Dil kültürün bir âleti değildir. Dil, kültürdür.

Ernest Gellner

Bir şey koptu benden, her şeyi tutan bir şey;

Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey.

Necip Fazıl Kısakürek

19 Asrın sonu – 20. asrın başı, Türkiye’de millileşme, milliyetçileşme devridir. Cumhuriyet döneminde devlet ve hükümet başkanlarını milliyetçiliklerine göre sıraya koyarsak, Mustafa Kemal Atatürk tartışmasız doruğa yerleşir. Birikim açısından da, uygulama açısından da… Bu, milliyetçilerin lehine yazılacak bir puan. Fakat Atatürk’ten sonraki yokuş aşağı yolculuk da acıdır.

Bugünlerde, devletin zirvesinde milletin ve devletin adının bile tartışılabildiğini görüyoruz. Burada biraz batıya bakmakta yarar var: Siz hiç “Fransız” yerine “Fransalı”, “İngiliz” yerine “İngiltereli”, “Alman” yerine “Almanyalı” denmesinin teklif edildiğini duydunuz mu?

Etnisite ile milleti, millet ile ümmeti birbirinden ayıramayanlara kalsa, okullarımızda asılması mecburi olan “Ey Türk gençliği!” başlangıçlı hitabenin “Ey Türkiye gençliği!” haline çevrilmesi yakındır. Belki de hitabenin tamamı uygunsuzdur ve toptan kaldırılması daha makuldür.

Millete mensubiyet şuurunu nesillere verecek olan şey, Gellner ’in “ortak yüksek kültür”ü; bizim için Türk kültürüdür. Bu yapının içinde de dil, baştadır: İnce anlam farklarını ifade edebilen, dünyadaki diğer zengin dillerle bu bakımdan rekabet edebilen bir dil. Hemen ikinci sırada, bu dille nesilden nesile aktarılan tarih macerası, milleti millet yapan unsurdur. Zaferlerimizle, başarılarımızla gururlanacağımız; fakat daha da önemlisi, mağlubiyet ve felâketlerimizi âdeta yeniden yaşayıp tâ içimizde hissedeceğimiz bir miras… “Biz” i teşekkül ettirecek, mensubiyet şuurunu doğuracak; yatay (coğrafya boyutunda) ve düşey (zaman boyutunda) birikimi sağlayacak mekanizmalar bunlardır.

Cumhuriyet rejimi tam tamına bu anlayışla ve Türk milliyetçiliği temelleri üzerine kurulduğuna göre, yukarıda tenkit ettiğimiz aksaklıklar nerden kaynaklanmaktadır? Tarihte ilk kez devlet kuracak gruplarda görülen veya parçalanma yoluna girmiş, sınırlarını kolonizatörlerin çizdiği yapay eski sömürge devletlerinde makul karşılanacak münakaşaları biz niçin yaşıyoruz? Bunca yıl batılılaştıktan sonra niçin batının millî devletlerindeki öz güven bizde yok?

Millî eğitimi eleştirebiliriz… Gerçekten de millî eğitimimiz tenkidi hak ediyor. Eğitim sistemimizin neredeyse sekiz yıl yabancı dil öğretip, öğrencileri, “bu bir tren midir?”, “hayır kalemdir” in ötesine geçiremediğini hepimiz biliyoruz. Aynı eğitimin ne kadar Türkçe öğrettiğini aynı açıklıkta göremiyoruz. Çünkü çocuklar eğitim sistemine girdiklerinde zaten bir miktar Türkçe konuşmaktadır. Şu kadar yılın, ailede ve televizyondan öğrenilen Türkçeye ne ilave ettiği, bir şey ilave edip etmediği ciddiyetle sorgulanmalıdır. Cevap hiç de iç açıcı olmayacaktır. Burada yine Gellner’in millet teşekkülü mekanizmasını hatırlatmakta fayda var: “…bir anlaşma biçiminin (“idiom”) örgütlü okullar aracılığıyla ve akademik denetim altında geniş şekilde yayılması”.

