Yağmur Tunalı’nın son kitabını da nihayet bitirdim. Kendisini, “Kitaplardan çok insanların ve hayatların üzerinde dururum.” diye tanıtan yazarımız, bu son çalışmasında da kültür ve sanat hayatımızda önemli bir yer edinmiş, birbirinden kıymetli altı cevherin üzerinde durmuştur.
Açıkça itiraf edeyim; ben bu muhterem altılıdan üçünü bugüne kadar hiç işitmemiştim. Heyhat! Bunun ne müthiş bir ziyan olduğunu kitabın sayfaları elimde sona doğru koşarken hissediyordum. Kim bilir, kültür mazimizde yer almış ve onun gelişmesine hizmet etmiş nicesi bugün adı sanı utulanlar kadrosunda yer alıyordur.
Kitapta yer almış olan altı aydınımızla gerçekleştirilen röportajın satır aralarında çok ilginç şeyler öğrendim. O yüzden kitabı saf bir soru-cevap ritüeli olarak düşünmüyor, bunu büyük bir kültür hizmeti olarak kabul ediyorum.
Sırasıyla gidecek olursak;
Kendisi bir tıp doktoru olan fakat deyim yerindeyse edebiyata kara sevdayla bağlanmış Muhtar Tevfikoğlu, Türk şiirinin belki de eşsiz bir antolojisini hazırlayan kişidir. Edebiyatın bir dil meselesi olduğunu söyler. Dilimizdeki kelimeleri, atasözlerini ve deyimleri bile müthiş bir ahenk, mana, incelik ve kıvraklık bakımından başlı başına birer sanat eseri gibi görmesi onun “Dil bir milletin şahdamarıdır.” idrakine sahip bir münevver olduğunu gözler önüne seriyor. Ve güzel Türkçemiz sayesinde ortaya koyacağımız sanatın insanı yaratılmışların en şereflisi vasfına götüreceğine inanır. Hayatı boyunca da bu düşünce içerisinde çalışıp durmadan didinir. Onun derdi bugünkü ve yarınki nesildir. Onların Kanuni Sultan Süleyman’a ve Mimar Sinan’a, Süleymaniye Kürsüsünde şiirini söyleyen Akif’e ve Bayram Sabahı şaheserini veren Yahya Kemal’e özenmelerini ister. Yoksa elinde kör kazma, yüzlerce tarih ve sanat eserini, paha biçilmez ecdat yadigârlarını silip süpüren, tarumar eden bir kuşağın türeyeceğinden korkar. Bugün etrafımıza şöyle bir baktığımızda, dün bu kaygıyı güden Tevfikoğlu’nun pek de haksız olmadığını görüyoruz.
Okumaya devam ediyorum;
Mesela; pek bir alıngan kişiliğe sahip olan Tarık Buğra’nın öğretmeninin Tarık Buğra’yı şiir yazması ve şiir kitapları okuması konusunda zorladığını ve Buğra’nın yazdığı her şiir için “bu olmamış” diye diye edibimize yedi bin yedi yüz yedi tane şiir yazdırdığını yine bu kitap sayesinde öğrendim. Ve günümüzde böyle öğretmeler iyice azaldığı için kahroldum. Yüreğimi kanatan sadece bu olmadı elbet. Devlet yetkililerinin sanata ve sanatçıya arka çıkmamasının doğurduğu boşluktan yararlanan kültür emperyalizminin toplumda açtığı onulmaz yaraların anlatıldığı kısımlarda beni çok etkiledi. Satır aralarında Batı karşısında duyulan eziklik kompleksini iyice hissettim.
Sayfalar birbirini kovalamaya devam ederken kendimi elliye yakın kitabın yazarı, “annelerin annesi” unvanıyla anılan Sâmiha Ayverdi bahsinde buldum. Kendisi hakkında övmek kastıyla konuşulmasını dahi istemeyecek, bunu haber aldığı an önlemeye kalkacak kadar tevazu sahibi olan Sâmiha Ayverdi kendisi ile yapılmak istenen röportajlardan ömrü boyunca sürekli kaçınmıştır. Çünkü o, eserin önde olması gerektiğini, onu anlatan kişinin o kadar önemli olmadığını söyler. Kıramadığı için kerhen müsaade ettiği Tunalı ile olan röportajda ise âdeta dün ile bugünün, bugün ile yarının mukayesesine giriyorsunuz. Onun zikrettiği şu sözler ibretlik bir vesika halinde belleğimizde yerini almıştır. “Artık, bir zamanlar Batı’ya dudak büken, hatta ondan tiksinip kaçan kafaların yerine, garba hayran olup gönül vermiş aydınlar devri başlamıştı.”
Sayfalar hızla ilerleyip bir dönemin Devlet Tiyatroları Baş Rejisörü olarak çalışmış Mahir Canova’ya geldiğinde ise sanatın nasıl da politik bir okul, siyasî çıkarlara hizmet eden bir rant aracı olarak kullanılmak istendiğine şahit oluyorsunuz. Burada da Batı hayranlığı ve onu kendimizden üstün görme tavrımızın devamını görüyorsunuz. Millîliğin bir kültür meselesi olduğunu tamamen unutup kültürümüzü, güzel sanatlarımızı yabancı menşeili kişilere teslim ettiğimize tanık oluyorsunuz ve okuduklarınız karşısında tüyleriniz ürperiyor.
Ve son dönemeçte Cinuçen Tanrıkorur’u okurken bir derya karşısında olduğunuzu hissediyorsunuz. Şahsen bilmediğim bir konuyu öğreniyorum. Tek sesli diye diye hep küçümseyip daima aşağıladığımız musikimizin ne kadar zengin ve batının çok sesli dediği müziğinden ne kadar üstün olduğunu öğrenmek içimde eşsiz bir gurur duygusu uyandırdı. Kitap bittikten sonra bile zihnimde bütün canlılığı ile bir ibret vesikası olarak kalan Cinuçen Beğ’in anlattığı şu hikâye sizin de yüreğinizin bam teline dokunmuyor mu? “İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’na gelen Kanadalı bir kız öğrenciye, Türk arkadaşlarımız, ‘Sen, demişler uzay çağında bir medeniyetin insanısın; ne işin var burada? Bu ilkel müzikle niye uğraşıyorsun?’ bu kız öğrenci kendi ülkesinde konservatuar mezunu: Flüt, piyano çalmış. Çok sesli müziği iyice öğrendikten sonra Türkiye’ye gelmiş, bağlama, kemençe, kanun ve ney öğreniyor. Kızın bizimkilere cevabı çok basit, ama bizim için büyük ders: ‘Çok değil, elli sene sonra size öğretmek için.’”
Kitabın sonunda ilk eserlerini ta ilkokul sıralarında yazan Emine Işınsu ile hem dem oluyorsunuz. Kendisinin aslında ne kadar utangaç, sıkılgan ve mütevazı olduğunu öğreniyorsunuz. Böyle güzel bir yazarın konuşmaktan sıkıldığını duyunca şaşırıp kalıyorsunuz.
Kitabı bitirdiğimde ise yazar hakkında iki şeye üzüldüm. Eminim siz de okuduktan sonra keşke diyeceksiniz, Yağmur Beğ bir ev kazası sonucu kendisine gönderilen onlarca mektubu yitirmiş olmasaydı ve anılarını, yaşadıklarını anbean yazsaydı. Kim bilir, bugün daha farklı şeyler öğreniyor olabilirdik.
İstanbul 2017, Panama Yayıncılık,216 Sayfa, ISBN: 978-975-244-46-90