İnsanı, kendi gayesi içinde bilmek ve kavramanın mümkün olduğunu ve fakat bunun, daha önce sözü edilen araştırma metotlarından biraz daha farklı bir yöne­lişi gerektirdiğini söylemiştik. Bu yaklaşma tarzı, yukarıda Allah fikrine ulaşma ve O’nu varlığının ispatı hususunda işaret etmeye çalıştığımız metottan farklı değil­dir. “Kendini bilen Rabbini bilir” denilmekte, bu hususa taalluk eden bilgi edinme metodunun ayniliğine de işaret edilmiştir Esasen bu yöneliş tarzında insanın, ken­di varlığını kavrayışı, zaruri olarak gaye ve Allah’ın mevcudiyetinin idraki ile birlik­te olmaktadır. Daha önce belirttiğimiz gayenin mahiyeti bunu gerektirdiği gibi, Al­lah fikriyle birlikte olmayan bu kavrayışın imkânsızlığına da yine, temas edilmiştir.

Bu kavrayış tarzının bu hususiyeti de, yaşanan yahut duyulan idrak muhtevala­rının başkalarına aktarılış ve tasvirindeki güçlüktür. Muhakkak ki, bu idrak muhte­vaları zaman ve mekân kayıtlarından azade bir hürriyet sahasına aittir. Halbuki, Kant’ın da işaret ettiği gibi insanın görünen (fenomen) yanı, ampirik idrak ve dil de dahil olmak üzere duyular, eğilimler, bir determinasyona tabiidir. Zaman ve mekân içinde olan her şey illiyet kanunlarına tabidir. Bu sebeple, idrak, zaman ve mekan kayıtlarının üstünde kavrayışlara ulaştıkça -bazı mutasavvıflar buna his derler, bu, günlük kullanıştaki duygu manasında değildir- kavranılan idrak muhtevalarını, za­man ve mekanla kayıtlı olan ampirik idrak ve dil ile anlatmak, tasvir etmek güçleş­mekte, hatta imkansızlaşmaktadır. Bu yüzdendir ki Muhiddin Arabi; “Her makamın dili vardır”, “İşittiklerinizi bırakın, ne demek istediğimi anlayın” demiştir. Böylece, birinci cümle ile bir mertebeye yükselmiş olanların ancak o mertebedeki varlık hakikatlarını anlayabileceklerine işaret ederken, ikinci cümlede, kelimeleri aşıp, anla­tılmak isteneni doğrudan doğruya kavrayışın gerekliliğini bildirmiştir.

Nitekim gerçekte, işaret etmeye çalıştığımız manası ile Allah hakkında hiçbir tarif ve tavsif yapılamamaktadır. Zaman üstüne açılan idrak derinleştikçe anlatıla­bilecekler azalır.

Metafizik meselelerle ilgilenen mütefekkirlerin her birinin, sanki de özel bir dil yahut en azından birçok tabirleri özel manalarda kullanışları işaret ettiğimiz bu zarurettendir. Heidegger’in Avrupa’da en zor ve değişik şekillerde anlaşılan bir filo­zof olması, takip ettiği varlığı içinden kavrama metodu ve varlık, hiçlik gibi tama­men ampirik idraki aşan konuları işlemesi sebebi ile kullandığı dil yüzündendir. Metafizik endişelerini bildiğimiz Kafka’nın üslup hususiyetlerinde de bu noktayı ihmal etmemek gerekir.

Mutasavvıflarda da aynı durum çok daha geniş ve açık bir surette kendisini göstermiştir. Derin bir inanç heyecanı içinde ulaşılan yüksek mertebelerde kavranı­lan, yaşanan yahut duyulan varlık hakikatleri, bilahare tarif ve tasvir edilmeye çalışıldığında, idrak zamanileştiği ve dil de böyle olduğu için başarılı olunamamış, ger­çek, olduğu gibi aksettirilmemiştir. Bunun içindir ki, büyükler, insana “kendini bil” demiş, bilmenin yollarını öğretmiş, ancak bilinecek olan ”Ben”in mahiyet ve tasviri hakkında fazla söz söylememişlerdir. Bu konularda yazan birçok mutasavvıf, bir noktadan sonra, “Ehli bilir” demekle yetinmiş ve daha ziyade bu kavrayışa götüren metot hakkında açıklama ve telkinlerde bulunmayı tercih etmişlerdir. Yazmaya devam edenler ise, yaşadıklarını aynen aksettirememiş, kelimelere dökmeye çalış­tıkları muhtevalar zaruri olarak yaşananlar olmaktan çıkmış, anlaşılamamış, yanlış anlaşılmış hatta küfürle itham edilmişlerdir. Elbette ki bu ithamlar, sadece yanlış anlaşılmaktan değil, aynı zamanda da yanlış anlatmaktan doğmuştur.

