Tarih gösterir ki yeryüzündeki milletler birbirleriyle rekabet eder,üstünlük kurmaya çalışır. Büyüklük düşüncesini taşıyan her millet devleti aracılığıyla kendi varlığını koruma altına almaya çalışırken etki alanını da büyütmek için çabalamaktadır. Devletleri örgütlü hale getiren esas unsur milletin kendisidir ve millet değişmedikçe de devletin kimliği değişmez. Türk devlet tarihinde sistematik bir bütünlük göze çarpmaktadır. Yaygınlaşmış bir yanlış anlayış sonucu Türk devletlerini 16 ya da daha fazla olarak gösterenler bundan gurur duyduklarını ifade ederken ‘‘Türk milleti o kadar büyük ki çok sayıda imparatorluk yıkmış bir o kadar da devlet kurmuş’’sözleriyle bu yanlışı perçinlemektedirler.[i]Bu teze karşı bir aksiyon geliştirmek hiç de zor değildir. Devlet üzerine devlet kurmak milletlerdeki teşkilatlanma yeteneğini gösteriyorsa kurulan bunca devletin yıkımı da aynı derecede bir becerisizlik değil midir? Bu iki önermenin de doğru olmadığını açıklamak için devletlerdeki devamlılık ilkesini incelemek gerekir. Şöyle bir geriye baktığımızda ‘‘Devlet-i Ebed-Müddet’’ anlayışının işaret ettiği nokta devletin mutlak devamlılık arz etmesidir. Peki bu devamlılığı sağlayan faktörler nedir sorusunun cevabını bulduğumuzda bu ikilemli yapıyı da çözmüş olacağız.
Birinci unsurumuz millet ikincisi ise vatan. Aynı topraklar üzerinde hâkimiyet kurmuş milletlerin teşkilatlanmış haline devlet diyoruz. Bu durum bizi tek bir tespite götürür ki Türk devletinin bu topraklarda başka bir ortağı yoktur,hanedan değişikliği yeni bir devletin yükseldiği anlamına gelmez. Türk devleti asırlardır bu toprakların tek hâkim kuvvetidir, zaman zaman kıyafet değişikliğine gitse de bedeninde herhangi bir değişiklik olmamıştır.
Devletlerde insanlar gibidir; doğar, büyür, günü gelir hastalanır, yatağa düşer. Zaman gelir ki bir başkasının eline bakmak durumunda bile kalır.Bir başkasının eline bakmak, ona bu fırsatı vermek iflah olmaz bir hastalığın belirtisidir. Hastalık bedeni sardıkça ağırlaşır,kanını emer. Devletlerin arşivleri onların hafızalarıdır. Milletin hafızası da tarihtir ki şuurlu bir tarih bilinci verilmeyen bir toplumda türlü rahatsızlıklar meydana gelir. Çağ bilgi çağı, her fikir bir kurşun misali derin yaralar açabileceği gibi düşmanını içten çürüten etkilerde bırakabilir. Türk milleti günümüzün fikir savaşlarının yapıldığı meydanlarda boy gösterirken kendi savaşçılarını da yetiştirmek zorundadır. Geçmişiyle geleceği arasında köprü kurabilen toplumlar adımlarını atarken daha bir sağlam atmakta ilerisini daha iyi analiz etmektedir. Acılarını, sevinçlerini unutmayan nesillerin inşası devletlerin devamlılığı açısından taze kan niteliği taşırken bu işlemin yapılacağı iki alan ön plana çıkmaktadır: Edebiyat ve tarih.
