Emine Işınsu’nun ”Çiçekler Büyür” adlı eserini okudum. Okurken, neredeyse her satırında aklıma gelen ve aklımdan hiç çıkmayan ülkücü bir şehit vardı. Romandan çıkardığım ders hayli fazlaydı lakin beni meşgul eden, düşündüren hep o şehit idi.
”Kolum yastık olsun siz bozkurtlarıma
Yolunuzda ölmek onur veriyor” demişti. Ölmeden önce, bir mısra ile dillendirmişti şehadetini…
”Ben bir Türk anasıyım, Mürüvvet adım
Tarihteki Kara Fatma olaydım
Evvelallah ülkücülük muradım
Çağrınıza gelmek onur veriyor” dörtlüğü ile bize, ”ülkücü” duruşun saf, duru halini gösteriyordu. Mürüvvet Kekilli! Rahmet olsun…
Romanın neredeyse her cümlesini hissede hissede, romanın içine bir karakter gibi girermişçesine okumamın sebebidir Mürüvvet Kekilli… ”Elvan Çiçekleri” adlı türküyü dinlerken, gözyaşlarıma hakim olamayışımın sebebi de ”Çiçekler Büyür” adlı eserdir.
İlay, bu toprağın çiçeğidir. Köküyle, suyuyla bu toprağa aittir. Rengiyle, güzelliğiyle ise gurbettedir. Mücadelededir. Romandan çıkardığım derslerden biri; İlay, bu toprağa ait olduğu için rengi de kokusu da bu topraklara sinmiş olduğudur. O koku ise, bütün cihana bedeldir. Onun için, çiçekler topraktan beslenir, insanlar tarihten…
Çiçek ve İnsan
”Daha su lazım… dedi… Su, toprak hatta gübre lazım.” cümleleriyle çiçeğe verilmesi gerekenler bahsedilmektedir. Peki bahsedilen mesele, çiçek midir? Durmuyor, ekliyor ardına sorulamızın cevabını Emine Işınsu.
”Eksik doğmuş çocuklar, diyorum, başka türlüsü mümkün değil çünkü, onlar bir şeylerden yoksun doğdular. Hür düşünceyi kafalarına sığdıramayışları bu yüzden. Görünmeyen zincirlerinin sessiz gürültüsünü işitmezlerse, yaşamaları imkansızlaşır.”
Meselemiz, insandır. İnsana su, toprak, gübre lazımdır. Eksik doğmamızın sebebi; toprağımızın, suyumuzun değişmesindendir. Hayır… İnsanımızın değişmesindendir. Gübrenin tabii değil, sunileşmesindendir. İnsanı insan yapan değerlerin unutturulmasındandır. Tarihin saptırılmasından, insanlarımızın ise kanaatsizliğindendir. Birbirimize tahammülsüzlüğümüzdendir. İnsana su, eğitimdir. Toprak, iktisattır, itidaldir. Gübre ise, sevgidir. Bu üç mesele, şuanki içinde bulunduğumuz toplumun yarasıdır.
Meselemiz, çokluktan birliğe varamayışımızdandır. Her bir farklı rengin bulunduğu renk kümesini, aynı gayeye hizmet için yakamayışımızdandır. Çokluktan birliğe ulaşamaz isek düzen değil, kaos ve karmaşa oluşacaktır. Yahya Kemal ne güzel diyor; ”Sizsiniz bu ânı ışıklarla Türk eden”… Her bir rengin farklılığı, bir arada iken güzel görünür. Bir hayale sürükler, ideal yükler. Bu farklı renklerin cümbüşüdür Türk denilen… Çoklukları bünyesinde eriten, güzelleştiren… Başkasının olan, bu toprakların olmayan sistem ve kanunlarla, bizim olan töre ve geleneklerimiz birliğe götürmez bizi. Çokluğa, kaosa iter. Neticede oluşan ise irfan değil, inkardır. Anneyi inkar, babayı inkar… Yaşadığı toplumu inkar… Tarihini inkar… İnançlarını inkar… Bu, düzen getirmez, kaos ve kargaşa getirir. Amaç, insanların sahip olduğu farklılıkları düzene sokmaksa, bunun yolu, birbirimize tahammül ile ve birbirimizi sevmekle mümkündür. Emine Işınsu sesimizi duyar gibi, düşüncelerimize ardı sıra cümleler ekliyor ; ”… insana sahip olmak da yetmiyor. Sahip olduğu şeye katkısı bulunsun, o şey katkıyla gelişip, kıymetlensin istiyor. İşte o zaman öze güven dolayısıyla saygı başlıyor.”
