. Musa Peygamber ise gemiyi içindekiler boğulsun diye mi deldin, gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın dedi. O kul sana dayanamayacağını söylemiştim deyince Musa Peygamber hatasını anladı ve yola yürüyerek devam ettiler. Yolda rastladıkları bir erkek çocuğunu oracıkta öldüren o kula dehşetle bakan Musa Peygamber, temiz bir çocuğa kıyarak çok çirkin bir iş yaptın deyiverdi. O kul dayanamazsın dememiş miydim diye yine çıkışınca başka bir ihtar hakkının olmayacağını sezinleyen Musa Peygamber, son özrünü diledi ve başka soru sorarsa arkadaşlıklarının biteceğine söz verdiği için devam ettiler. Bir şehre vardıklarında halktan yemek istediler ama halk onları doyurmaktan kaçındı. Buna rağmen şehirde yıkılmak üzere olan bir duvarı o kul tamir etti. Musa Peygamber, iyilik görmedikleri halka yapılan yardımdan dolayı isteseydin işin karşılığında ücret alabilirdin dedi ve o kula gene karışmış oldu. O kul da artık seninle yollarımız ayrılmıştır diyerek Musa Peygamber’in sabredemeyip müdahil olmaya kalktığı olayların iç yüzünü haber verdi. Deldiğim geminin asıl sahibi yoksullardır ama zalim bir kral tüm sağlam gemilere olduğu gibi ona da gasp ederek geminin sahiplerini zorla çalıştırmaya başlamıştır. Ben de o gemiye hasar verdim. Yoldaki çocuk ise iman sahibi bir ailenin inkâra sürüklenmesine sebep olacak evlatlarıydı. Onu öldürüp daha merhametli bir çocuk bağışlamasını Rablerinden istedim. Duvarı da bir gömünün üstüne inşa ettik ki mirastan hak sahibi olan iki yetim çocuk ergen olacakları çağa kadar bundan başkalarınca mahrum bırakılmasınlar. Herkes ne ara olduğunu fark etmese de ilk çaylar çoktan içilmişti. İvedilikle tüm bardaklar tekrar dolduruldu ve Hoca Dayı sözünü tamamlama arifesine girdi. İşte dedi ledün ilmi budur; Tanrı katında işlerin nasıl olduğunun, nasıl yürüdüğünün, hayat dengesinin onun tarafından ne şekilde ayarlandığının bilgisi olan ledün ilmi sırredilemediğinde kul başına gelenleri hep kuldan bilir. Öyle ki peygamber olan bile öğrenememiş bu ilmi! Enver, “Kafama bir şey takıldı.” diyerek atladı söze; başka kelâm etmeyeceğini anlayınca Hoca Dayı’nın. Şeriata yani Allah’ın hukuk düzenine göre aslında Musa Peygamber tüm itirazlarında haklı olmuyor mu Aliya dedi. Hoca Dayı’nın yanıtı netti; şeriat yaratılan vasıtasıyla yaratılana dokunduğunda özünü bulur, sünnetullah ise tüm yaratılanların yaratılmadan önce kazandığı özdür. Her zaman olduğu gibi soruyu Enver sormuş; cevaptan herkes nasibini almıştı.

Hoca Dayı’nın müsaadesini isteyip yavaştan kahve ahalisinin de kalkmasıyla Enver evinin yolunu tutmuştu. Yolda yürürken rüya hadisesinin de bir ilm-i ledün olup olamayacağını düşündü. Onun burada yüklediği anlam kavramsaldı, rüyanın ledünün kelime anlamından yola çıkarak gizli veya bilinmez bir tabir boyutunun olabileceği üzerinde duruyordu. Bu düşüncelere dalmasında belki iki senelik olmasına rağmen etkisinden çıkamadığı bir rüyasını anımsamış olması yatıyordu. Alparslan Türkeş’i görmüştü rüyasında. Kendisini şanslı hissetmesi gerekiyor muydu, öyleyse bile Enver, bu noktada değildi. Rüyasında mekân ve zaman birliği yoktu ama tek bir kişi çok netti; defalarca elini öptüğü için Başbuğ’un yanındakilerin hayretine adeta cevap olsun diye ettiği sözlerdi onu etkileyen. “Bakmayın siz bu gencin minnettar tavırlarına! Şimdi asıl iş onlarda…” Hâlet-i ruhîyesine göre kendince yorumlamaya çalışmış bu sözleri ama hiçbirinde adam akıllı bir tatmin duygusu yaşamamıştı. Yatağına uzandığında da geceyi sabaha ulamasına bu düşünceler yardım etti. Bizde olan asıl işe nasıl layık olacağız sorusu deminki sohbetle iyice depreşmişti ve uyutmuyordu. Mesele zaten uyuyamamak değil ferahlayamamaktı.