‘‘Türk tarihi denilince,tek bir topluluğun belirli bir mahaldeki tarihi değil,fakat Türk adı veya husûsî adlar altında ve ayrı hükümdar âilelerinin idaresinde görünmekle beraber, dili, dini, töresi ve gelenekleri ile aynı ‘millî’ kültürün taşıyıcısı olan Türk zümrelerinin çeşitli bölgelerde ortaya koyduğu ‘tarih’lerin bütünü anlaşılmaktadır.’’[ii]Anlaşılacağı üzere Türk tarihi bir bütündür,onun bölünmesi,parçalanması teklif dahi edilemez, aksi takdirde bu Türk milletinin dağılıp farklı bölgelerde farklı kimlikmiş gibi algılanmasına yani bölünmesine kadar varacak felaketlerin kapısını aralar. Toplumdaki tarih anlayışına dönüp baktığımızda birbirinden farklı yanlışlarla karşılaşmak mümkündür. Biri tarihin bir bölümüne damgasını vurmuş millî kahramanlarımızı yüceltirken göklere çıkarır, diğeri ise aynı kahramanları yerin dibine vurmayı kendisinde bir hak olarak görür. Bu düşüncelerin temelinde olayları devrin şartlarına göre değerlendirememenin yanında partizanlığa varan bir taassupla anlatabileceğimiz adamcılığın olduğunu söylemek yanlış olmaz. Benim padişahım, senin padişahın demek yerine bizim geçmişimiz demenin önemini kavrayıp sevabıyla günahıyla ‘‘Biz Olabilmek’’ için eksik tarihi bilgilerle yorum yapmayı bırakmalı, gereksiz hamaset yerine gerçekçi bir yaklaşımla dünü bugünü değerlendirebilecek nesillerin yetişmesini sağlamak devletimizin devamlılığı için elzemdir. Timur ile Bayezid arasında fark olmadığı gibi Enver Paşa ile Atatürk arasında da fark yoktur, Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti’nde de. Aynı soyağacına, aynı geçmişe sahip olanlarla aynı millete mensup olan kahramanlar arasında ayrım yapmak birini diğerinden üstün görmek ben susuz da yaşarım ekmeksiz de demek kadar abestir. Tarihin millî bir hafıza olduğunu söylediğimize göre hafızadakilerin unutulmaması için yeni eklenenlerin kısa zamanlı bellekten uzun süreli belleğe geçmesinde bir basamak olarak edebiyat, kültürün zaman aşımına uğramasını engelleyen bir duvar görevi görür.
Bir çocuk düşünün ki babasını henüz doğmadan önce kaybetmiş olsun. Böyle bir kadere sahip olanlar kaybettiği yakınlarını fotoğraflardan ve çevresinde anlatılan hikâyelerden tanıyacağı hepimizin malûmudur. Bu örnekteki fotoğraf ve hikâyeleri sözlü kültür ve yazılı kültür olarak ele aldığımızda kültürün taşıyıcısı dil ile kurgulanmış yapıların zaman itibariyle tanımaya imkân bulamayacağımız bir geçmişin anlaşılmasında tarihle birlikte edebiyatın rolünü gözler önüne sermektedir. Tarih kitaplarından ezberlenen bilgiler bir süre sonra unutulduğu gibi bunların edebiyatla iç içe kurgulanması zihinlerdeki kalıcılığı arttıracaktır. Bir neslin yok olması bir başka neslin gelmesi zamanın akışı içerisinde normal karşılanan bir olaydır. Önemli olan dün yaşayanlarla bugün yaşayanların birbirini hiç görmeseler dahi saygı duyması, gönüllerde onlara karşı bir hürmetin oluşmasıdır. Daha da önemlisi onlarla aynı millete mensup olmanın şuuruna varanlar Kanunî’nin ordusundaki yeniçeri sayısını bilmeye lüzum görmez, geçmişin geleceğe bıraktığı mirasın peşindedir. Diyeceğim odur ki atalardan aldıkları büyüklük ülküsünü geleceğe taşımak için kendilerinde güç bulurlar. Bu büyüklüğün aktarılmasında yazı malzemelerinin yarattığı büyülü atmosferin milletleri ileri götürdüğü ortadır. Milletlerin edebiyattaki klasikleri incelendiğinde yazıldığı dönemin çok sonrasında dahi zamanı aşıp okuyanlarda, dinleyenlerde bir heyecan yarattığı, zaman zaman gözlerin dolmasında, göğüslerin gururla şişip inmesinden etkili olduğunu unutmamak gerekir. Ergenekon Destanı’nın varlığı zorluklara rağmen birlik olunduğunda dağların eritilebileceğini yüzyıllar sonra olsa da milletine işittirebilecek tarihi bir seslenme olarak değerlendirilmeli, milletin her ferdi tarafından özümsenerek anlamlandırılmaya çalışılmalıdır. Babalar ölür ama yerine yeni çocuklar bırakırlar.