İnsan, kendisini tanımayınca, özünü bilmeyince zıtlıklara sürükleniyor. Bu zıtlıklarla boğuşarak, kendine bile tahammülsüz hale geliyor. İnsan, kendine tahammülünü kaybedince, diğer insanlara sevgi ve tahammül neye hacet… Duyarsızlaşıyor. Bu tahammülsüzlük ve duyarsızlık ise, bize kanaati unutturuyor. Kanaat… Kanaat, bize hem itidalli olmayı söyler hem de düşünmeyi. Hem şükretmeyi hem tefekkürü… Kanaatsiz ve tahammülsüz toplum, medeniyet hamlesini gerçekleştiremez. Zira, tahammülünü kaybederek asabiyyesini unutacak, kanaatini unutarak kültürünü ve şükrünü kaybedecektir. Tahammül kaybedilir, kanaat ise unutulur. Yani, zihniyetin değişmesiyle kanaat unutturulur. Kendini kaybeden toplumları, başkaları sahiplenir. Kendisine sahip olamayan iradesiz toplum, sorumluluklarını bilemez ve sevgisini, saygısını hatta itibarını kaybeder.
İnsanın duyularıyla anladığı kavramlar ile şuuruyla anladığı kavramlar arasında çatışma vardır. Bu çatışmada, zeka ile içgüdü aynı anda, aynı yöne hareket etmektedir. Zeka, içgüdüyü aştığında değişim ve yenileşme oluşmaktadır. Zeka, içgüdüyü aşamazsa kavramları tahlilde içgüdü, zekayı frenler. İnsan, bu çatışmanın içinden, ancak şuuruyla hareket ederse kurtulur. İradesini ortaya koyarak, sorumluluk sahibi olmaya çalışır. İnsan-ı kamil olma yolunda ilerler. Romanda İlay, etrafında yaşadığı olay ve olguları yahut kabukları şuurunda tahlil ederek, kendini sorumlu hissetmektedir. Bu sorumlulukla, milletinin geleceğini kendine vazife etmektedir. Milleti için mi sadece, hayır, haysiyet ve şahsiyeti için…
İlay, dedesinden öğrendiği özlem ve birikimi, her an şuurundan geçirerek; sorumlu olduğunu hissede hissede kendini mücadeleye veriyor. Bu mücadele nitekim, aslına olan mücadeledir. İnsan haysiyetine yakışanla yakışmayanın mücadelesi… Bir insanın tek başına neler yaptığını ve yapabileceğini göstererek… Bunları yaparken dedesini hafızasında yaşatıyor ve aynı zamanda kültürünü yaşama gayretinin mücadelesini veriyor. İnsanın haysiyet ve şahsiyetine önem vermeyen kaosu; ”birlik” için yıkmaya, yaratılışının özü itibariyle yani insanca yıkmaya çalışıyor.
”Eksik doğmuş çocuklar” diyor Emine Işınsu. Bu cümle, bizlere ders verecek mahiyettedir. Eksik doğmuş diyerek, şuurumuzu eksik kullandığımızı düşündürmektedir. İnsan, şuurunu yakalayamazsa eksiktir ve günümüzdeki gibi makineleşecek, kesirleşecek veyahut birimleşecektir.
Toprak ve Tarih
”Toprak… ha! Sahibi uğruna her bir şeye katlanabilen bir dişi köledir, onu iyi bilirim. Beslenmek ve doymak ister, ötesine aldırmaz.” cümleleriyle dikkatimizi çekiyor, Emine Işınsu. Toprak beslenir, doyar. İnsan beslenir, doyar ve düşünür. Sorumluluk alır. Toprak kendine verileni alır ve doydu mu, verir. İnsanla toprağı ayıran, insanın düşünmesidir ve sorumluluk almasıdır. Düşünerek sorumluluk alıp ve neticesinde meyve vermesidir. Toprak, kimin elindeyse ona esirdir. O ne isterse toprak, onu verir. İnsan ise esareti kabul etmez. İnsan sadece Yaradan’ına esir olması sebebiyle hürdür zaten. Mutlak ve Hür Olan’a esir olmakla hürriyetimizi elde ederiz. Yetmiyor ve bu düşüncelerimizin ardına ekliyor cümlelerini Emine Işınsu;
”Kayalardan, taşlardan, köklerden ve ayrık otlarından yavaş yavaş temizlenen toprakla aramda, farkında olmadan bir benzerlik kurmuştum.”
