Halisane niyetimiz bir asrı aşan süre içinde farklı farklı etkenler sebebiyle Türk aydının ‘’Kültür ve Medeniyet’’ konusunda fikir birliğine varamamasından, bu kavramların içinin doldurulamamasından hareketle Yılmaz Özakpınar’ın bir teori olarak karşımıza çıkan kültür ve medeniyet anlayışını okuyucunun dikkatine sunmaktır. Sunuş sebebimiz bir yandan da mücerret mefhumların müşahhasa erişebilmesinin şahısların değil, birlik olabilme kudretini haiz, inançlı ve ahlâklı yapıların görevi olduğuna inancımızdandır.

Bir buhranın eşiğinde yahut tam göbeğinde olduğumuz fikri, meselenin takipçilerine hiç yabancı gelmeyecektir. Çünkü asıl problem; karşılaştığımız sıkıntıların def edilebilmesi için elzem olan, kökünü bir ‘’inanç ve ahlâk nizamı’’ olarak gördüğümüz, medeniyetimizin temelinde var olan, fedakârlık, tevazu, anlayış, hoşgörü gibi mefhumlardan süratle uzaklaştığımız gerçeğidir. Aynı zamanda bu gerçek içinde yaşadığımız toplumun içtimai gerçeği olarak da karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki itham, iftira, ifritlik ve müfritlik bazı çevrelerin başat erki haline gelmiştir. Husumetten beslenip, riya büyütülen topraklarımızda bizleri heyecanlandıran, bir ilmî sağduyu örneği olarak karşımıza çıkan Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar’ın teorisi kendi ifadeleriyle bir teori olarak karşımıza çıkmıştır ve her teori yanlışlanabilme ihtimaliyetini içinde taşımaktadır. Özakpınar konuyu, tamamıyla ilmî çerçevede incelemiş ve İslamiyet’te hiçbir kimseye ve hiçbir topluma düşmanlık beslemenin olmadığını, medeniyetimizin üstünlüğünün bizi övünmeye değil aksine tevazuya sevk etmesi gerektiğini, bilim metodolojisinden, her alandaki düşünce tekniklerinden ve teknolojik becerilerden daima yararlanılması gerektiğini belirtmiştir. Bütün insanlığın ihtiyacı olan bir inanç ve ahlak nizamına sahip Müslüman âleminin bunu evvela kendi yaşantısında tatbik etmesinin gerekliliğinden söz eden Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar’ın bu yaklaşımını değerli Yeni Ufuk Dergisi okurlarına hatırlatıyor olmak şahsım adına bir kıvançtır. Konunun efkâr-ı umumiye de tartışılmasını rica ediyorum çünkü gittikçe küçülen dünyada millî varlığımız için son derece faydalı olacağını düşünmekteyim. Çünkü bahsi geçen ‘’inanç ve ahlâk nizamı’’ ile Türk kültürü, bugüne kadar kendilerine müntesip kimi çevrelerin şuursuzluğu ve bağnazlığı neticesinde karşılaştığı yabancı kültür unsurları karşısında varlığını koruyacak bir yapı arz edememiştir. Bu durum zihinlerde, rüzgârda savrulan bir yaprağı çağrıştırmıştır. Oysa Türk; ‘’Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.’’

1-Kültür Ve Medeniyet Tartışmasının Menşei Ve Mütefekkirleri Fikir Ayrılıklarına Götüren Zemin