Enver, aynı iştahla açmıştı dükkânını. Rızkında o güne ayrılan hisse ne ise özveri ile bulmaya çalıştı. Nihayetinde akşam olmuştu; dün gece kahveden çıkmasından hemen önce dinen yağmur bugün de hâlâ yoktu. Eğer kafasını kurcalayan düşünceler olmasa bu duruma ince bir üzüntü duyardı ya da duyuyordu ise evvela bunu hissederdi. Sahafı kapatması, eve gidip geri kahveye dönmesi düne göre hatta öncekilere göre daha hızlı gerçekleşmişti. Sonuçta o acele etse de yerleşik bir düzen vardı ve Hoca Dayı’nın gelmesi de konakaltı sohbetine iştirakçilerin tamamlanması da hep aynı saatte oluyordu. Sabırsız bir bekleyişin ardından muradına ermişti Enver, sohbetin sonunda aklına yatmayan bir yeri değil, ilk defa sohbetin dışında bir soru soracaktı Hoca Dayı’ya. Bunun için zamanı iyi tutturmalıydı; ilk çayların doldurulması akabinde bardakla tabağın irtibatı Hoca Dayı tarafından kesilmeden sormalıydı Enver çünkü o hep birinci yuduma hazırlanırken konuşmaya başlardı. Şekerli içenlerin kaşık çıngırtısı sona erer ermez Aliya dedi, diğerlerinin şaşkınlığını Hoca Dayı’nın vakarı dengeliyordu. Enver’e bakışlarıyla icazet vermişti. Enver, biraz dolaylı yoldan girizgâh yaparak sormak istediğinden rüya ilmi öğrenilebilir mi diye değil, Tanrı katından herhangi bir ilmin başka bir kul tarafından öğrenildiği olmuş mudur diye sordu. Hoca Dayı’nın karşılığı ise Enver’in ürpermesi için ziyadesiyle büyüktü. Rüya dedi. Rüya ilmi Yusuf Peygamber’e öğretilmiştir. Dolandırıp da soracağı soru ayyuka çıkmadan cevap meydana gelmişti. Hoca Dayı da hâl ilminin ehliydi öyle ya.

Hoca Dayı, sorudan dolayı geç kalan yudumunu aldıktan sonra çaydan devam etti; bu gecenin bahsi belliydi. Oradaki hiç kimse bahsin değiştiğini düşünmezdi. Sohbeti edilecek olan zaten bu idi, Enver’in sorusu tevafuku tamamlamıştı. Yusuf Peygamber, babası Yakup Peygamber’e, rüyasında on bir yıldız ile güneşi ve ayı kendisine secde ederken gördüğünü söyledi. Ne demek olduğunu anlayamayan oğluna, babası, Allah sana bunun sırlarını açıklayacaktır yeter ki sen kardeşlerine de rüyanı anlatma dedi. Lâkin kardeşleri tuzakta ittifak etmişlerdi. Yusuf Peygamber’i bir kuyuya atıp sözde onun kanının bulaştığı gömleği babalarına gösterdiler. Yusuf sûresi 15. âyete göre olacaklar Yusuf Peygamber’e önceden vahyolunmuştu. Yusuf Peygamber’i kuyuda görüp çıkaranlar onu bir Mısırlıya sattılar. Onların elinde ergenlik çağına geldiğinde ise olayların yorumunu yapabilmesi için Tanrı katından hüküm ve ilim sahibi yapıldı. Yaradan, güzel davrandığı için Yusuf Peygamber’i ödüllendirdiğini buyuruyordu. Evinde kaldığı kadın, onunla ilişkiye girmek istemiş ama o bundan kaçınmıştı. Kadına da kocanız benim velinimetim; Allah’a sığınırım dedi. Kadının kilitlediği kapıya yönelen Yusuf Peygamber’in gömleğini, kadın arkadan yırtar. Kocası oraya gelince de kadın iftira atar, kadının bir akrabası ise gömlek önden yırtılmışsa yalancı olan kadın değildir der. Bakarlar ki gömlek arkadan yırtılmıştır. Adam karısına günahkârlardan olduğunu söyler. Halktan olan diğer kadınların dedikodusuna dayanamayan kadın ise bir oyunla Yusuf Peygamber’i zindana attırır. Zindana sonradan gelen iki kişinin rüyasını tabir eder ve içlerinden zindandan kurtulacak olana efendisinin yanında kendisini anması için istekte bulunur. Yoruma göre diğeri zaten asılacaktır. Nitekim yine yoruma göre sağ kalan yani Yusuf Peygamber’i anması gereken kişi ise anmayı unutur; tâ ki, efendisinin gördüğü bir rüyayı kendileri anlamlandıramayınca aklına gelir. Birkaç sene daha zindanda kalan Yusuf Peygamber’i oradan çıkaran efendinin rüyasını zindana geri dönen adam aracılığıyla tabir etmesi olmuştur. Pürdikkat kesilen kahvedekiler, Hoca Dayı’nın bir an sessiz kalmasıyla ara verdi. Tüm bardakların dolma vaktiydi. Çayından epey içtikten sonra, velhasıl dedi Hoca Dayı, bu ilme layık görülen Yusuf Peygamber’in ömrü aslında bir imtihanlar silsilesidir fakat o hepsinde bir sabır göstermiştir. Musa Peygamber de kim bilir gereken iradeyi koymuş olsa o da ilm-i ledüne ermiş olacaktı.