Bu kavrayış tarzının, yukarıda söylediklerimizle de ilgili olarak bir hususiyeti de, zaman ve mekan üstüne açılan idrakin, duyular idraki manasında sonsuzca mertebelenmesidir. Ve insan ulaşabildiği mertebe derecesinde varlık hakikatlerini kavrar.

İnanç bir zaruret olarak kendisini kabul ettirmektedir. İnanmayan bir düşünce varlığı kavrayamamakta, idrak ne kadar açılıp derinleşirse derinleşsin, kendisine bir gaye tayin edememektedir. Varoluşu ve gayeyi kavrama imkânını kabul ettiği­miz tek usul de, Allah fikrinden hareketle başarıya ulaşabilmektedir. Aksi halde her şeyi saçma olarak vasıflandırmak gerekecektir ki, bu da, ne teorik, ne de pratik bir tatmin getirmemektedir.

İnsanı en iyi tanıyanın onu yaratan olduğunu söylemiştik. Şimdi, inanç zaruret olduğuna ve bir başka ihtimal de bulunmadığına göre insana bu açıdan ve yine sırf gayesi itibarıyla kısaca dokunalım.

Kitap’ta, insanın topraktan yaratıldığı, ona ruh verildiği ve aşağıların aşağısına indirildiği beyan buyurulmaktadır. Ve insana, dağların ve taşların, velhasıl, insan­dan gayrının kabulden imtina ettikleri emanet teklif edilmiştir. İnsan bunu kabul etmiş ve böylece diğerlerine nazaran kendisine yükselme, hatta insanın üstünde sıfatlar verilecek derecede yükselme imkânı da bahşedilmiş olmaktadır.

İnsan hakkında söz söyleyen hemen bütün düşünürler, değişik isimler vermiş olmakla beraber onun, bizim nefs ve nefse karşı diye genelleştirerek ifade ettiğimiz iki zıt temayüle sahip olduğunu tespit ve kabul etmişlerdir. İnsan bu zıt temayüller bakımından bir imkânlar mahiyetidir. Nefsi temayülleri itibarıyla bencil, zevkçi ve materyalisttir. Kur’an’da çok kereler, onun nankör, zalim ve cahil olduğunun bahsi geçer. Nefse karşının temayülleri ise, rahmani diye vasıflandırdıklarımızdır. İnsanın şahsiyetini ve mertebeler arasındaki yerini tayin eden bu zıt temayüllerin kendisin­deki terkip noktasıdır. Ve bilahare içtimai tavır ve davranışlar olarak tezahür eden bütün değerlerin menşei insanın bu iç çatışmasındaki nefse karşının başarı yahut başarısızlıklarıdır. Fert için tekâmül yahut yükselme ise, nefse karşın lehine olan gelişmelerdir. İnsan ve onun gayesini, daha önce açıklamaya çalıştığımız yoldan kavramaya çalışanlar, onun sürekli bir mükemmelleşme, yükselme gayreti içinde olduğunu söylemektedirler. Yaratan’ın, Kitabı’ndaki buyrukları da, insan için böyle bir seyre işaret etmektedir.