Cumhuriyetimizden evvel dünya tarihinin en önemli parçalarından olan Osmanlı Devleti son zamanlarında ciddi buhranlar ile karşı karşıya kalmıştır. Bu sorunlar hem ülke yönetiminde hem yönetilen kesimde manen ve madden kendisini göstermiştir. Türk aydını önderliğinde, devlete bir nevi kurtuluş reçeteleri yazılmıştır. Çünkü gerilemenin ve çöküşe gitmenin sebebinin çok sayıda faktörü olduğu bilinmekle beraber esas etkenin bilimden uzak kalınması olduğu su götürmez bir gerçektir. On sekizinci yüzyıla girerken Osmanlı Devleti artık batıya, kahraman orduları, yüce bir medeniyetin timsalini göndermiyordu. Devlet hızlı bir idari, siyasi, hukuki, içtimai ve kültürel değişim sürecine girerek batıyı incelemek, oradan bir şeyler getirmek ve ciddi manada değişimin gerekliliğine inanmıştı. Bu zeminde ortaya çıkan Batılılaşma hareketleri ve onun ekseninde gelişen Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük-Turancılık, gibi akımlar dönem aydınlarının devletin kurtuluşu olarak gördüğü akımlardı. Tamamı hüsn-i niyet ile peyda olmasa da meselelerinin –kurtuluş- olduğu aşikârdır. Devlet mekanizmasının işleyişini sürdüremediği zamanlarda ne yapılırsa yapılsın, siyasi ve ekonomik krizin Devlet-i Aliyye’yi, o büyük Türk İmparatorluğunu yutacağı düşüncesi ayniyle vakidir. Balkan harbinin ardından, 1. Dünya Savaşı ile Osmanlı Devleti tarih sahnesindeki şerefli yerini almak üzere hazır hale gelmiş, hükümranlığını azgın sulara bırakmıştır. -Ancak çöküşün aşikâr olduğu zamanlarda bile Türk milletinin değişmez karakteri yine tezahür etmiş ve Türk milletinin devletsiz kalmayacağı gerçeği ortaya çıkmıştır.- Osmanlının yıkılışıyla, millet-i hâkime mevkiindeki Türk milleti, mevcut şartlardan en çok etkilenen topluluk olmuştur. Çünkü her ne kadar azınlık unsuru içerisinde barındırsa da, birbirine paralellik göstermesi gereken doğrular Müslüman Türk tebaa ile devletin doğruları olmalıydı. Millet hayatının negatif yönde değişmesi, değişimin bu şekilde olmaması gerektiğine inanan, devri ve şartları iyi okuyan kişiler yetiştirmiştir. Bu bağlamda, Türk aydını özellikle geçirdiğimiz son iki yüz yıllık zaman diliminde hissî çerçevelerinin ışığında bir istikamet arayışına girmiştir. Bu durum aynı Osmanlı Devleti’nin çöküşünü engelleyecek çarelere olarak görünen akımlar misali, dönem dönem entelijansiyanın düşünmesini, üretmesini ve geliştirmesini, bilimsel mahsullerin halkta tatbik edilmesini zaruri kılmıştır. Nitekim mefhumları somut bir nizam haline getirme gayesi ile bir takım sosyolojik incelemeler, kuramlar kendini göstermiştir.

Muhakkak her sistem, düşünce ve anlayış biçimi mutlak suretle kabul edilmez. Ancak muteber fikirler kabul edildiği kadarıyla kendisini muhayyel vaziyetten çıkararak, hamaset nutuklarını bir kenara bıraktırır ve fiiliyata dökülmek üzere adımlar attırır. Örnek vermek gerekirse gerileme devrinde hâsıl olduğu netleşen -değişim- kuramı, çöküşün ardından ve yeni kurulacak olan devlet hazırlığı dönemlerinde Ziya Gökalp’in kültür ve medeniyet kavramlarıyla vücut bulmuştur. Büyük fikir adamı, sosyolog, şair Ziya Gökalp’in kültür ve medeniyet kavramı, mücerretten müşahhasa çıkmış ve kendisini Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter devlet sisteminde göstermiştir. 20.yüzyıl buhranında Türk milliyetçileri, yüce bir medeniyet ile batıya ilerleyen, dünyaya nizam veren Devlet-i Aliyye’nin ardından, bu mefhumun ışığında, yüksek bir disiplin, çalışma ve fikrî atılımlar ile milleti yine devletsiz bırakmamış, siyasî, sosyo-kültürel, askerî ve endüstriyel savaşta muzaffer olmuşlardır. Öyle ki ilmin önemine sürekli dikkat çeken Mustafa Kemal bir milletin kudretli düşünce yapısını haiz olduğu müddetçe yaşayabileceğini belirtmiştir.

Ziya Gökalp zamanında ortaya çıkan kültür ve medeniyet tartışmasının menşei; görüldüğü gibi
Devlet-i Aliyye’nin çöküş evrelerinde, üniter sistemin teşekkül sürecinde, içtimaî hayatın tesis ve tanzim devrelerinde yatmaktadır.

