Milli Devlet Olma Savaşı, Büyük Türkiye İmparatorluğu’nun yirminci yüzyılda yeni bir zamana ve kahredici bir medeniyet anlayışına karşı direnişi; imkânsızın, yeni bir umut ve güvenişe dönüşüdür. Milli Devlet Olma Savaşı, Büyük Türkiye İmparatorluğu’nun, yirminci yüzyıldan itibaren de yeni zamanlarda yaşama arzusudur. Topun ve tüfeğin yanında, ruhun ölümsüz dövüşüdür; Türkler ’in ve Müslümanların mutlu yarını, medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın bitmeyen korkusudur.

Ve Milli Devlet Olma Savaşı, daha başlarken bir efsane havası içinde başlamış, bir efsane havası içinde devam etmiş ve nihayet milletlerarası bir destan olup yeryüzü milletlerinin yüreğine yerleşerek bitmiştir.

Destanı yaratan da, yaşayan da, yazan da, Mehmetçik’tir. Mehmetçik, Büyük Türkiye İmparatorluğu’nun kuruluşundan bugüne gelen o ulu köprünün temelindeki taştır; ninelerin gözünde büyüyüp hasretleşen bir damla yaştır; barışta görseniz belki eline vurur ekmeğini elinden alırsınız öylesine yavaştır ama savaşta Mehmetçik söndürülmesi imkânsız bir ateştir. Doğan güneş gibi, bakırlaşmış yüzünde bir tükenmez tevekkülle sırdaştır; ak alnında kara perçemleri henüz yirmi yaşındayken dayanılmaz bir çatık kaştır ve Mehmetçik, eskisinden yenisine, ucuzundan pahalısına, ipeklisinden ipeksizine renk renk, nakış nakış Anadolu’mca yayılmış boylu boyunca yumuşak, sıcak, ha dediniz mi sizi hemen saracak bir eski kumaştır.

Böyle bir Mehmetçik, Çanakkale’nin Keçideresi yakınlarında bir köyde yaşamıştır. Çanakkale Savaşı, bütün acılığı ve bütün öldürücülüğü ile devam etmektedir. Ve Çanakkale’nin Keçideresi ’ne yakın köylerden birinde yaşayan Mehmetçik, sakatlığı yüzünden askere alınmamıştır. Uzak top sesleri ve yakın makineli tüfek ateşleriyle kan kusan, ölüm üstüne ölüm yığan, “tek dişi kalmış canavar”, susan ve susuşunda beşeri bir tevekkülün ve maviden yeşile açılan bir inanışın sabrıyla bekleyen Keçideresi ‘ne yakın köydeki Mehmetçik’i taa yüreğinden vurmaktadır.

Keçideresi ‘ne yakın köydeki sakat Mehmetçik, gerçi köyde olmasına köydedir ama gönlü, köyün ve Çanakkale’nin ve inceden akan Keçideresi ’nin çok ötesinde, tek dişi kalmış canavarın topuyla ve tüfeğiyle bile erişemeyeceği; dokuz kat mavi göklerin bittiği, yedi kat yağız yerlerin başladığı yeşilin ve mavinin birbirine karışıp harman olduğu bir yerdedir; el açmış huzurdadır… Duadadır, mâsivâdadır.

Birden bir şey olur; gökler ve yerler birbirine karışır sanki. Yeşil ve mavi, bir fırdöndü hızında dönüp durulur, inceden akan Keçideresi ‘nin üstünde bir köprü kurulur; köprünün üstünde bir dağ gibi Mehmetçik vurulur. Vurulan o dağ Mehmetçik, bu sakat Mehmetçik’in ağasıdır. Vakit öğle vaktidir; cephe gerisindeki bütün yurtta göğe beş vakit minarelerde okunan ezanların vaktidir. Geriden, çok geriden; topun ve tüfeğin seslerini yok edip eriten ezan sesleri duyulur. Ve bir ân gelir, göz açılır ama daha kapanmadan, vurulan o dağ Mehmet’in hesabı sorulur. Bir bölük, köprüden, düşman üstüne, sanki savrulur.

Vakit öğle vaktidir dedik… Mehmetler açtır. Bu yanda kaynayan bakla çorbası bu yanda kalmış Mehmetler öte yana, görülmesi gereken bir hesap için uçmuştur. Ve tek dişi kalmış canavar, topunu, tüfeğini, Keçideresi köprüsünün üstüne çevirmiş, durmadan kusmaktadır. Köprü, Sırat Köprüsü’dür sanki… Geçilemez; çorba o yanda kalmış… İçilemez; bir ekin gibi altın başaklar halinde Mehmetler öte yanda… Biçilemez.

Ama bir şey yapmak da gerektir, böyle bir havada ne yapılacağı pek seçilemez ama birden, köprünün bu başında bir sakat, er mi asker mi olduğu belli olmayan fakat bir yiğit yürüyüşlü, sakin biri belirir. Bir barut dumanı içinde, düşte gibidir; Hızır sanılır… Hızır değildir. Omzuna bir sırık atmış, sırığın iki ucunda iki karavana bakracı, sakat, fakat yiğit adımlarla köprüde ilerler. Tanıyanlar en sonunda: “Bu o!” derler. Keçideresi yakınlarındaki köyün, köprü üstünde nöbetteyken vurulan şehit ağasının sakat Mehmet’i. Ölüm kusan canavarın topuna, tüfeğine aldırmadan, yüzünde tebessümlerin en güzeli ve gözünde en deli, en amansız bir umut.

Öte yanda, bölük komutanı, bu yanda tabur kumandanı bar bar bağırır: “Koş… Vurulacaksın… Yere yat!”

Fakat sakat Mehmet hiçbir şey duymuyordur. Her adımda biraz daha öte yana ulaşır; her adımda, tek dişi kalmış canavara meydan okur ve bakraçları, bakraçlardaki bakla çorbasını taşır, getirir, teslim eder. Bölük komutanı şaşkın, Mehmetler şaşkın… Tek dişi kalmış canavar, kudurmuş ama şaşkın.

Çorba dağıtılır Mehmetlere… Ve bölük doyar. Sonunda, komutan sorar sakar ere: “Niçin koşmadın? Ölecektin!… “

Sakat Mehmet, yüzünde yeşilin ve mavinin sükûnetiyle gülümser: “Koşsaydım, bakraçtakiler dökülecekti. Dökülünce bunlar ne yiyecekti ki?”

Türk İslam Efsaneleri,  Sayfa : 179-180-181

Bir yanıt yazın