Enver, bugünkü sohbet başka bir bağlamda edilmiş olsa, soru istihkakımı başta kullandım diye düşünmez; Musa Peygamber’e ilim yine başka bir kuldan öğretilecek olmuş, Yusuf Peygamber’e ise ilâhî olarak bahşedilmiş; ikisi arasında fark yok mudur Aliya diye sorardı. Ama o hem bu muhtemel sorunun cevabına hem de içinde muhakeme ettiği rüya ilminin öğrenilmesine ilişkin bir sonuca ulaşmış hissediyordu kendini. Konakaltı sohbetinin bugün de bitmesinden ve müdavimlerin dağılmasından sonra eve giderken yolu içindeki bu rahatlıkla yürüdü. Her halükârda bu iş sabırda bitiyordu Enver’e göre. Çünkü Musa Peygamber sabretse ilme vakıf olacaktı, Yusuf Peygamber ise sabretmese ilimden olacaktı. Kendisi de eğer sabrederse zaman içinde rüyasını hayatın içinde tabir edebilecekti.

Son zamanlarda hiç olmadığı kadar rahat bir uyku uyumuştu Enver, aslında rahat olan uykuya çabuk dalması ve önemli bir süre kesintisiz uyumasıydı. Sabahın ilk ışıklarıyla ter içinde uyandı. Hatırladığı şey karşısında dili tutulmuş gibiydi ama anlamsız bir iki kelime edebildi yine. Rüya görmüştü ve bu Alparslan Türkeş’ti. Bu kez Başbuğ, kendi anıtmezarının bulunduğu alandan hafif öne paralel bir kürsüde konuşma yapıyordu. Korkunç bir durumdu; sonsuz rahmete kavuşmuş bir şahsiyet kendi kabrinin yakınında konuşuyordu rüyasında. Enver’in aklında kalan ise hüzünlü bir ses tonuyla, Başbuğ Alparslan Türkeş’in hoşça kalınız diyerek oradan uzaklaşmasıydı. İşte şimdi soruların biri bin olmuştu. Ama öyle bir soru vardı ki Aliya’ya bile sormaya ya da kendinden başkasıyla paylaşmaya cesaret etmesi imkânsızdı. “Bakmayın siz bu gencin minnettar tavırlarına! Şimdi asıl iş onlarda…” ile “Hoşça kalınız.” arasında nasıl bir bağ olabilirdi ya da bir bağ hakikaten var mıydı yoksa olmadığı hâlde Enver mi olmalı, muhakkak olmalı diyordu; varsa madem ne idi bu bağ işte sorunun bir iken bin olması. Enver, odasının camını açtı; seheri pencereden buyur etti parçalı bir nefesle ve gidip abdest alarak vakit çıkmadan namazı eda etti. Duasında sorularıyla hem beynini hem ruhunu zedelemektense kötü soruları sormasına gerek bile kalmayacak bir hayat sürmesi için daha çok çalışmayı niyaz etti. Kötü soru ise iki rüyadaki iki söze göre kendisinin yoksa Başbuğ Türkeş bizden yüz mü çevirmişti demesiydi. Böyle düşünmemesi elzemdi. Ne kendisi ne de yazılarını gönderdiği derginin emektarları bu kabilden bir düşünceyle iyi işler yapamazdı.

Enver, Allah dedi, güzel davrananları ödüllendireceğini vadediyor o hâlde biz kötü, fena ve çirkin amel etmezsek muvaffak olmamız mukadderdir. Dükkâna gelir gelmez çayını demledi. Ortalığı düzene soktuktan sonra bir bardak doldurdu tam oturacaktı ki Hoca Dayı geldi sahafa. Hoş geldin Aliya dedi, bir çay da ona koydu. Hoca Dayı çayı kendisine doğru çekerken gözü masada duran Başbuğ Alparslan Türkeş kapaklı Yeni Ufuk Dergisine takıldı. Evlat dedi, Enver’e dönerek; onun tek ümitvâr olduğu sizlersiniz oğlum bunu hiç unutmayınız.

Bir yanıt yazın