Üniversite hocaları, ilk ve orta eğitimi bol bol eleştirirler. Fakat eleştirilen, öğretemediği ve eğitemediği söylenen bu teşkilâtın öğretmenlerini de üniversiteler yetiştirmektedir![1]

Belki bir adım geri çekilip, “peki, eğitim teşkilâtı niçin öğretmemektedir?” sorusunu sormalı. Bunun cevabında bir odak yokluğu ile Türkçe öğretmenin, tarih öğretmenin ne anlama geldiği konusunda bir fikir bulanıklığı ile karşılaşırız. Bu konuda Türkiye eşsizdir! Türklerden çok daha genç milletlerin, meselâ Amerika’nın dilinin, tarihinin ne olduğuna, neyin öğretileceğine dair hiç bir tereddüdü yoktur. Alman, İngiliz, Fransız, Rus milletlerinin de. Fakat Türkler, neyin Türk olup neyin olmadığı, Türkçe’nin ve Türk tarihinin ne olduğu, hatta bize “Türk” denip denmeyeceği konusunda ciddî tereddüt içindedirler! Bu tereddüt, ilkokuldan başlar, devletin tepesine kadar uzanır.

İdeolojik saplantılardan ötürü milliyet karşıtı tutum takınanlara bir sözüm yok. Onlar yapmaları gerekeni yapıyorlar. Fakat millet sevgilerinden, milliyetçiliklerinden zerre kadar şüphe etmeyeceğimiz çevreler bile, belki biraz abartarak, daha önce de, aşağıdaki şekilde ifade ettiğim tutum içindedirler:

“Ben Türk milletini çok severim. Fakat:

1) Onun dilini düzeltmek lâzım;

2) Tarihi biraz sakıncalı, bazı kısımlarını rötuşlamak lâzım;

3) Müziği ve mimarisini elden geçirmek gerekir;

4) Dininde de problemler var.”

Nasrettin Hoca’nın, gagasını ve bacaklarını kestikten sonra leyleğe, “Hah, şimdi kuşa benzedin!” demesini hatırlatan bu tavır, keşke komik olsaydı.

Bu tuhaflığı çözmek için şu kim haklı, kim haksız, kim doğru, kim yanlış çekişmesinin dışına çıkıp, bize benzer başka bir toplum bulunup bulunmadığına bir bakmak lâzım… Ben bulamadım. Varsa da bunu batıda değil, doğuda aramak gerekiyor.

Ben olup bitene daha farklı bir açıdan bakıyorum ve galiba farklı bir soru soruyorum: Bu halkın ve bu devletin ne konuşacağı, tarihine nasıl yaklaşacağı, müzik ve mimarisinin hangi noktalarının reddedilip hangilerinin benimseneceğini, kısaca Türk Milleti’nin ne olduğunu bu insanlar, hangi sıfat ve yetkiyle tartışıyor? Garip olan budur! Demek ki o insanlar, ne olduğumuza karar verirlerse, biz o olacağız: “Muntazır kararına hazır millet!”

Türk entelektüelinin bu hâkimane bakışını birçok alanda görmek mümkündür. “Hâkimane ”den şunu kastediyorum: Diğer ülkelerdeki insanlar meselâ linguist iseler, ilgilendikleri lisanın kelime hazinesini, gramerini ve diğer kurallarını incelerler. “Nasıl?” diye araştırırlar. Bizde dile ilgi duyanlar, “bu dil nasıldır, mantığı nedir” sorularından önce, “Nasıl olmalıdır?” diye sorar ve kafalarına göre değiştirmeye kalkarlar. Bunun için dil bilgini olmaları, hatta dil bilgisi bilmelerinin de gerekmediği kanaatindedirler.

Tarihe bakarken, normal tarihçiler, “ne oldu, nasıl oldu, kimler yaptı, niçin böyle oldu?” diye sorar. Türk “aydın” ı, “olmalı mıydı; doğru muydu, yanlış mıydı?” hatta “yaşasın, kahrolsun” diye değerlendirir. 2006 yılında, “Vahdettin hain miydi?” (her ne demekse!) gibi bir sorunun insanları hop oturtup hop kaldırması bu hâkimane tutumun bir başka tezahürüdür. Bu, tarihi de kafamıza göre değiştirme teşebbüsüdür aslında. Tarihi değiştirmek mümkün olmadığı için tarih kitaplarını değiştiririz. Bunu yapanların da tarihçi olmaları, hatta tarih bilmeleri gerekmez.

