Bir insan inşası yazı dizisinin ilk yazısında madde ve mana insanından bahsetmiş, insanlığın varoluşundan itibaren kendisine ve sosyal çevresine yönelttiği sorulardan örnekler vermiştik. İnsanı, dünya yaşamı içerisinde konumlandırmaya çalışan farklı felsefi görüşlerden ve bu görüşlerin oluşturduğu insan tipi yaklaşımlarını ise açıklamaya çalışmıştık. Batı yaklaşımıyla maddeci insanın, doğu yaklaşımıyla ise mana insanının olduğunu dile getirerek, batı felsefesinin nasıl ruhu paramparça ettiğini, doğu felsefesinin ise nasıl aklın gerisinde kaldığını anlatmıştık. Bu iki felsefeye benzer ve bunlardan bir o kadar da uzak olan kul olan insan anlayışını yani maddeyi mana da eriten ”gerçek insanı” gelişim süreci içerisinde incelemeye çalışacağız ve varoluş amacımız nedir sorusuna ise bu yazı da cevap arayacağız.

İnsan dünyaya geldiği andan itibaren dâhil olduğu toplumsal çevrenin kültürü, inanışı vs. kısaca o çevreye ait olan her şey insanın yetişmesinde ve kimliğini oluşturmasında etkili olmaktadır. Öyle ki insanın bu kimliği oluşturma sürecinde yaşadığı çevrenin, ikliminin dahi tezahürlerini onun karakterinde görmek mümkündür. Bir insanı inşa eden onun ait olduğu toplum ve o toplumda aldığı veya da alabileceği rollerdir. İnsanın inşası için gerekenler toplum tarafından bireye sunulmakta birey ise tercih yahut ihtiyaçları çerçevesinde toplumundan beslenmektedir. İnsanın karakterini dolduran toplumunun ona verdiklerinden ibarettir. Toplum insanı iyileştirebildiği gibi vahşileştirebilir daha kötüsü, bir toplum bütünüyle vahşileşebilir.

 İnsanın şahsiyetinin küçük yaşlarda oluştuğu konusunda görüşler olduğu gibi çağlar halinde insan şahsiyetinin inşa edildiğini savunan görüşlerde mevcuttur. Hangi görüşü alırsak alalım insanın inşası toplum içerisinde olmuş ve yaşadığı toplumun ise özeti niteliğini taşımıştır. Bir insanın yaşadığı toplum hangi merhalelerden geçmişse o insanda, o merhalelerden geçerek şahsiyetini inşa etmiştir öyleyse bir insanın şahsiyeti, kendi toplumunun şahsiyeti kadar olabilecektir.

 İnsan kendini inşa ederken toplumunun değerlerini ve toplumunda öne çıkan kişileri örnek alarak bunu yapar. İnsan kendini inşa ederken önce anne ve babasına bakar daha sonra ise ailesinin dışına sokağına, çevresine işte bu süreç içerisinde bir toplum nasıl bir insan yetiştirmek istediğinin de cevabını o insanın inşa sürecindeyken önüne koymuş olduklarıyla verir. Batılı bilimcilerin öne sürdüğü gibi saplantılı hallerle ilerleyerek gerçekleşmez bu inşa. İnsanın karşısına çıkanlarla, kendi istediklerinin çarpışma süreciyle ve her çarpışma sürecinde yaşadığı yeni buluş, kendini keşfedişlerle ilerler. Bir örnek verecek olursak tuvalet eğitiminde sorun yaşadı diye o çağa saplanıp inatçı bir kişiliğe bürünmez insan, toplum ona tuvalet terbiyesini nasıl vermiştir ya da bunun da bir terbiye olduğunu öğretebilmiş midir? Çocuk bu süreç içinde toplumun bir ahlaki değeri olduğunu keşfedebilmiş midir?  Mesele özünde bundan ibarettir. İnsanın inşası aslında toplumun inşası demektir ve insanı inşa eden de ait olduğu toplumdur.

Çünkü insan doğası gereği toplumsal bir varlık olduğu için toplum içerisinde varlığını oluşturmuş ve varlığının sorunlarına da sorularına da çözüm, cevap aramıştır. Bizim inancımıza göre Hz. Âdem ve Hz. Havva dünya üzerine indirilmiş ve dünya insanlık için bir imtihan sahnesi hâline gelmiştir. Bu imtihan sahnesinde insanlık, varlığını koruyabilmek için kader-i ilahinin bir tecellisi olarak aileleri, sülaleleri, boyları, milletleri oluşturmuştur. Her millet ise yine kader-i ilahinin tecellisi olarak kendi varlığının devamını sağlayabilmek için diğer milletlerden farklı özellikte insan karakteri ortaya çıkarmıştır. Bir milletin içerisinde bireyin ve bireyselliğin önemi büyüktür ancak bu bireysellik dahi yaşadığı çevreden tamamen bağımsız, kopuk olamayacağı için milletlerin karakterlerinden söz edebiliyoruz. İşte özelde bir insanı genelde tüm insanlığı anlayabilmek için milletleri anlayabilmek, insanı konumlandırırken insanı oluşturanın aslında içinde yaşadığı millet olduğunu unutmamak gerekir.