2- Tartışmanın İçeriği Ve Ziya Gökalp’ın Önerileri

Her devrin kendi konjonktürel şartları gereğince bir sorunu muhakkak olmuştur ve bu sorunların çözümleri yahut meselelerin idrak edilebilmesi için değişim süreci, tabii bir vasıta özelliği taşırken, değişim ise; bir sonuç hüviyetindedir. Tartışmanın içeriğini bahsi geçen dönemde içeriği yanlış doldurulmuş kavramların toplumsal gerçeğimize uyum sağlayamaması oluşturmaktadır.

19. asırda Tanzimatı, Batılılaşma hamlesi olarak değerlendiren Batıcılara göre devletin kurtuluşunun yegâne yolu her anlamda Batıyı taklit etmek olmuştur. Sanat eselerinde, konuşmalarında daima bu konu işlenmiş ve sonucu kendi milletinin tarihinden nefret eden, sözde aydın,  gayrı milli bir kitleye dönüşümle noktalanmıştır. Öyle ki, bu fikre tâbi kalabilmek için ‘’vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer’’ gibi satırlar kaleme alınmış, emperyalizm kıskacından ve Türk düşmanlığından, ‘’düşman sevicilik’’ ile kurtulmanın yollarını aramışlardır. Batının yalnızca idari mekanizmasının değil, akla gelen her şeyinin alınması gerekliliğinin altı çizilmiştir. Pek tabii bu durum kendi içlerinde bile ihtilaf oluşturmuştur. Osmanlıcı anlayış, Batının mefhumlarının dahl olmasında sakınca görmemekle beraber, aynı toprak parçasında yaşayan ve kaygısı aynı olan milletlerin ‘’Osmanlı milleti’’ adıyla huzur içerisinde yaşaması gayesini gütmüştür. Ancak geçmiş yılların ihtişamının otorite ve güç ile doğru orantılı olduğu gerçeği bu anlayışın hâkim olmasını engellemiştir. İslamcı düşünce ise devletin sınırları içerisindeki gayrimüslimlerin sadakatlerini yitirdiklerini, kurtuluşun ümmet birliğinde olduğunu düşünüyordu. İslam ümmetinin uyanışı onlar için zafer yolunun ilk adımıydı.

Bu noktada tüm fikrî ve içtimai hareketlerin, ‘’Batılılaşma’’ olgusu çerçevesinde geliştiğini unutmamakta fayda vardır.

Bu süreçte Türkçülük ciddi manada taraftar toplamış, kurulacak olan cumhuriyetin temellerini atılmasında büyük rol oynamıştır. Türkçüler, Batıdan alınması gereken kavramların olduğu düşüncesinde neredeyse hemfikir olmuşlardır. Ancak sorun; ‘’neyin, ne ölçüde alınacağı’’ olmuştur. Bu bağlamda milletin mukaddesatını, milli olan her şeyini muhafaza ederek hareket edilmesi gerekliliğini savunmuşlardır. Neticesinde ortaya merhum Ziya Gökalp’in kuramı çıkmıştır. ‘’Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, garp medeniyetindenim.’’  Ziya Gökalp’in bu kuramı, kültür, medeniyet ve din arasında bir ayırıma gider; bir milletin hem kendisi olarak kalmasının, hem de başka bir medeniyet veya din dairesinde bulunmasının mümkün olduğunu ileri sürer. Ona göre, kültür millî, medeniyet ise uluslararasıdır dolayısıyla Türk milletinin Batı medeniyetine dâhil olması için, Batıdan alınması uygun görülen her şeyi “medeniyet gereği” sayıp aktarmakta sakınca yoktur. Bu formül Erol Güngör’ün deyimiyle ‘’temelinde pratik bir endişe yatan’’, dönem için uygun görülen fakat sonradan bazı problemlere yol açan bir formüldür.