Meşhur hikâyedir… Ruslar ilerlerken yüksek politika icabı İsmet İnönü’nün tutuklattığı milliyetçiler Ankara Cezaevi’ndeyken, yine yüksek politika icabı, daha önce, Ruslar çekilirken tutuklanan komünistlerle aynı yerde kalmaktadır. Ankara Valisi Nevzat Tandoğan Cezaevi’ni teftişe gelir ve komünistlere şöyle çıkışır, “Neymiş, komünizmi getireceklermiş! Siz kim oluyorsunuz? Gerekirse biz getiririz!”

Bütün bunların garip, hatta komik olduğunu bugünkü değer ölçülerimizle görüyoruz. Fakat o zamanların insanlarını bugünün ölçüleriyle yargılarsak yukarıda tenkit ettiğimiz “hâkimane” tavrı biz de takınmış oluruz. Sadece “nasıl” a bakalım… Belki o nasılı iyi belirlersek, şimdi ne yapılması gerektiğini, daha da önemlisi ne yapılmaması gerektiğini daha iyi görürüz.

Gerçekten bu millî devlette bir şeylerin eksik olduğunu hissediyoruz. Eksik olan, Gellner’in, “biri diğerinin yerine geçebilen fertler” idir. Tandoğan’ın söylediklerinden anlaşılmaktadır ki 1944’te, bütün Türkler eşit değildir. Bazıları diğerlerine göre çok daha eşittir. Tandoğan da belli ki en eşitlerdendir. Bu tarihten on bir yıl önce yazılıp söylenen Onuncu Yıl Marşı, “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” dese de, 1944 Türkiye’sinde fertler hiç de öyle “biri diğerinin yerine geçebilen” kişiler değildir. Bırakın bir birinin yerine geçmeyi, kasketli köylünün Ulus’tan Kızılay’a geçmesi bile mümkün değildir.

Fikir adamı, dostum Dr. Ömer DÖNDERİCİ, bu tutumu tenkit ettikten sonra, “Artık devlet milliyetçiliğinden, millet milliyetçiliğine geçmenin zamanıdır” hükmüne varır. Dr. Atila DEMİRKASIMOĞLU ’nun yönettiği, Türklük ve Türkiye yararına bir fikir kuluçkası vazifesini gören http://www.turkdirlik.com/ sitesi bu fikri, “Önce millet, sonra millet, en son devlet!” şeklinde sloganlaştırır.

Peki, şu kelimeler iyi, bunlar kötü, tarihin bu parçası şöyle öğretilsin, bu parçasından hiç mi hiç söz edilmesin kararlarını vermeyi kendilerine iş edinenlerin fikir çapları, bilime hâkimiyetleri hangi ölçüdeydi?

20. asrın başında, devletin her yerinden çatırtılar yükselir, Batı’nın emperyalistleri hasta adamın bir an önce ölmesini bekler, mevti hızlandırmak için ellerinden geleni yaparken Türkiye’de hatırı sayılır bir fikir hayatı vardır. Milletin yaşama azminin tabiî sonucu, milliyetçilik yükselmektedir… Fakat bu yükseliş, “harap ve bitap düşmüş” bir toplumda gelişmektedir. Türkiye vücudunun yarısını kaybetmiş can çekişen bir insan gibidir. Anadolu’dan önce Türkleşmiş yurdumuz, Rumeli elden çıkmıştır.

Asrın ilk 22 yılının sonunda, her şey bitti sanıldığı bir anda, Türk yeniden doğmaktadır. Fakat o doğuşun şartlarına bakınız. Çanakkale’de Türk Ocakları’nın nesilleri yok olmuştur. Askerî Tıbbiye ’nin sınıfları yok olmuştur. Zabitlerin şehadeti yetmemiş, Sakarya Zabit Muharebesi’nde, Harp Okulu öğrencileri şehit verilmiştir. Geriye, on milyon nüfuslu, fakat ancak onda biri okuma yazma bilen, bunun da belki onda biri Devlet İdaresi’nde görev alabilecek donanımda bir insan malzemesi kalmıştır. 1924’te kapanan tek darülfünunun ilk üniversite olarak açılması için 1933’ü beklemek gerekmektedir.