Baba ölünce geriye kalan sadece kültür müdür? Az çok yastık altından bir ekonomi kalır geriye. Biz buraya kadar getirdik. Taş üstüne taş koymak, biri iki yapmak da sizin elinizdedir. Her evin bir töresi varsa devlet babanın da ekonomi töresi olmalı mıdır? Kimi evet kimi hayır der böyle bir soruyla karşılaştığında. Komünist sistemdeki ekonomiyi gösterenler de olur kapitalist sistemdeki ekonomiyi gösterenler de. Sistemler zamanla yerini başka bir sisteme bıraktıklarında geriye öksüz yığınlar kalmadığına göre her gelen zaman kendi şartlarıyla birlikte gelir evinizin önüne dikilir. Zaman ayrı gelen ayrı. Geldikleri yer hep aynı. Millî devletlerin milliyetçi ekonomileri olur diyenlerin misafirlikleri bir iki günle sınırla kalır. Misafir umduğunu değil bulduğunu yer diye boşuna dememişler. Milliyetçiliğin ekonomisi diye bir şey olduğunu ve bunun değişmeyeceğini iddia etmek bir evin bir kapısı olur ve o asla bozulmaz demekle eşdeğer bir hatadır.’’Milliyetçiliğin ekonomik teorisi diye bir şey yoktur.Çünkü milliyetçiliğin metodu, bilimin bizzat kendisidir.Fakat milliyetçiliğin ekonomiden beklentisi vardır. Milletin bekâsı için çok üretim, yüksek rekabet edebilirlik,mutlu bir toplum ve güçlü bir millî devlet.’’[iii] Devletin sahibi,vatanın sahibi olan millet ekonomiyi de sahiplenmelidir. Devlet her işi yapmak yerine yaptığını en iyi şekilde yapmalıdır da diyebiliriz. Yeni dünya düzeninde devletlerin büyüklüğü sahip olduğu toprakların genişliğiyle ifade edilmezken eğitim-kültür-ekonomi-askerî vb.alanlardaki ilerlemesiyletanımlanıyor ve devletin aslî görevi ekonomiyi kontrol etmekten öte ekonomiyi ayakta tutanları iç ve dış tehlikelerden korumak yani baba misali kol kanat germek. Vatanı kolluk kuvvetleriyle ekonomiyi kanunlarla korumak…
Bugünlerde sık sık dile getirilen yerlilik ve millîlik kelimelerin bu sayıp döktüklerimizde yeri nedir? Millî devletler kendi insanını ötekileştirip bir köşeye mi atar yoksa derleyip toparlayarak parçalardan bütün mü yapar? Zihinleri kemiren çetrefilli diyebileceğimiz ve üzerin düşünüldüğünde birçok propaganda malzemesi üretilebilecek sorular böyle uzayıp gider. Tüm bu soruların cevabına ulaşırken rotamızdaki ilk durak noktamız aynıdır; Milleti nasıl tanımlıyoruz, millet kelimesinin içini nasıl dolduruyoruz?
Türkiye’de eleştiri kültürü tam olarak yerleşmediği için bir fikrin diğerine üstünlük kurmaya çalıştığı tartışmalar kısır birer döngü olmaktan ileri gidemedi. İyi bir tartışmanın özünde birbirini anlamak varken biz de bu durum tam tersi istikamette ilerledi. Türk milliyetçisiyim dendiğinde sakalını sıvazlayıp günahtır diyen amcaları, yirmi birinci yüzyılda milliyetçilik mi kaldı, ırkçılık yapma diyen entelektüeller izledi. Eleştirmeyi bir kenara bırakanlar, tamamen yok sayıp, ‘‘görmedim, bilmiyorum, duymadım oyununu’’ oynadı. Oyunun kuralını belirleyenler, oynanmayan maçların kazananı oldular. Galip gelecekleri(!) alınlarında yazıyordu çünkü.