Ziya Gökalp ile tanıdığımız kültür ve medeniyet kavramları önceleri Türk aydınının ve halkının zihninde yokken, değişen dünya düzeni üzerine ‘’ithal’’ edilmiş mefhumlardır. ‘’Kültür, dilimize iki kaynaktan gelmiştir: Fransızcadan, Amerikancadan. Fransızca kültürün Türkçe karşılığı irfan, Amerikanca kültürün karşılığı, medeniyettir.’’ (Cemil Meriç: Kültürden İrfana)Demek ki, Fransızca kültürden kastedilen daha çok sosyologların manevi kültür dedikleri kültürdür. Amerikanca ise kültürden anlaşılan maddi kültür yani Gökalp’in deyimiyle medeniyettir. (İbrahim Aslanoğlu: Kültür ve Medeniyet Kavramları) Ziya Gökalp kültür yerine ‘’hars’’ kelimesini kullanarak millileştirme gayesi gütmüştür. Görülüyor ki o dönemde fikir dünyamıza giren bu kavramların henüz içeriğindeki pürüzleri giderilmeden, millî dediğimiz kültürün kelimesinde dahi taklide başvurmuşuz.

Neleri kültür dairesinde, neleri medeniyet çerçevesinde değerlendireceğimiz hususu kişilere göre değişiklik göstermektedir. Çünkü bizim için medeniyetin ve kültürün ne olduğu sorusu bilimsel veriler ve toplumsal gerçekler ışığında incelenmemiştir. Dönemin şartları için, incelenmesine vakit bulunamamıştır demek yanlış olmayacaktır. Aslında Gökalp, teknolojiyi ve teknolojinin ürünlerini, bilimsel gelişmeleri medeniyet olarak görmüştür ve halisane niyetle bunların medeniyet dairemizin içerisine girmesini uygun görmüştür. Dil, edebiyat, sanat ve örf-adetleri ise kültür öğeleri olarak değerlendirmiştir.

Ziya Gökalp’in ‘’Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’’ formülünü ortaya atması bu konunun dönemsel idraki ile alakalıdır ve şu anlama gelmektedir. Türklüğümüz ile İslamlığımız kendimize özgü kültürümüzün parçasıdır. Batı medeniyetini ise olduğu gibi Avrupa toplumlarıyla paylaşacağız(!) Çünkü ona göre bu medeni kelimesini muhayyel bir vaziyetten çıkarıp, somut bir hale sokmanın en kolay yoludur.

‘’Gökalp –belki de pratik bir endişe ile- değiştirilmesi istenmeyen bütün değerleri kültür adı altında topladı, değiştirilmesi istenenleri ise medeniyete dâhil şeyler olarak gösterdi. Birinci gruba giren değerler milletlerin öz malı olan şeylerdi; bunların değişmesi değil, gelişmesi söz konusu idi. İkinci, yani medenî değerler grubuna girenler ise, kültürün inkişafına imkân vermedikleri taktirde değiştirilmesi gereken şeylerdi. Kendi ifadesine göre ‘Medeniyet usulle yapılan ve taklit vasıtasıyla bir milletten diğer millete geçen mefhumların ve tekniklerin mecmuudur. Hars ise hem usulle yapılmayan, hem de taklitle başka milletlerden alınmayan duygulardır.’’ (Erol Güngör: Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik)

Cumhuriyetin ilk yıllarında tamamen yerli ve milli unsurların bazılarının tasfiye edilmesi, Ziya Gökalp’in teorisinin bir azimle milli devlet sistemini oluşturmasına rağmen içerisinde barındırdığı soru işaretleri ile millet bünyesine dâhil olamamış ve Mustafa Kemal Paşa’nın ebediyete intikaliyle de, memleketin konjonktürel şartları hemen on yıl öncesine göre ifrat ile tefriti teşkil etmiştir. Rusya’dan esen bir rüzgâr ile 1944 Türkçülük-Turancılık davası üniter devlet sisteminin temel taşlarını oluşturan Türk milliyetçilerini derdest etmiştir. Neticesinde kültür ve medeniyet konularının hamisi olması gereken Türk milliyetçileri meselenin irdelenmesine mecburi ara vermişlerdir.