İşte bu şartlarda, bu insan sermayesi yokluğunda ilk el atılacak iş millî devletin, eskisinin küllerinden yeniden yükseltilmesiydi. Cumhuriyeti kuran milliyetçiler, başta Mustafa Kemal, yapılması gerekeni, belki bugünkü siyasilerden daha berrak bir şekilde gördüler. İlk iş, Türk Dili’nin ve Türk Tarihi’nin, öğretilmesiydi. Henüz Gellner kitaplarını yazmamıştı ama onlar bunu biliyordu…

Yapılacak buydu ama bu, hangi kadrolarla?

Atatürk’ü, elinde tebeşir, tahta başında gösteren resimleri hepimiz görmüşüzdür. Bu, bir gösteri, bir halkla ilişkiler fotoğrafıdır diye düşünürsünüz. Fakat devrin şartlarını göz önüne aldığınızda, “acaba?” diye sormak gelir içinizden. Tahta başındaki öğretmenliği bilmiyorum ama Mustafa Kemal’in “Geometri” kitabı yazdığını biliyoruz. Bu her halde dünya siyaset tarihinde bir ilktir! Devlet Başkanı, Türk dili için bizzat kendisi kitap yazmak zorunda kalmıştır ve bu kitap gerçekten bir eksiği karşılamaktadır. “Çarpma”, “bölme”, “toplama”, “çıkarma” dan, “üçgen”, “dörtgen”, “açı” ya kadar, şimdi en tabiî rahatlıkla kullandığımız terimler bu kitaptandır.

Bu belki şimdi hoşumuza giden bir hikâye, fakat genç Cumhuriyet’in kadro sıkıntısının da bir göstergesi. Ne var ki, dil eğitimi de, tarih eğitimi de gerekliydi ve acilen gerekliydi. “Muharebe mevcut askerle yapılır”, askerî stratejinin temel ilkelerindendir. Öyle de yapıldı. Ve maalesef, bu mevcut askerlerden bazıları silahlarının hangi ucunun namlu, hangi ucunun kabza olduğunun farkında değildi.[2]

Atatürk devrinden sonra iş bütün bütün çığırından çıktı. Bütün fikir hayatının bir elin parmağı kadar gazete ve bir elin parmağı kadar yazarın güdümünde bulunduğu ortamda Türkçe de Türkçe eğitimi de derin yaralar aldı. Muhalif olmanın sağlığa son derece zararlı olduğu İnönü devrinde, gerçek veya hayâli siyasî desteği arkalarında hisseden dil devrimcileri bilim veya ölçü tanımadan yürüdüler. Züccaciye dükkânına girmiş fil gibi.

Bu tahribatı, Geoffrey Lewis’in kitabının başlığı çok güzel ifade ediyor: “Türk Dil Reformu- Felaketli Bir Başarı”.[3] Lewis’e göre, toplam eğitimi üç yıllık ilkokulla sınırlı Nurullah Ataç, “öz Türkçe” ye en fazla kelime ekleyen yazardır! Lewis bir taraftan reformcuların bilgisizliğini anlatırken bir taraftan da bilime saygısızlıklarını düzinelerce misalle gösteriyor. Lewis, 1949’daki 6. Kurultay’dan, şu olayı naklederek, günün havasını okuyucuya gösteriyor: “Salondan, yeni teknik terimlerin oluşturulmasında uygulanan ilkenin ne olduğu soruldu. Salona hâkim olan mahcup sükûtu sonunda Linguistik ve Etimoloji Komisyonu Başkanı Ali Saim Dilemre bozdu. Dilci değil, fakat dost canlısı bir hekim olan Dilemre artık tahammül edememişti, ‘Arkadaşlar, kem küm etmeyelim. Bizim prensibimiz mirensibimiz yoktu, uyduruyorduk!’”[4] Terimler böyleyken kelimelerde de durum aynıdır. Gerçekten, Soğdca “kent” in niçin Farsça “şehir” den, Farsça “tür” ün niçin Arapça “cins” ten, Arapça “tüm” ün niçin Türkçe “bütün” den iyi olduğunu prensiplerle açıklamak kolay değildir.