Şimdi insan, aşağıların aşağısında, hayvandan da ileri hayvanlaşmak yahut insan­lığı dahi aşıp insanüstü sıfatlarla vasıflanmak imkânlarıyla karşı karşıyadır. Varlığın Rabbi insana bu ikinci imkânı gaye olarak takdir etmiştir. Nefs ve nefse karşı temayül­lerin terkibi olarak belirlediğimiz insanın, nefse karşının temayüllerini zatına hâkim kılarak, bir imkânlar sahası olmaktan çıkıp, gerçekten insanlaşması, gayenin gerçek­leştiği bir vetiredir. Bu, ampirik idrak manasında sonsuzdur. Ancak, mücerret insanlaşma yahut nefse karşının hâkimiyeti, muhteva olarak kendi başına bir gaye değil­dir; Allah’a kulluk ve O’nun rızası içindir. Kitap’ta mükemmelleşme faaliyeti, Allah’a kulluk olarak ifade edilmekte ve “Ben cinleri de, insanları da (başka bir hikmetle değil) ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariat: 56) mealinde buyurulmaktadır. Adı geçen vetire bu şuur içinde gerçekleştirilmelidir. Bu şuurda, hayat, bütün tezahürleri ile Allah rızası içindir. Her işte O’nun rızası aranır ve Allah’a kulluk etmek, rızasını tahsil etmekle mertebeler alınır. Mertebeler yükseldikçe, bu insanlaşma veti­resinin öz olarak Allah sevgisi ve arayışını taşıdığı, yönelişin O’na olduğu idrak edile­cektir. O zaman insan, müebbeden ve derin bir aşkla Allah’ı aradığını bilecektir. Dö­nüş ancak O’nadır. Fakat biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, ancak belli bir mertebe­den sonra bu arayışın sarih olarak idrakine varılabilmektedir(1).

Devlete Giriş

Girişte, her şeyin insana nispetle mana kazandığını, bir başka deyişle, insanın gayesine tahsis edilmiş olduğunu söylemiştik. Sadece insan, kendi gayesi içindir. Bu manası ile, insanı varlığın merkezi olarak görmek tamamen doğru bir düşüncedir.

Gaye taşıyan bir varlığın bir başka şey için vasıta olması düşünülemez. Bu se­beple, zübde-i âlem, eşref-i mahlûkat olarak, insanın, vasıta değerine indirilmek suretiyle, bir başka insan için tahsisi, bir başka söyleyişle insanın istismarı da, var­lığın bu kuruluş gaye ve yapısına aykırıdır. Öyleyse, bu noktada ulaştığımız ilk ve en kesin prensip, insanın kendi müebbet ve mukaddes gayesi dışında bir başka insan veya sonlu gaye için istismar edilemeyeceğidir. Biraz ilerde, devletin varlık ve fonk­siyonlarının en asli muhtevası olarak göreceğimiz adalet ve karşıtı olan zulüm mef­humları bu tespitte açıklığa kavuşur.

Adalet de, zulüm de ferdi ve içtimai olmak üzere iki türlü tezahür eder. Ferdi zulüm veya adalet, kişinin nefsine karşı olan tavrıdır. Kişinin nefsine karşı zulmü, kendini varlık gayesinden saptırmayı ifade eder. Kişinin aşağıların aşağısında hay­vanlaşması, nefse karşının bütün temayüllerine sırt çevirip sırf nefsine yönelmesi ve Allah’ı unutması veya inkârı, yani, gayesinden sapması bu manada zulümdür. Kişinin, varlık gayesini idrak ile veya hangi mertebesinde olursa olsun, ilahi tebliğe iman ederek, bu gaye üzere mükemmelleşmeye yönelen tavrı, insanın kendi nefsi karşısındaki adaletidir.

İçtimai adalet veya zulüm, cemiyetin ferde karşı olan tavrıdır. Cemiyetin insanı istismarı, buna imkân verecek bir organizasyon kusuru içinde bulunması, istismara göz yumması, yani onu gayesinden saptıracak bir vasat içinde yaşatması, içtimai zulümdür. Cemiyetin, insanı gayesi istikametinde geliştirmek üzere teşkilatlanması ve bu yönde fonksiyonlarını icra etmesi içtimai adalettir.