Tarifi güç bir kavram millet kavramı. Dün de tartışılıyordu bugün de tartışılıyor öyle gözüküyor ki yarında üzerinde birçok tartışmalar yapılacak. Bu güç kavram üzerinde yükselen Türk milliyetçiliği fikir sistemini anlamak için önce kavramın neleri içine aldığını iyice gözden geçirmek gerekiyor ki depremlere karşı dayanıklı bir temelden ilerleyelim, en ufak sarsıntıda tuz buz olmayalım. ‘‘Soy birliği, dil birliği, kültür birliği, vatan birliği, tabiyetbirliği(siyasî birlik), din birliği, ülkü birliği, tarih birliği, menfaat birliği.Bu müştereklerin birkaçının bir araya gelmesi millet teşekkülüne sebep olabiliyor. Hepsinin birden bulunmasına lüzum yok; fakat sadece biri de umumiyetle millet biriminin teşekkülüne kâfi gelmez.’’ [iv]Anlaşılacağı üzere ortaklıklar birden fazla olmalı. Varsayalım ki Ortadoğu’da çıkan bir anlaşmazlıkta iki ülke ortak hareket ederek kendi çıkarlarına göre uyumlu çalışma politikası güdüyorlar. Bu iki ülkeyi tek bir millet yapmaya yetmez çünkü diğer ortaklıklarında sağlanması gereklidir. O halde millet olabilmek için ortaklıkların sayısının arttırılması topluluğun birbirine olan bağlılığını arttırma arasında paralel bir ilişki söz konusudur. Yine bir varsayımda bulunalım. İslâm dışında bir dine inanan kardeşlerimizi Türk olarak kabul etmeyecek miyiz? Böyle bir hakkı kimse kendinde bulamaz, diğer müşterek unsurların kaybolmadığı sürece Türklüğümüz devam edecektir. Bu iki örnekten yola çıkarak Türk milliyetçiliğini tanımlarken ayrıştırıcı değil, bütünleyici bir milliyetçi anlayışının olduğunu söylemek gerekir. Çeşitli propaganda araçları kullanılarak fikir savaşlarında ilerlemek mümkündür. Bu propagandalara aksiyon göstermeyen hareketler durağanlaşır ve yerinde saymaya başlar lâkin millet kavramı yok olmadıkça milliyetçilik de yok olmayacaktır.
Yukarıda soy birliği ifadesini görenler ırkçılık suçlamasını yapıştırır ki sözlerinin çıkış noktası Batılı bir ağzı andırır. Çıkarlarına göre milliyetçilik geliştiren Batılılardan dem vurarak Nazi Almanlarını örnek gösterenler Türk milliyetçilerini de aynı küme içinde göstermeye bayılırlar. Soy kelimesinden ürken, vatan kelimesinden çekinen komünist Rusya’nın bizdeki temsilcileriydi, halbuki Rusların II.Dünya Savaşı için ‘‘Büyük Vatanseverlik Savaşı’’ dediklerini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu bile maske altından milliyetçilik yapıldığını gösterir ve kendisine bağlı olanları özgür, karşısında duranları bağımsız olmadığını söylerken babasının hayrına konuşmuyordu elbet. Sovyet enkazından sonra dahi ekonomik anlamda elinde bulundurduğu geniş bir coğrafyada Rus soyunun egemenliğine çalışılmadığını söylemek dünyaya at gözlüğüyle bakmakla aynı derecede sakat bir anlayıştır.