Yapılanları, Atatürk’ün “Türk Milleti, dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır” sözüyle savunmak mümkün değildir. En hızlı dil devrimcisi Nurullah Ataç, aslında Türkçe’ yi Latince’ ye dayandırmak, hatta Türkleri Latince konuşturmak niyetinde olduğunu açık açık itiraf etmektedir. Tutulan yolun, aslında Osmanlı zamanındaki bürokrasinin, halkın anlamayacağı bir dil kurma çabasından farkı yoktur. Onlar bu işi doğu dilleriyle yaparak kendilerini farklılaştırmaya nasıl çabalamışlarsa, bu yeniler de Latince, Batı dilleri veya icat edilen bir dille kendilerini farklılaştırma çabası içindedirler. Bir bakıma, yukarıda anlatılan daha eşit vatandaşlar yaratma gayreti… Lewis, Fahir İz’ in kendisine anlattığı bir olayı naklediyor. İz, İkinci Dünya Harbi’nden hemen önce Erzurumlu bir çobana, “Biz Türkler…” der. Çoban derhal cevap verir, “Estağfurullah efendim. Türk biziz. Siz Osmanlısınız.” Çobanın fark etmediği, Cumhuriyetle birlikte Osmanlı’nın bittiği, şimdi Türk’ün piyasasının yükseldiğiydi. Şimdi o “daha eşit” bürokrasinin algıladığı tehdit, “biri diğerinin yerine geçen” fertlerden sayılıp tek düze Türk olmaktı. Çareyi, bir başka türlü farklılaşmakta buldular: Onlar Türk değil, Öztürk olacaklardı. Türkçe değil, Öztürkçe konuşacaklardı. Yapılanların altında yatan birinci kök sebep budur.

İkincisini anlamak için okuyucumun, birkaç yazı önce çizdiğim bir şemayı hatırlamasını isterim. Birikim ve yenilikçiliğin ileri, arkaizm ve “kültür ihtilali” nin geriletici güçlerini… Ataçların ve Dilemre’ nin fotoğrafını sunduğu prensipsiz mirensipsiz uyduranların konumu tam bu “kültür ihtilali-arkaizm” tavrıdır. Arkaizmleri, birçok arkaizmde olduğu gibi aslında hiç bir zaman var olmamış, hayalî bir saf Türkçe devridir. (Her nedense bu saf Türkçe Latince’ ye ve ondan türeyen batı dillerine çok benzemektedir.) Aslında hiç olmamış hayalî altın çağa dayanarak binlerce yıllık bir kültürü yok etmek: Kültür ihtilali. Niçin? Çünkü birikimleri yoktu. O binlerce yıldan habersizdiler…

Dilin millî birlikte temel unsur olduğunu biliyoruz. Sebebi gayet basit: Dil, hem mekân üzerinde hem de zaman boyutunda anlaşmayı sağlayan araçtır. Siz on yılda bir yeni bir dil icat etmeye kalkarsanız, en üstün başarınız, ancak on yıllık bir millet yaratmaktır. Bu nevzuhur milletin çocuklarının büyüdüklerinde, “ben neyim?” tereddüdüne düşmeleri kadar tabiî ne olabilir? Bırakın binlerce yıllık bir edebiyatımızı, Atatürk’ün nutkunu önce sadeleştirmek, sonra sadeleştirilmişini sadeleştirmek ve en sonunda da ikinci suyundan tekrar sadeleştirmek zorunda kaldığımızı anlatırken Geoffrey Lewis’in acı acı gülümsediğini hissedersiniz.