İnsanı, kendi gayesi dışında vasıta derecesine indirilmediği, istismar imkânlarının bulunmadığı bir içtimai muhite yerleştirmek istemekteyiz. Hâlbuki insan tabi­atı istismarcıdır. İnsanı en iyi tanıyan Yaratan, insan zaten pek zalimdir, mealinde buyurmaktadır. İnsanla doğrudan doğruya ilgili içtimai meselelerle, insanın dışın­dan başlamak gibi yanlışlara düşenler, istismarcılığın kökeninin mülkiyet veya insa­na nispetle müştak bir başka şeye bağlamak istemişlerdir. İstismarcı olan insanın tabiatıdır ve mülkiyet ve daha birçokları insanın istismarcı tabiatının tezahür ettiği mevzulardır. Ancak, nefsi tatmin imkânlarının hudutsuz olduğu bir yer düşünülse bile, yine de insanın diğerlerini istismar için mevzu bulmakta güçlük çekmeyeceği muhakkaktır. İnsan tabiatının bu açıklığı karşısında mülkiyeti kaldırmayı deneyen bu ülkelerdeki acıklı ve yaygın istismar tabloları zikre bile değmeyecek misallerdir. Çünkü insan nefs ve nefse karşı dediğimiz temayüllerin çekiştiği bir imkânlar saha­sıdır. Nefs onu aşağıların aşağısına, nefse karşının temayülleri gayesine doğru çe­ker. Nefs hırçın, bencil, istismarcı ve inkârcıdır, diğer karşıt temayüller de insanı geliştirmeye çalışır. Her insan, nefs ve nefse karşı dediğimiz temayüllerin, kişiye hâkimiyeti bakımından, belli bir nispetteki terkibidir. Ve bu terkip noktası kişinin insanlık mertebesini tayin eder. Fert insanlaştıkça mertebesi yükselir ve nefs gücü­nü yitirerek körelir, kişi faziletlerle bezenir. Aşağıya doğru, bütün nefse karşının temayüllerini, insanlığının bütün temayüllerini kaybetmiş bir ferdi düşünme nazari olarak da zordur. Gaye istikametinde nefsin tamamen sinmesi de, mutasavvıfların “ölmeden evvel kişinin ölmesi” dedikleri haldir. Ancak, her iki hal de, cemiyetin bütününe nazaran fevkalade durumlardır, yani istisnalardır. Bu sebeple de, insanlık tarihinin her safhasında ve bütün insan cemiyetlerinde, istismar şekil ve mahiyet değişiklikleri ile az veya çok ama daima var olmuştur ve olmakta devam edecektir. İnsanlık evliyalar cemiyeti diye bir şey tanımamıştır; onlar insanlığın yol gösterici yıldızları olarak doğup geçmişlerdir.

Şu halde, ele aldığımız en genel şekli ile istismar, insan tabiatının kendi gayesi­ne ters düşen bir zaruretidir. Ancak, insanı diğerlerinden farklı kılan ve ona insan­lığı kazandıracak olan da, bu çelişkinin temin ettiği imkândır. O, ya gayesi istikame­tinde bu çelişkiyi insanlaşma lehine yenerek yükselecek veya aşağıların aşağısında hayvanlaşacaktı. İnsanın, sözü geçen temayüller bakımından bir imkânlar sahası olduğuna yeniden işaret etmiş oluyoruz. Ancak insan bu imkânları şu veya bu isti­kamette tek başına geliştirmek durumunda değildir. O bir cemiyet içinde vardır ve insanlaşma kavgasında, cemiyette karşılıklı tesir içindedir; eğiten ve eğitilebilen bir varlık olarak dış tesirlere açıktır. Öyleyse, insanın hayat çevresi olarak cemiyet nasıl olmalıdır, sorusu sorulacaktır. Bu soruya, onun gayesine hizmet için olmalıdır şek­linde cevap vereceğiz. Yani, bütün içtimai organizasyonlar, insanın insan tarafın­dan veya bir başka gaye uğruna istismarını önleyecek ve onun, gayesi istikametin­de gelişmesini sağlayacak nitelikte olmalıdır.

Şu açıklamalarımız karşısında, ilerde daha da açmak ve muhtevayı detaylandırmak kaydıyla, devlet için bir tarif vermemiz gerekirse şöyle söyleyebiliriz: Devlet, insanlar arasında adaleti tesis etmek amacına yönelmiş bir içtimai teşkilatlanmadır.

Bu tarifle beliren devletin, fert, içtimai ve iktisadi hayat ve başka devletler kar­şısındaki tavrını açıklamalara girmeden önce, kapitalist ve sosyalist nizamların devlet telakkilerini, biraz da sert çizgileriyle kısaca vermeyi faydalı buluyoruz.