Bu konuda belirtilmesi gereken bir diğer husus ise Ziya Gökalp’in formülasyonunun cumhuriyeti kuran kişilerin ölümünün hemen ardından sadece –muasırlaşmak- ifadesi üzerinde yoğunlaştığıdır. Bu durum ise Türk toplumunun medeniyet kavramının içini dolduramaması, yeni bir medeniyet anlayışı ortaya koyamaması ile sonuçlanmıştır. Aynı zamanda toplumsal belleğimizin bozulmasına ve ciddi kafa karışıklıklarına sebep olmuştur. Neticesinde Atatürk’ün ölümünden sonra –muasırlaşma- hareketleri daha da hızlanarak dinî, millî ve tarihî değerlerin tamamına zarar verecek hale gelmiştir. Bahsi geçen mukaddesatlarımız üzerine yapılan bu aşırı tasfiye özellikle çok partili hayata geçiş dönemi diye adlandırılan döneme karşı tepkiler, milli devlete ve üniter yapıya itirazlar doğurmuştur. Mücadele devlet erkini elinde bulunduran sisteme entegre olmuş Batıcılarla, İslamcılar arasında kısmen de Türkçüler arasında yaşanmıştır. Sistemin ‘’Batıcı’’ yöneticilerinin daha çok CHP içinde olması, çok partili hayata geçilmesiyle birlikte, parçalanmış muhalefet yine Batıcı anlayışı taşıyan parti ve partilere destek vermiştir. 1960’lı yılların sonuna doğru Milliyetçi ve İslamcı grup kendi siyasi çizgilerini belirleyip yola koyulmuştur. İslamcılar; MNP, MSP, RP, FP ve SP gibi partilerde yer bulmuşlardır. Devrin şartları itibariyle başarılı olamayan bu kanal 2000’li yılların başında Batının ekonomik ve sosyal sistemlerini kabul ederek, Batının ve batıcı güçlerin desteklerini arkalarına alarak iktidar olmuşlardır. Türkçü-Milliyetçiler ise Başbuğ Alparslan Türkeş ve dava arkadaşlarının sistemleştirdiği bir yapı haline gelmişlerdir. Zorlu mücadelelerin neticesinde siyasi manada istikrarlı başarı sağlayamamışlardır. Ancak dönemin mütefekkir, şair ve yazarlarıyla, gençlik hareketiyle milliyetçiler gençliğin yolunu tayin etmekle beraber necip Türk milletinin teveccühünü kazanmışlardır. Netice itibariyle bugün, 21. yüzyıl buhranından çıkış teorilerini üretme, üzerine çalışma ve hayata geçirme görevini yine bu gençlik vazife bilmiştir.

3- Ziya Gökalp’in Görüşlerine Yılmaz Özakpınar’dan Şerh

Millet hayatını doğrudan etkileyen kültür ve medeniyet kavramlarına yeni dünya düzeni içerisinde yeni bir soluk getiren Yılmaz Özakpınar’a göre bir teorinin bulundurması gereken özelliklerin birincisi, belirsizliğe meydan vermeyecek surette açık seçik ifade edilmiş olmasıdır; ne demek istiyorsa, onu kesin bir dille söylemelidir. İkincisi, var olan gözlemlerle tutarlı olmalıdır. Üçüncüsü, kendini tahkik edecek gözlemleri, kendi yapısının zorunlu mantıksal sonuçları olarak yine açık ve kesin olarak vermelidir.

Fikirlerini izah ederken daha önce bu alanda çalışma yapmış olan değerli şahsiyetlere şerh düşmekten kaçınmayan Özakpınar bilimde doğruluğun daima bir ihtimaliyet derecesi ile doğruluk olduğunu da belirtmiştir.

Meseleye toplum ahlâkı ve ahlâk nizamı açısından bakan Yılmaz Özakpınar, kültür ve medeniyetin insana özgü olduğunu belirtmekle beraber konunun diğer mütehassıslarından çoğu kez farklı düşünmektedir. Görüşlerinin ehemmiyeti ise toplumsal gerçeğimizi iyi okuması ve tespitleriyle, hataları gün yüzüne çıkarıp çözümü yeni bir teori ile somutlaştırmasındadır.