 Batı toplumu ve batının maddeci anlayışı, madde anlayışı ile sinesinde barındırdığı milletleri yoğururken ve bu milletleri bir birine benzeterek bol yıldızlı tek bir bayrak altında toplamaya çalışırken insanı ele alış biçimi, insanlık tarihi için utanç verici bir sonuç doğurmuştur.( Nedir maddeci anlayış derseniz kısaca; ruhu, hayat sahnesinin dışına itmektir diyerek size bir araştırma sahası açıp yazının özüne geri dönmek istiyorum.) Batı felsefesi, insanın doğduğu zaman kendi dini inanışlarının gereği olarak bir günah ile dünyaya geldiğini varsayar bu günah Hz. Âdemin cennetten ayrılmasına sebep olan günahtır ve tüm insanlık bu günahı boynunda taşır. Peki, modern batı anlayışı bu ortaçağ felsefesinden uzaklaşabilmiş midir?

                İnsan tabiatını inceleyen ünlü psikanaliz öğretisinin geliştiricisi Freud ise insanı, özünde cinselliğin ve saldırganlığın bulunduğu ve bunları kontrolle toplumsallaşmaya çalışan bir canlı olarak görür. Freud’a göre de insan, özünde iyi bir canlı değildir. Batı felsefesi insanı dünyaya geliş anından itibaren arınmaya muhtaç, kötü bir canlı gibi algılamakta ve insanlığın arınma yolunun ise akılla, mantıkla mümkün olabileceğini yenidünya insanının artık metafizik unsurlardan uzaklaşarak özündeki kötülüğü itiraf etmesi gerektiğini söylemektedir. Bu itirafın neticesi ise her türlü ahlaki kaidenin yitirildiği yeni modern hatta modern ötesi kuralsız, şahsiyetsiz bir topluluktur öyle ki bir hayvan topluluğundan farksızdır çünkü bu yenidünya insanı tüketir, yaşar ve hiç bir kurala bağlı kalmaz kısaca ideal insandır çünkü en yönetilebilir ve yönlendirilebilir insan modeli budur. Batı’nın insanı özünde iyi gören ve algılayan felsefi görüşleri de yok değildir ancak bu felsefi görüşler özünü doğu felsefesinden aldığı için doğu felsefesini tahlil etmek gerekir.

Doğu felsefesi içerisinde yer alan birçok milletin ve o milletlere ait dinlerin, kültürlerin etkisi ile harmanlanan, insanı manadan ibaret görme yoluna sapmış ve uyuşmuş hantallaşmış yenidünyanın getirdiklerinin gerisinde kalmış ve güncel sorunlara çözüm üretemez hale gelmiştir. Çinlisinden, Hintlisine varıncaya kadar birçok milletin tesiriyle doğu felsefesi binlerce yıllık yorgunluğuyla batı karşısında ezilmiş, kadim gücünü ise insanın gerçekliğini ve aklını terk ederek yitirmiştir. Güçlenen doğu milletleri de insanlığı daha yönetilebilir kılmak için elinden aklını ve mantığını alma yoluna gitmiş, sonucunda ise kendi medeniyetini sarsmıştır.

Bir yanda ruhu bir yanda ise aklı sınır dışı eden dünyanın bu iki inşacı medeniyet anlayışları, zaman zaman ilahi seda ile sarsılarak rayına oturtulmaya çalışılmıştır. Allah, yarattığının iyi ve güzele yönelmesini irade etmiştir. Bunun sonucu olarak göndermiş olduğu elçiler, insanlığı uyarmıştır. Bu elçilerin sonuncusu olan, tüm insanlığa gönderilen Hz. Muhammed ise insanlığın inşası için son mimar olarak yüce Allah tarafından görevlendirilmiştir. Hz. Muhammed insanlığa yol olarak Kur’an ve sünneti bırakırken hem batı hem de doğu medeniyetini süratle aşan yeni bir anlayış ortaya koymuştur. Kul olan insan anlayışı.

Kul olan insan anlayışına göre madde manada eritilmeli yani akıl ve mantık ruhu yok etmek için değil ruhu doyurmak ve yaşatabilmek için kullanılmalıdır. Hem bireyin ruhu hem toplumun ruhu yaşatılmalı yapılan işler bireyin ve ruhun faydasına olmalıdır. Toplumun sınırlarını ise o milletin değerleri ile Kur’an’ın özü olan adap unsurları belirlemelidir.