Klasik kapitalist devlet, bu cemiyet gibi, çelişkiler ve aldatmacalarla doludur. Fiili hal ve kuruluş yapısı itibarıyla tamamen materyalisttir. Cemiyet, menfaat grup­larının hâkimiyet durumlarına göre şekillenir ve devlet de bu biçimi korumakla mükellef tutulur. Hâlbuki kapitalist cemiyet nazari ve zahiri hali ile yüksek değerle­re sahip çıkmak iddiasında olup, materyalizme karşıdır. Bu onun ikiyüzlülüğüdür. İnsan hak ve hürriyetleri, insan şahsiyetinin dokunulmazlığı gibi sözlerin en gürültülü şekliyle söylendiği asırlar, insanın yine insan tarafından ve sırf istihsalin bir unsuru derecesine indirilerek en feci ve gaddarca istismar edildiği devrelerdir. Ka­pitalist ülkelerde bugüne kadarki bütün gelişmeler yeni bir zihniyet değişikliğinden çok, menfaat gruplarının kuvvetler dengesindeki değişmelerin eseridir.

Devletin görevi, o andaki kuvvetler dengesine göre şekillenmiş olan düzeni ko­rumaktır. Devlet, daha önce açıkladığımız şekilleri ile insan şahsiyeti yahut onun gelişmeleri ile hiç ilgili değildir. Herkes hürdür; bu, en büyük ve vazgeçilmez bir prensiptir. Ve aslında istismarın yaldızlı kamuflajı, nefislerin diğerlerine karşı sal­dırganlığının adıdır. Herkes insanlaşmakta da, hayvanlaşmakta da hürdür. Ama daha önce de söylediğimiz gibi, devletin insanlaşmanın vasat ve imkânlarını hazır­lamak gibi bir görevi yoktur. Devlet ferde sadece, düzeni korumaya ve onun kural­larını öğretmeye matuf bir vatandaşlık eğitimi vermekle görevlidir. Bundan sonra verilecek olan artık şahsiyet eğitimi değil bilgidir. Ve hür olan bu insanlar, bilgilerini diledikleri istikametlerde kullanabilirler.

Bu nizam, istismardan sadece iktisadi manada olanı anlar ve istismarın bu şekli, neticede menfaat gruplarının kavgaları ile nizamın sarsılmasına yol açtığın­dan, menfaat gruplarının ağırlıklarına göre bu istismar önlenmeye çalışılır. İnsan şahsiyetinin sair istismar yolları, onun manen çökertilmesi, hayvanlaştırılması mev­zuları ile hiç ilgilenmez. Çünkü bunlar, maddeci görüşe nazaran mühim bir mana taşımadığı gibi insan da hürdür; şöyle veya böyle düşünüp yine istediği gibi olabi­lir. Bu düşünce maddi baskıdan nefret ettiğini söyler ve onu kınar, ancak, kültür ve propaganda yoluyla, aldatarak, en sinsi telkinlerle dahi yapılabilecek olan manevi baskılara katiyen karışmaz ve bu hususları insanların hürriyetleri ile ilgili görür. Zulmün, vahşetin ve en hayvanca düşünce ve tavırların rahatlıkla propagandasını yapabilir, telkin edebilir ve cemiyetler kurabilirsiniz, eğer mevcut dü­zeni yıkmak gibi bir endişeniz yoksa mesele de yoktur. Çünkü insan, yiyen, içen ve istediği gibi düşünen bir hayvan olunca, onun şahsiyetinin tahribi, gayesi vs. de artık söz konusu değildir. Ahlak; fiilen, cemiyette hâkim düzenin korunması için gerekli telkin ve kuralları veren değişken bir değerler sistemidir. Cemiyete hâkim düzeni yıkacak duruma gelmedikçe, başka tür değerlere göre hareket veya hepsini birden inkâr edip bildiği gibi yaşamakta da bir mahzur yoktur. Çünkü söylediğimiz gibi, ahlakın sabit değerleri yoktur, o, zamana göre değişir. Yaşama­nın gayesi mutluluk ve bunun yolu da nefsin isteklerine cevap vermek olduktan sonra, yani tamamen materyalist bir telakkide, ahlaki değerlerdeki değişmeye hâkim olan temel unsurun menfaat gruplarının çatışmaları ile tayin edilmiş mu­vakkat denge olduğunu kabul etmek hiç de yanlış değildir.