Yılmaz Özakpınar’ın tarifine göre medeniyet; toplumların yaşamasını sağlayan ‘’inanç ve ahlâk nizamı’’ olarak karşımıza çıkar. Kültür ise, insanın yaşadığı ortamda ürettiği her şeydir. Ziya Gökalp’in tarifinin aksine değişebilen, gelişebilen bir unsurdur. Bu iki kavramın da idraki için birbirine ihtiyacı vardır yani bu iki kavram eytişimseldir.

Yılmaz Özakpınar bu konuda ‘’Medeniyet değiştirme büyük ve tarihî çapta bir olaydır. Medeniyet değişmesi, toplumu başka bir inanç ve ahlâk nizamı üzerine oturtur. Eğer bir toplum inanç ve ahlâk nizamını temelinden değiştirmek istemiyorsa, başka bir medeniyete girmekten ya da medeniyet değiştirmekten söz edilmesi kavram kargaşasına ve uygulamada beklenmedik hatalara yol açar. İnanç ve ahlâk nizamı kökünden değiştirilmeyecekse, sözü edilmesi gereken ancak kültür değişmeleridir.’’ Oysa Ziya Gökalp’e göre Türk milleti medeniyetin değişebilirliği, kültürün değişmezliği üzerinde toplumsal şekillenme örneği göstermiştir. İşte Yılmaz Özakpınar’ın da bahsettiği hata buradadır.

Yine Özakpınar ‘’Ziya Gökalp’in kanaatinin aksine, bir toplum, başka bir inanç ve ahlâk nizamı içinde meydana gelmiş kültür ürünleri arasından kendi medeniyet çerçevesi ile bağdaşan her türlü ürünü alabilir. İnsanlığın başlangıcından günümüze kadar hep böyle olagelmiştir. Toplumlar, kendi inanç ve ahlâk nizamlarını titizlikle korurken, başka medeniyet dairelerindeki toplumlardan uygun gördükleri kültür ürünlerini serbestçe almıştır. Çünkü başka bir medeniyet çerçevesinde meydana gelen kültür ürünlerinin hepsinin, bir toplumun kendi medeniyetine mutlaka aykırı olması düşünülemez.’’ demiştir. Ahlâk nizamı ile bağdaşan her türlü kültür öğesini almak mümkün olmakla beraber toplumun değer yargılarını hiçe sayan, inanç ve ahlâk nizamımızla bağdaşmayan unsurların da alınması Batıcı propagandanın Türk milleti üzerinde hiç beis görmeden, hayranlık duygularıyla yaptığı ‘’alçakça’’ bir uygulamadır.

Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar doğal olarak ortaya bir kalkınma planı koymuyor. Yaptığı tespitler toplumsal değerlerimizi özümsemek adına Türk düşünürünün ve meselenin mütehassıslarının faydalanabileceği, pratiğe dökebileceği, yanlış anlaşılmalardan sıyrılmış, kafa karışıklığı yaratan halleri tasfiye edilmiş, bir teori olarak karşımıza çıkmıştır. Kendisinin de bahsettiği gibi düşünce hayatımızın seyrinde ve fikriyatımızın oluşmasında şüphesiz ilk sıraları tutan Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör gibi fikir adamlarının takip ettiği düşünce sistemindeki hataların onarımını, onların değerli şahsiyetlerini ve neler düşünerek eser verdiklerini de anlatarak, kendi maksatlarına uygun bir vaziyette fikir hayatımıza yeni bir boyut kazandırmıştır. Zira toplumun meselelerine tam anlamıyla vakıf olamamak, esareti devam eden Türk illerine umut aşılayamamak, işgal altında olan Türk illerine el uzatamamak, Türklüğün dünyanın dört köşesinde çektiği çileye son vermek için temelsiz yola çıkmak demektir. 21.yüzyılda milletimizin layık olduğu yere ulaşması için yeterli ruhu ve şevki kendimizde görmemiz, ilk olarak düşünsel boyutta meselenin idrakini gerçekleştirmemiz gerekmektedir. Küreselleşen dünyada Türk milletinin genlerinde bulunan hürriyet parolası şüphesiz, zihinsel metotların gelişimi ve fikrî boyutta kazanılacak zafer ile tecelli edecektir. Ancak bu mesele ‘’Müslümanların iradesi dışında değişen siyasi, iktisadi ve sosyal şartların zorlaşması kadar, Müslümanların kendi azim ve iradelerindeki zaaflara da bağlı bir meseledir. Müslümanlar, yenidünya nizamının getirdiği sarsıntı içinde kendi dinlerinin cahili olmuş, dinin özünden uzak görüntüler peşine düşmüştür. Bütün bu olumsuzluklara rağmen İslamiyetin kökü canlıdır.’’ (Yılmaz Özakpınar) İslam medeniyeti, Türk milleti ile dünya sahnesinde Batı medeniyeti karşısında duracak gücü kökünden ve mutlak kudretinden almaktadır.