Milletin tanımını yaparken özellikle dilin varlığına işaret etmek gerekir. Milletin devamını sağlayacak ortak yüksek kültürün oluşumunu ve devamını sağlayan bu unsurun yanına başka bir dilin eklenmesi başka bir millet oluşturmak istendiğinin işareti olarak görülmelidir. Devletlerin fonksiyonlarının yürümesinde etkin tek bir dil vardır. Türk devletinin dili Türkçedir bunun yanına başka bir dil daha eklemek isteyenler bunun neden yaptıklarını açıklamak için dahi Türkçeyi kullanmak zorundadırlar. Türkçe konuşulmaya ihtiyaç duyulmayan bir yerde zamanla farklı bir dille konuşan bürokrat,avukat,memur,hâkim vb. istekleri de normal karşılanacaktır. En hafif tabirle, ‘‘Türkiye toprakları üzerinde birbirini anlayamayan iki halk yaratmış olacaksınız ki bunların niçin aynı siyasî şemsiye altında durduklarını izahı pek mümkün olmayacaktır.’’[v] Görülüyor ki Türk vatanı üzerinde yapılabilecek tek milliyetçilik olan Türk milliyetçiliği ayrılıkçı değil birleştirici bir özelliğe sahiptir. Küme içerisinde birden fazla ortaklıkla birbirine bağlanmış bir topluluk bunu dille perçinlemedikten sonra ortak yüksek kültür oluşumuna katkı sağlayamaz. Bunun asimilasyon olduğunu söyleyen Batılılar, birliğin dağılması için propagandalarına devam etmektedirler. Onların tarihleri entegre için asimilasyon yani zorla kimliklerini unutturduklarıyla doludur. Bu saldırıya karşı Türk milliyetçiliği fikir sistemiyle karşı koymak için sistemin en iyi şekilde öğrenilmesi lazımdır. Aksi takdirde aldanmak çocuk oyuncağı haline gelir ve oyuncakları sen değil onlar yönetir ki bu da iradenin başkasının elinde köleleşmesine yol açar. Ortaklıkların iki önemli etkeni olan dil ve soy birliğine baktığımızda Hüseyin Nihal Atsız’ın Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelenler gibi Türkleşenler Türk’tür derken doğrudan soy birliğine dolaylı olarak kültürün benimsenmesinde etkili olan Türk dilinden bahsettiğini söyleyebiliriz. Diğer ortaklıkların sayısının artması bağlılığı artırır buna rağmen ortaklığı kabul etmeyenler de olacaktır. Kaldı ki kendisinin Türk olmadığını söyleyenlerin sayısı da oldukça fazladır. Nihayetinde Türk devletinin kanunları bellidir onlara uyan herkesin bu topraklarda yaşama hakkı vardır. Türk devleti de kanunlarda Türk milletinin haklarını güvence altına almakla sorumludur. Bu noktada ortak yüksek kültürü hatırlatmak da fayda görüyorum.’’…Bu yapının içinde de dil,baştadır: İnce anlam farklarını ifade edebilen, dünyadaki diğer zengin dillerle bu bakımdan rekabet edebilen bir dil. Dilden sonra hemen ikinci sırada, bu dille nesilden nesile aktarılan tarih hafızası, milleti millet yapan unsurdur.’’
Milliyetçilik dün vardı bugün var yarın da var olmaya devam
edecek. Milletler bu şuuru devletlerinin tüm müesseselerinde uyguladıkları
müddetçe yükselmeye devam edecekleri inancı günden güne kuvvetlenmektedir.
[i] Hüseyin Nihal Atsız, “16 Devlet Masalı ve Uydurma Bayraklar” ile “Türk Tarihine Bakışımız Nasıl Olmalıdır” adlı makâlelerinde bunu vurgulamıştır.
[ii] İbrahim Kafesoğlu,Türk Millî Kültürü,İstanbul 2015,s.41.
[iii] İskender Öksüz,Niçin Geri Kaldık?,Ankara 2017,s. 225-226.
[iv]İskender Öksüz,Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi,Ankara 2016,s.121-122.
[v] İskender Öksüz, Millet ve Milliyetçilik, Ankara 2016,s.319.