Dil kelimelerden ibaret değildir. Yıkım kelimelerin de ötesine geçmiştir ve insanımız bunu kelimeler kadar açık görememektedir. İsmin halleri Türkçe’ ye hastır. Tamlama ekleri de Türkçe’ ye hastır. Türkçe’ ye has oldukları için de ateş altındadır. “Kapısal tokmak”, “penceresel cam” desem yadırgarsınız. Fakat “anayasal düzen”, “kamusal alan” dediğim zaman yadırgıyor musunuz? Niçin “anayasa düzeni”, “kamu alanı” değil? “Atatürk Cadde”, “Vatan Cadde” kulağınıza nasıl geliyor? Yabancı… Bağlanan eki “i” nin sokak isimlerinden hemen tamamen kalktığının farkında mısınız? Bildiğiniz birkaç sokağın ismini bir düşünün.

Yabancı dillerin boyunduruğu işte böyle gelir…

* * *

Yıkım, çoğu zaman kendilerini ayrıcalıklı kılmak, daha da iyisi gelir sağlamak için yapıldı. Fakat tahribata katılanlar arasında bunu milliyetçiliğin gereği sayanlar da vardır.

Acaba bu hareketin millete, milliyetçiliğe faydası var mıdır?

Şunu belirterek başlayayım… Tarihimizin çeşitli devirlerinde, tıpkı bugün İngilizce kelimeleri fütursuzca cümlelerine yerleştiren ve böylelikle âdî halktan bir çıt yukarıya çıktıklarını hissedenler gibi, ne kadar çok Arapça ve Farsça bildiklerinin reklâmını yapanlar da vardı. Özellikle bürokraside bu çok özel sınıf zaman zaman hâkim duruma bile geçmişti. Fakat Türkiye bunun üstesinden gelmişti. Yakın çağın Nedimi, daha dünün Yahya Kemal’i bunun en güzel misalleridir. Millete dayanma, milletçe okunma mecburiyeti arttıkça, sade Türkçe yazma eğilimi kuvvetleniyordu. Yahya Kemal’in “beyaz Türkçe” si budur… Ataçların, 1980 öncesi Türk Dil Kurumu’nun maaşlı devrimcilerinin yaptığı bundan çok farklıdır. Bir bakıma eskiye dönüştür. Arapça ve Farsça yerine batı dillerini koymak veya uydurmak suretiyle yine milletten uzaklaşan yeni bir dil yaratmak!

Tekrar olacak… Milletin temelinde dil vardır. Dil iki yoldan milleti oluşturur:

1) Milletin nesilleri arasında, zaman üzerinde bağ kurar.

2) Milletin yaşayan bireyleri arasında, mekân üzerinde bağ kurar.

Siz on yılda bir dili, on yıl öncekini anlayamaz hâle getirirseniz zaman içindeki bağı yok edersiniz.

Dünyadaki bütün Türkler, sizinle birlikte kültür devrimine kalkışmadıysa, coğrafya üzerindeki bağlayıcılığı da bitirirsiniz. Avrupa’dan Asya’ya, Türkiye dışındaki Türk ülkelerine gidenler şu acı gerçeğin hemen farkına varırlar: Annelerinin, Türkçesiyle, “anadilleriyle” konuştuklarında anlaşılmaktadırlar. Dışımızdaki Türkler, meselâ Atatürk’ün nutkunu, orijinal şekliyle anlamakta çok güçlük çekmezler. Fakat mevzi yerine “dayanga”, refah yerine “gönenç” derseniz, Tebriz- Erdebil yolunda “modern Türkçe” ile hitap ettiğim bir Azerî Türk köylüsünün bana söylediği gibi “mazeret dilerem, özüm Farsî bilmerem” derler.

Binlerce yıllık Türkçe, kendini beş yüz yıllık İngilizce’ ye karşı rahatlıkla savunur. Fakat on- yirmi yıllık bir Öztürkçe’ nin hiç bir şansı yoktur.

* * *

Bu tablodaki karanlığı ufukta gördüğüm ışıktan bahsederek dağıtmak istiyorum.