4- Yılmaz Özakpınar’ın Fikirleri Ekseninde, Sonuç Niyetine…

Sonucu, çalışmamıza vesile olan değerli hocamız Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar’ın Kültür Değişmeleri ve Batılılaşma Meselesi adlı eserinde belirttiği halde vermek en doğrusu olacaktır. ‘’Medeniyetler birbirinden ayrı olsa da değişik iki medeniyet çerçevesinde meydana gelen kültür eserlerinden bir kısmı her iki medeniyetle de bağdaşabilir. Böyle olduğuna göre, İslam medeniyeti çerçevesindeki Türk kültürü, Batı medeniyeti çerçevesindeki kültürlerden, bilim, teknoloji, sanat tekniği ve uygun görülen her kültür öğesine ihtiyaç duyduğu takdirde alabilir. Ama Türk kültürü, alma ihtiyacını duyduğu kültür öğelerini kendi içinde kökleştirecek ruhu ve azmi, bağlı olduğu medeniyetin inanç ve ahlâk nizamından alacaktır. Şu halde gayet açıklıkla görülüyor ki Türkiye’nin meselesi, İslam medeniyeti bilincine sahip çıkarak, kendi medeniyet kaynağına uygun kültür değişmesini başarmaktır. Batı medeniyetine girme, medeniyet değiştirme gibi zihinleri karıştırıcı ifadeler kesinlikle terk edilmelidir.

Milli kültürün değişmez, medeniyetin değişebilir olduğu yanılgısından kurtulmak gerekir. Hayatın gereklerine göre bir millet kültürü değişir. Çünkü kültür bütünüyle hayattır. Yaşarken insanın zihniyle ve eliyle meydana getirdiği her şey kültürdür. Önemli olan, kültürün kendine özgü bütünlüğünü, istikrarını ve seçiciliğini sağlayan medeniyet kaynağını muhafaza etmek ve kültür değişmesini, medeniyet gayesine ve gereklerine uygun olarak yapmaktır. Görülüyor ki Türkiye’nin meselesi apaçık ortadadır. Fakat bu mesele üzerinde bilimsel zeminde düşünebilmeyi, Ziya Gökalp’in, Mümtaz Turhan’ın, Osman Turan’ın, Erol Güngör’ün fikirlerine borçluyuz. Bu büyük düşünce insanları, benim teorik yönelişim açısından bazı noktalarda hatalı olabilirler. Fakat büyük ve değerli fikirlerin ölçütü, yanılmazlık değil verimliliktir.’’

5-Medeniyetin Beynelmilelliği Üzerine Birkaç Kelam

Muzaffer Ersöz’ün ‘’Medeniyet âmil, kültür ise sonuçtur. Medeniyetin başlıca niteliği yaratıcılığı, kültürün ise yaratılmış olmasıdır.’’ Şeklindeki görüşünden hareketle ve medeniyetin yalnızca bir tekâmül- intikal olgusu olmadığını dolayısıyla beynelmilel ve kolaylıkla değiştirilebilir olmadığını, şu şekilde açıklayabiliriz: Medeniyetlerin doğuşu zihnî bir hadisedir. Tüm inkişafların bir maneviyat ve hissiyat kıstaslarına tâbi olarak gerçekleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Aksi halde yalnızca bir Müslüman Türk’ün kalpgâhında yankı uyandırabilecek ‘’Bizim medeniyetimiz; Süleymaniye’de kubbe, Itri’de nağme, Baki’de şiirdir.’’ cümlesi tüm insanlık için aynı anlamı ifade ederdi. Yahut insanoğlunun medeniyet namına tüm yaptığı taşı taşın üstüne koymaktan, tesadüfen tekerleği ve ateşi icat etmekten, umumî bir netice olarak da birkaç han, hamam ile birkaç yol ve kaleden ibaret kalırdı. Mamafih Süleymaniye’de bayram sabahı ancak bir Müslüman Türk’ün gönlü ışıkla dolar. Çünkü itikadımızca “Bu yollarda bizden önce de ecdadımızın yürüdüğünü, bu mabetlerde bizden önce de ibadet edildiğini, bu sanat ve hüner evlerinde, bizimkilerin asırlar boyunca eser ve marifet ürettiklerini düşünerek yaşamak bize kudret, vatana ayrı bir kutsiyet verir.” (Ahmet Kabaklı)