Son asırda ulaşılan yüksek bir merhale olarak hukuk devleti ve hukuka bağlılık fikrinin bir istikrar getirebildiği ileri sürülebilecektir. Bu, bir dereceye kadar doğru görülebilse de, devletin ve hukukun bağlı olduğu söylenen üstün hukuk kuralları da sabit değildir. Çünkü eğer menfaat ilişkileri, tayin edici tek faktör ise -ki ele aldığımız kapitalist düşüncede böyledir- o zaman bu üstün hukuk kuralları da men­faat dengesinin belli bir dönemdeki durumunun mahsulüdür. Ve bir başka dönem­de menfaat ilişkileri değişeceğinden, artık üstün hukuk kuralları da sıkmaya başlar ve değiştirilmek ihtiyacı duyulabilir, üstelik kurallar sadece kalıplardır, bunların muhtevasını uygulamada yine menfaat grupları tayin edecektir.

Bu düzen fiilen, nefis kavgalarının, menfaat ortaklığı içindeki grupların karşılık­lı kuvvet durumlarına göre taayyün eden halidir. Devlet bu işin koruyucusudur. Ve her fert tek başına insanlığını gerçekleştirmek kavgasına girerse bunda hürdür. İn­sanlaşma vetiresi bir eğitimi gerektirdiğinden, kapitalist nizamın ilk devrelerinde insanların çoğu, ancak mevcudiyetlerini devam ettirebilmek için ve günün uyku dışındaki bütün saatlerini çalışmakla geçirdiklerinden, insanlaşma imkânı fiilen ancak istismar edenler için mevcut olmuştur. Ne var ki istismar edenin de zaten insanlaş­maya niyeti yoktur. Toprakla geçimini sağlayabilenler yahut şu veya bu yolla bu istismar çarkının dışına çıkabilenler için bu imkân daima mevcut olmuştur. Bugün kapitalist ülkeler genellikle, ulaştıkları iktisadi seviye, fert başına düşen gelir itiba­rıyla, herkesin kendi başına insanlaşma kavgası yapabilmesine imkân verebilecek iktisadi niteliktedir. Ancak fert, cemiyet ve devletten hiçbir yardım görmediği gibi, bu manevi gelişmesi bakımından bunlarla mücadele de etmek zorundadır. Çünkü eğitim ve topyekûn kültür hareketleri ferdin manevi gelişmesini tahrip edici niteliktedir.

Bu sebeplerle sosyalizm, kapitalist nizama karşı çok haklı, ama yanlış ve noksan bir isyandır. Çok haklıdır, çünkü insanın istismarına karşı çıkmıştır. Yanlış ve nok­sandır, çünkü insanı yanlış tanımış, varlık hakkında yanlış bir kavrayıştan hareket etmiştir. Sosyalizm, haklı yanıyla, kapitalist cemiyetlere çok şey kazandırmış, ancak kendi nizamını kurduğunu iddia ettiği yerlerde, haklı yönleriyle dahi kendisini mahkûm etmiştir. Sosyalizm, kapitalist ülkelerde, iktisaden ezilen zümrelere menfaat­lerinin kavgasını yaptırarak onları biraz daha güçlü duruma getirmiştir. İstismar eden zümreler bu kuvvet karşısında gerilemek ve yeni denge durumlarına razı ol­mak zorunda kalmışlardır. Devlet de buna göre şekillenmiş ve iktisadi hayata yer yer müdahaleye, hatta cebri olmayan bir tarzda onu planlamaya kadar gitmiştir. İktisadi manası ile sosyal adalet fikri gelişmiş, tamamen maddeci ve sınırlı olan bu talebin, iktisadi hayatın idare bakımından zaruretleri izah edilmeye çalışılmıştır. Yani bir yanda gücünü ortaya koyup, hak dedikleri şeyi isteyenler, bunların karşı­sında, bu talepleri yerine getirmenin kendi düzenlerini de devam ettirmek için zaruri olduğunu düşünenler. Konuşan daima menfaat ve kuvvettir ve hiçbir üstün düşünce veya değere yer verilmemiştir. Aslında, insan şahsiyetine duyulan saygı ve onun daha güvenle gelişmesine imkân hazırlamak düşüncesinden değil, sırf menfaatler düzeni­ni korumak endişesi ile büyüyen güçlere taviz olmak üzere sosyal garantiler geliştiril­miştir. Neticede kapitalist ülkeler, bugünkü müsait ve iktisadi bakımdan istismara mümkün olduğu kadar az imkân bırakan bir vasata ulaşabilmişlerdir. Tabii bütün bu söylenenler o devletin tebaası içindir. Başka milletlerin istismarı yine bütün şiddeti ile devam etmekte ancak, bunun kavgası henüz verilememiş bulunmaktadır.