İnsan da özüne sahip olabildiği sürece, kendisinin farkına varacaktır. Etrafındaki kabukları, yabancı unsurları ve insana insanı unutturan olay ve kavramları özünden temizleyebildiği sürece, şuurunu hareketlendirecek ve iradesiyle vazife alacaktır. İnsan, kendine yabancı olandan kurtulmalıdır. Bu topraklara ait olmayan anlayış, bu topraklara merhem değil, zehir olacaktır. Bu topraklara ve bu toprakların insanına yakışmayan her ne var ise, tarih, bunun tüm insanlığa da yabancı olacağını göstermiştir ve hala göstermektedir. İnanıyorum ki, bize ait olan anlayış ile hizmet etmenin, insanlığa hizmet etmekle arasında bir fark yoktur. Yahya Kemal ne güzel ifade etmektedir; ”Cihan, vatandan ibarettir itikaadımca”… Bu mısrada; nizam-ı alem var, ruh var, vücud var. Hasret var, ülkü var, aşk var. En nihayetinde vuslat var. Bu vuslat ki, bizim ülkümüzdür. Bu topraklardaki birliğin, cihan birliğine varmasıdır. Gönül birliğimizin akıbeti, vatandan cihana yayılacaktır. Onun içindir ki, insanımızın haysiyetli ve şahsiyet sahibi olması lazımdır. Zira, şahsiyet, insanı başkalarından ayırırken; haysiyet, insanın kendine verdiği değeri, anlamı ifade eder. Bu yüzden tarih, insanımızın kendisini tanımasını, bilmesini ve bulmasını ister. Tarih, insanın sorumluluk sahibi olursa, toprağa da sahip olabileceğini söyler. İnsan, vazife sahibi olmalıdır. Bu, insanın kaçınılmaz gerçeğidir. Ölümün de bir başka gerçeğidir. Kültür ve medeniyet, insanın ölümü bilmesinden kaynaklıdır ve insanın kendini arama çabalarının tezahürüdür. İnsan, tarihe bu duyguyla eserini söyler. İşte doğum ile ölüm arasında; tekerrür mü-tekamül mü kavgası, insanın gerçeğini zıtlıklara sürüklemektedir. Oysa ki insan, duyularıyla şuuru arasında bir köprü kurup; zıtlıkları özünde eriterek, iradesiyle vazife alabilseydi, insan-ı kamil olabilecekti. Tarih, bize, bu demir gıcırtıları arasındaki insanlığa, bir ses olamamız gerektiğini söyler ve bunu bizden bekler.
Sonsöz niyetine; Muntazam Ailesi’ni bilir misiniz? Özet olarak size, Muntazam Ailesi’ni anlatmak isterim. Ağutos 1970’de Dündar Taşer ağabeyden okudum. Memduh Muntazam Bey’in işyerindeki görevini ve ailesini ele alan bu yazı ve anlatılanlar hala daha yaşanmaktadır. Yazıda; Memduh Bey ve ailesinin, müdür beyin övgüsüne mazhar olmanın verdiği mutlulukla sinemaya gittikleri ve pazar gezmelerine çıktıkları anlatılmaktadır. Memduh Bey’in düzenliliği ve titizliğinden bahsedilmektedir. İyi, mutlu ve huzurlu bir hayat için çalışmaktalar ve sorunsuz zamanlar geçirmektedirler. Halbuki, bu ailenin meseleleri yoktur. Var oldukları için değil, varlıklarını bildirmek için verilen mücadeleden bahsedilmektedir. Bu aile, şuurlu olmak yerine, ”ben de varım” demek için mücadele vermektedir.
Dünyaya gelme sebebimiz; doğup, büyüyüp, meslek sahibi olup, patron veya müdüründen övgü alıp ve emekli olup, ölümü beklemek için değildir. Dünyaya geliş sebebimiz, meselemizdir. Gayemizdir. Vazifemizdir. Allah’ın rızasına kavuşma gayesidir. Ne yazık ki; ailenin hayalleri ve gayeleri yoktur. Hakikati incelemez, özü bilmezler. ”Azıcık aşları, kaygusuz başları” vardır. Bu anlayış ve zihniyetin, bizi zıtlıklara sürüklediğini artık görelim. Kendimizi tanımamanın, kendimize yabancılaştırdığını artık fark edelim.
Vazife, şecaat ve sorumluluk sahibi insanlar olmamız duasıyla… Allah, Dündar Taşer’den, Mürüvvet Kekilli’den, Ahmet Arvasi’den ve Emine Işınsu’dan razı olsun…