Mahmud ve Ayaz isimleri, Büyük Türkiye İmparatorluğu’nun Gazneliler halkasıda, o zaman da gönüller derinliğince yaşamış, bu gün de uzak ışıltılarıyla ışıl ışıl ışıldamıştır.
Geçmiş günlerin ışıltılarında Mahmud ve Ayaz isimleri, bir büyük başbuğ ile bir kölenin dost pırıltıları olarak parlar. Bir hükümdarın yıldızındaki ışığı bir köle tutuşturur, yakar, cihana doldurur ve ışık, zamana doğru akar, bu güne kayar.
Yıldızın tutuşması bir öğle vakti olur. Mahmud, bizim bildiğimiz Gazneli Mahmud değildir henüz. Ve Gazne Samanoğulları’ndan Sebük Tigin’e daha yeni dönmüştür. Efsane bize, Gazne şehri Sebük Tigin’e dönse de dönmese de yıldızın yanacağını söyler. Karşı sırtlarda, der, Gazne’nin Kuzey Doğusu’nda Kabil’e açılan dar boğazların yamaçlarında bir çoban davar gütmektedir. Koyunlar bir kıyıda, keçiler, haşarı ve hoyrat, tepelerde… Ve çoban köpeği bir gözü aralık, bir gözü açık yarı uykudadır. Vakit öğledir dedik, mevsim yazdır; dağların dorukları beyaz beyazdır. Uçsuz bucaksız gibi uzayan yayla bir gönül dolusu açılmış ama, ölçü gönül olunca çoban için azdan da azdır.
Çobanın adını da söyleyelim: Ayaz’dır.
Ufacık, boncuk siyah gözleri, bunca dağları ve tepeleri nasıl alır içine bilinmez ama, Ayaz’ın göz bebekleri, henüz onbeş yaşındayken bile dağlardan ve tepelerden de öte, daha ulu değerlere açılmıştır; sanki sonsuzdur. Kaşlarında bir hilâl eğilip bükülür yeni doğmuş gibi ama uykusuzdur. Ve dudaklarında öylesine bir tebessüm… dostluğa susuzdur.
Günlerden Cuma’dır. Aşağıdan Gazne minarelerinden selâlar verilmekte yukarıda dağlar, taşlar, kayalar, selâlardan yankıdadır. Yayladan geçip boğaza inen dar patikanın sağ yanındaki çayırda Ayaz namaza hazırlanmaktadır. Çoban kepeneği henüz sırtında, o hiçbir zaman unutamayacağı çarıkları ayağındadır. Birden bir dört nal gümbürtüsü yaylayı doldurur. Yüzlerce atlı, yaylanın bir ucundadır. Görünmeleri ve Ayaz’ın yanına gelmeleri bir olur; Ayaz’ın yanında geçip gitmeleri de. Dar boğaza inen dar patika, yıldırım atlıların at nalındadır. Az sonra Gazne, sahibinden çıkmıştır; artık yeni atlılarındır; kader, nazlı bir yıldız gibi Gazne’nin alnındadır. Takvim 977 yılındadır.
Fakat atlılar Ayaz’ın yanından geçerken kimsenin görmediği bir şey olmuştur. Bir genç vardır atlılarla giden en öndekinin yanındadır. Henüz on beş yaşındadır. Gençlik pırıl pırıl at sırtındadır. Derken, tam Ayaz’ın ve davarların yanında geçerken, öndeki gencin kuşağında sokulu duran dolu kese düşüverir. At sırtında gelmenin, dört nal uçuvermenin ve Gazne’ye girmenin güzel sarhoşluğu içinde kimse kimsenin, kimse düşen kesenin farkına varmamıştır.
Atlılar geçer, atlılar gider. Atlılar far boğazdan Gazne’ye iner. Ayaz namazını kılıp bitirir. Neden sonra, davarının yanına giderken keseyi görür. Kesenin üstü de inci işlemelidir. Bir genç kız parmağı, belli ki, bütün gönlüyle bu işlemelerdedir. Kesenin içinde ise çil çil altınlar. Sanki bir genç kızın yüreği, altınların sarı yumuşaklığındadır.
Ayaz, ilkin keseye aldırış etmez, olduğu yere bırakır. Fakat sonra duramaz, alır; davarı bir gölgeliğe çekip yatırır, çoban köpeğine sürüyü emanet eder. Dar boğazın dar patikasından Gazne yoluna düşer.