Bu isyan yanlış ve noksandır. Çünkü insan hakkında yanlış bir fikirle yola çıkıl­mıştır. İnsan madde ile mahdut görülmüş ve her oluş maddeye irca edilmeye çalışıl­mış, onunla izah edilmek istenmiştir. Mülkiyet sadece bir istismar vasıtası olarak görülmemiş, istismarın sebebi olarak zannedilmiş ve topluma mal edilmekle istis­marın kalkacağı ileri sürülmüştür ki, bu en büyük yanlıştır. Teoride insan en aşağı seviyesinde ele alınmış ve ona hiçbir gelişme şansı tanınmamıştır. Bir menfaat gru­bunun istismarı yerine diğer bir menfaat grubunun istismarı merhale olarak düşü­nülmüş ve sonuca da, devletsiz toplum gibi manasız bir hedef konulmuştur. Nok­sanlığı da bu temel yanlışından, yani bir çayırda kavgasızca otlayanların insan olmadıklarını görmezlikten gelme yanlışından gelmektedir. Sadece nefsin kavgası yapılmış ve insan nefsiyle mahdut bilinip, ona mahkûm edilmiştir. Neticede, ger­çekleştiği iddia edilen sosyalist nizamlar istismarın umulmadık biçimlerini ortaya koymuştur. Devlet, insanı gaye itibarıyla da aşan ve fertle bu bakımdan hiçbir ilgisi bulunmayan bir nevi mitolojik bir baskı unsuru halini almıştır. İnsanın en aşağı mertebesi onun ideali olarak resmen ilan edilmiştir. Daha önce açıklamaya çalıştı­ğımız şekli ile devlet zulmün koruyucusu ve cebren gerçekleştiricisi olmuştur. Böylece, kapitalizme karşı haklı fakat yanlış ve noksan olarak başlayan bu hareket, başlangıç noktasından ötürü kendisini tamamen zulme mahkûm etmiş ancak, kapi­talist nizamın kendisini az çok tamir etmesine yardım etmiştir.

Kapitalist cemiyet hiç değilse bugünkü iktisadi seviyesi ve liberal serbestliği ile, ferdin gelişme cehdine ilk imkanları temin etmiş olması bakımından müsait, bazen hatta yardımcı ve bazen hiç değilse tarafsızdır. Hâlbuki sosyalist düzenler en karan­lık şekli ile zulmü ideolojik yapı olarak benimsemiş ve devleti, bu yapıyı korumakla görevlendirmiştir. Aksine her düşünce ve tavır, karşısında teşkilatlı cemiyet ve dev­let gücünü bulacaktır(2).

Yazımızın bundan sonraki bölümünde, devletin fert ve içtimai hayat karşısında­ki tavrını inceleyeceğiz. Devletin, devlet olmak zaruretinden gelen fonksiyonları ile insanın gayesine tahsis edilmiş olmaktan gelen fonksiyonları bu bölüm içinde ola­caktır. Devletin kültür ve iktisadi hayat karşısında ve diğer devletlerle olan münase­betlerinde sahip olması gereken hareket prensiplerini tespit edeceğiz. Millet ve ülke unsurlarına kısaca dokunacağız.

Hareket noktamız daima devlet hakkında verdiğimiz tarif olacak ve bu suretle tarifin muhtevasını da detaylandırmış olacağız.

                                                                                                                                                                       Ocak Dergisi, Ağustos 1972, Sayı: 4

Bir yanıt yazın