Eğer medeniyet beynelmilel ve yalnızca teknik inkişaflardan mürekkep bir yapı olsaydı,  Avrupalılar kökenlerini dayandırmak istedikleri o büyük Roma medeniyeti, Yunan felsefesi ışığında Ortaçağ’da yaşadığı buhranı yaşamaz, Eski Yunan’dan daha parlak ve yüksek bir görüntü yansıtırlardı. Demek ki medeniyet yalnız bir inkişaf hadisesi değil, temelini inancın attığı, sınırlarını inancın çizdiği, doğrularını inancın belirlediği bir ahlâk nizamı olarak bahs olunan inkişafın güç merkezini oluşturan bir yapıdır. İslam medeniyet dairesindeki, birleşmenin ve bilincin güvenini duyan Türk milleti o inancı ve ahlâk nizamını yaşatacak devlet teşkilatını ve iktisâdi yapıyı kuracak, büyük kültür eserleri meydana getirecek yapıyı arz etmelidir.

O halde medeniyet dairesi içerisinde kültür; bir inançlar, hisler ve heyecanlar bütünü olarak maneviyatın teşekkülünde bir netice rolü oynar ve eytişimselliği kanıtlayan bir araç olduğunu gösterir.

Bu maneviyatın müşahhasa ulaşabilmesi içerdiği toplum hayatındaki mukaddes değerlerin maddileşebilme kudreti ile sağlanır. İşte kültür değişken yapısıyla burada ortaya çıkar çünkü hâsıl olan ihtiyaçlar her geçen gün değişir. Dikkat edilecek önemli bir husus da değişim kelimesidir. Kültürün değişkenliği, geçmişini sileceği anlamına yahut gayr-i millileşeceği anlamına gelmemektedir. Varlığını, değişen ihtiyaçlara göre yeniden şekillendirmesi şeklinde algılanabilir. Ancak ‘’Bizim medeniyetimiz; Süleymaniye’de kubbe, Itri’de nağme, Baki’de şiirdir’’. İşte medeniyet anlayışımızın arızî unsurlardan arındırılması, dünya üzerinde Müslüman bir Türk’ün haricinde kimsenin ruhunun derinliklerinde hissedemeyeceği, bu ulvi hissiyata imkân tanır.

Bu incelemede fikir dünyamız için son derece mühim olan bir teoriyi, bu sahanın uzmanlarına, ilim ve fikir adamlarımıza sunuyor maksadımın tenkit olmadığını, bir tahlil sahasını canlı tutmak adına bu çalışmayı yaptığımı belirtmek istiyorum. Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar’a gençliğimizin en verimli çağlarını tüm mukaddesatımız, inanç ve ahlâk nizamımız uğruna çalışmakla geçirmekten şeref duyan, meselenin takipçisi olan Türk gençliği adına teşekkür ediyorum. Tarihin ilk safhalarından bu yana egemenlik psikolojisini genlerinde taşıyan necip milletimizin Batı medeniyeti ile hâkim-mahkûm muharebesinden zaferle çıkmasını temenni ediyorum. Bu mücadelenin ateşine körük niteliğindeki İslam medeniyeti teorisini okurların nazar-ı dikkatine sunmanın benim için bir onur olduğunu tekraren belirtmek istiyorum.

Bir yanıt yazın