Ne aklı ne de ruhu görmezden gelmeli, yapılan işler aklın ve ruhun gözetiminde ilerlemeyi sağlamalıdır. Unutulmamalıdır ki ruh varlığın özü, akıl ise varlığı devam ettirebilmenin biricik yoludur. Bu ikisi arasında ne bir çatışma olmalıdır ne de bir ayrılık. Aksine bu ikisinin birlikteliğiyle gerçek insan medeniyeti mümkün olabilmektedir. Akıl ruha hizmet etmeli, ruh ise aklı gölgelememelidir. Kısaca madde, mananın emrinde çalışmalı ancak onun tesiri altında değil onu korumak ve yaşatmak için bir memur olmalı hatta zaman zaman onu dahi, iknaya çalışmalıdır.

İnsan ne akıllı bir hayvan ne de üzerine beden giydirilmiş bir ruhtur! İnsan dünya da Allah’ın halifesi rolünü üstlenmiş biricik bir varlıktır. Bu sebeple bu role uygun hareket etmeli ve neyi temsil ettiğini ise hiçbir surette unutmamalıdır. İnsanın Allah’ın halifesi olduğundan bahsettiğimiz şu noktada varoluşsal problemlerimizden ve varoluş amacımızdan bahsetmek de yerinde olacaktır. İnsanın varoluşunun sebebi nedir? İnsanın varoluşunun sebebi dünya hayatında yolculuk ettiği sürece imtihanlardan geçmek ve varlığını devam ettirmek, varlık özünü yani ruhunu ve aklını koruyarak son nefesini vermektir. Peki, öyleyse varlığımızı nasıl devam ettirebilir ve varoluşsal sıkıntılardan kurtulabiliriz? Varlığımızın amacı insanlara yardım etmek mi yoksa kendi içimize yapacağımız bir yolculuk mu? Bu tarz felsefi sorulara hiç girmeden açıklayacak olursak varlığın amacı; varı, var edene hizmet etmektir. İnsanın varlığının sahibi yüce Allah’tır ancak bu varlığının müsebbibi onu dünyaya getiren ailesi ve şekillendiren toplumsal çevresidir. İnsan hem varlığının sahibine hem de var olmasına sebep olanlara hizmet ile varlığının anlamını kavramış olur.

İnsanda saklı olan bilgi o yaşadığı sürece vardır ve o ölünce de onunla birlikte yok olur gider. Öyleyse insan varoluş bilgisini ve sırrını ölümsüzlüğe taşımalı ve kendi varlığından daha üstün olan bir varlığın mesela toplumunun varlığı için yaşamalı, çaba göstermelidir. Daha net bir örnek verecek olursak: Bir Türk Öğretmen, Türk Milletinin geleceği için hizmet etmelidir. Yani İzmir’den Ağrı’ya, Edirne’den Şırnak’a varıncaya kadar her evladımıza öğretmenlik yapan bu öğretmenimiz için o çocukların sevinci, kendi sevinci olmalı bu Millet için bu Milletin çocukları için koşturmalı ve kendi varlığını Türk Milletinin varlığında eriterek ölümsüzleştirmelidir. Bir doktor kadar önemli bir iş yaptığını çiftçi kardeşimiz unutmamalıdır zira ikisi de milleti için çalışmaktadır. Bireysel faydalarını gözeterek ancak milli ülküleri için gerekirse kendilerini feda edebilecek olan hem doktor hem de çiftçi, bu büyük Türk Milletine hizmet etmenin önemini hissetmeli ve varlık amacının ise ait olduğu bu Milleti yüceltmek, yaşatmak olduğunu unutmamalıdır.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun demekte esasen ne demek istediğimizi özetleyen en güzel cümledir. İnsan ancak kendi varlığını milletinin varlığına armağan ederek varoluşunun amacını gerçekleştirebilir ve ancak milletine hizmet ederek varoluşsal problemlerden kurtulabilir. Varlığını milletine armağan etmiş bir işçiyle bir doktor arasında ve milletinin bekası için çarpışan bir asker arasında fark yoktur. İnsanın varoluş amacı Allah’a kul olmak ve milletine hizmetkâr olmaktır. Bunu ise ancak aklını ve ruhunu kullanarak başarabilir.

Kısaca bu yazımızda batının insanı özünde kötü algılaması ve doğunun ruhtan ibaret insan anlayışı ile bu ikisini birleştirip güzelleştiren ve hakiki medeniyet anlayışı olan hem madde hem de mana insan anlayışlarını anlatmış olduk devamında ise insanın varoluş amacının, varlığını kendini var eden değerlere adamak olduğu açıkladık. Bir insan inşası yazı dizimizin bu kısmında insanın, benimsemesi gereken ölçütlerden ve bu ölçütleri oluşturan üç yaklaşımla varlık problemimizin çözümünden dem vurduk. Bir sonraki yazı da ise medeniyeti var eden insanı ve medeniyetlerin mücadelesini anlatmaya çalışacağız.

Bir yanıt yazın