Kesenin sahibi olan genç, yirmi yıl sonra Gazneli Mahmud olup tarihe yerleşecektir. Fakat o an, ne Ayaz, ne de Mahmud yarını ve gencin yerleşeceği tarihteki yeri düşünecek durumda değillerdir. Zaman dediğimiz sırça kubbede binde bir esen sırlı bir yel, inceden esmede, Ayaz’ı da, Mahmud’u da gözbebeklerinden alıp yüreklerinden, ipek yumuşaklığında, bir birine ilmiklemektedir. Efsane, bir sultanla, bir çobanın yıllar sürecek dostluğunu, zamanı ve mekanı aşan arkadaşlığını o ana bağlar.
Zaman, sırça kubbesinde ağırdan ağıra döner; günler günlere eklenir; güneş, iner, çıkar, doğar, batar. Takvim gelir 997 yılına dayanır. Mahmud, Sultan Mahmud olarak anılır. Ve Ayaz, Gazneli Sultan Mahmud’un en yakını diye tanınır, en yakını diye bilinir.
Saray bu. Bütün saraylar gibi Gazneli Sultan Mahmud’un sarayı da, göze girme, bir post edinme sevdasındadır. Birbirlerini kötüleme, önde gideni düşürme, yerine geçme yarışındadır. Ayaz’ı bu bakımdan çekemezler. Fakat Sultan’ın gölgesi gibi, adeta kendisi gibi olan bir adamı da kötülemek, gözden düşürmek kolay değildir. Hele Ayaz gibi birinin, sütten ak, güneşten parlak bir açıklıkla yaşayan bir kişinin gözden düşürülmesi imkansızdır. Ama, yine de denenir. Suç yoksa bile bir suç icad edilmelidir. Bu suç bulunur da.
Ayaz, Sultan Mahmud’un meclisinden fırsat buldukça, halvetinden kurtuldukça, sarayın izbe bir köşesinde, kilit kilit üstüne vurulmuş bir odaya girip saatlerce kapanmakta, neden sonra dışarıya çıkmaktadır. Şom ağızlar hemen açılır, iftiralar dört bir yana saçılır, dedikodu içten içe yayılır. Sultan Mahmud’a, bir sürü yalancı ağız, yüze gülücü dudak, yirminci yüzyılın dalkavuklarından beter dalkavuk yüz iftiraları yetiştirir: “Ayaz, Sultan Mahmud’dan gizli para biriktirmektedir. Ayaz, Sultan Mahmud’a itimat etmiyor. Ayaz, Sultan’ın ihsanlarını Sultan’ı devirip yerine geçmek için saklıyor… Hem de kendi sarayında…”
Hiç birine inanmıyor Sultan Mahmud. Hiç birini ciddiye almıyor. Ama yine de içinde bir kurt kıpırdanıyor. Bir gün, Ayaz yokken kapıyı kırdırıp baktırıyor. Oda, bomboştur. Oda da çıplak bir dört duvar ve köşesinde bir çoban kepeneği içinde adam varmış gibi duvara dayalı duruyor. Kepeneğin eteğinde bir çift çarık…
Şaşırıyorlar. Hazineler beklenirken bir boş kepeneğe ve yırtık çarığa inanamıyorlar. “Büyü” diyorlar; “Sihir” diyorlar; “Cin işi, şeytan işi” diyorlar. O sırada Ayaz geliyor. Artık göz bebekleri on beş yaşında değildir ama daha derin, daha uzak, fakat daha dosttur. Yüzündeki tebessüm daha sıcaktır. Hiçbir şey sorulmadan o dost gözleri ve sıcak tebessümüyle konuşur: “Evet bu oda benim sırrımdır” der; “Ben bu odaya günde bir kere girer ve şu kepenek ile çarığa bakıp eski günlerimi düşünürüm. Bu çarıkla bu kepenek beni bu mevkie getirdi; Sultan’ın dostluğunu ve sevgisini kaybetmemek, haddini bilmek, halime şükretmek için çarık ve kepeneğe muhtacım; eski günlerim gelecek günlerimi ayarlamazsa nasıl yaşayabilirim ?”
Türk İslam Efsaneleri, sayfa 186-187-188-189