Peki, durum vahim mi? Hayır… Tam tersine tahribatın sonuna gelindiğine, hatta zenginleşmenin başladığına inanıyorum. Artık fikir hayatı beş- on kişinin sultasında değildir. Belki yüzlerce yıldır süren Tandoğan sınıfı—evet, en az Osmanlı’dan beri mevcuttur—yok olmaktadır. Şehirleşme ve ekonomik güçlenme yükseldikçe Türk insanı da doğru konuşmaya, doğru yazmaya zorlanacak; bunları yapabilmek için Türk diline hâkim olma mecburiyetini hissedecektir. Bu insanların Türk edebiyatından başka gidecekleri yer yoktur ve Türk edebiyatı, Orkun Kitabelerinden başlar, Yusuf Has Haciblerden, Gazneli Mahmutlardan, Fuzuli ve Bakilerden Yahya Kemallere uzanır. Uydurma kelimler, bu derinliğin içinde kaybolacak mı? Belki bir kısmı… Fakat geriye kalanlar, sonunda, istiridye’ nin aslında içine girmiş bir kum tanesini, bir yabancı maddeyi inciye çevirmesi gibi, Türkçe’ ye ilâve bir zenginlik getirecektir.

Dilde yenilik olur. Dilde yenilik, daha ince anlamların ifade edilmesiyle; eskide benzeri olmayan eserlerin ve üslupların ortaya çıkmasıyla gerçekleşir. Ama bunu becerebilmek için eskinin birikimi gerekir. Şu anda edebiyatımızın bütün cephelerinde yazarlarımızın tarihî edebiyatlarını öğrenme gayretinde buluşmalarının arkasında işte bu ihtiyaç vardır.

Türkiye’de bir yılda yayınlanan edebî veya edebiyat dışı kitapların sayısının artış hızına bakın. Dünya ortalamasının pek gerilerinde olmamıza üzülmeyin; bu, önümüzdeki potansiyelin büyüklüğüne işarettir.  

Dünya ile artan temas, Türkçe’ yi ve Türk edebiyatını da güçlendirecektir. Yıkımın failleri dünyayı iyi bilenler değil, özellikle batıyı üstünkörü görüp “ben artık oldum” zehabına kapılan alaylılardı. Dünyaya yakından bakanlar batılıların dillerinin, edebiyatlarının, doğru yazıp konuşmanın üzerinde nasıl titrediklerini görecektir. Sonra dönüp bizim dilcilerimizden hesap soracaklar: Niye müdahale etmediniz? Niye geç kaldınız?

___________________________________

[1] Daha bir kaç ay önce, Kültür Bakanı, “gelen İranlı turistlere tercümanlık yapacak, bir tane Farsça bilen eleman bulamadık. Hâlbuki üniversitelerimizde 13 Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü var.”, diyordu. Bu değerlendirme üzerinde üniversitelerimizin ciddî ciddî düşünmesi gerekir. Sadece Farsça için değil.

[2] Taha Akyol, benzer bir manzarayı, “Medine’den Lozan” a kitabında, medenî kanun için çizer. Avrupa, medenî kanunun değişmesi için baskı yapmaktadır. Fakat içerde oturup bu kanunu yazacak kadrolar eksiktir. (Akyol sadece zaman kısıtından söz ediyor ama zaman kısıtı kadro kısıtının bir sonucudur, aynı zamanda.) Baskının bertaraf edilmesi için İsviçre Medenî Kanunu, ufak değişikliklerle alınır. Yoksa karar mevkiindekiler, kendi kanunumuzu yazmanın tercih edileceğini gayet tabiîdir ki biliyordu.(Taha Akyol, “Medine’den Lozan’a”, Doğan Kitapçılık, 1998)

[3] Geoffrey Lewis, “The Turkish Language Reform: A Catastrophic Success”, Oxford Linguistics), 2002. Türkçesi, “Trajik Başarı Türk Dil Reformu”, Gelenen Yayınları, 2004. Çeviride “katastrofik ~ felaketli” kelimesi yerine “trajik” tercih edilmiş.

[4] Lewis, zabıtlara girmeyen bu konuşmayı, Nihad Sami Banarlı’nın 14 Mart 1973’te Meydan dergisinde çıkan ve daha sonra Tekin Erer’in “Türkiye’de Dil ve Yazı Hareketleri”ne (İkbal Kitabevi, İstanbul, 1973) iktibas ettiği yazısından almış.

Bir yanıt yazın