Ülkücü’nün kültür ve inanç kaynaklarının üçüncüsü, “Türk Töresi”dir. Ailenin ve toplumun sahip olduğu töre, fikir ve davranış kalıplarını geliştirir. “Onun içindir ki töre konuşunca Hakan bile susar.” Zira Töre, Türk milletinin binlerce yıl yaşanan tarihi tecrübelerinin ve inançlarının yazılı olmayan İlahi kaynaklı kanun manzumeleridir. İlk gençlik yıllarından başlayarak sonraki yıllarda devam eden tanıma ve öğrenme süreci, dış dünyadan edinilen bilgilerle iç dünya (ruh haleti) gelişir.

Fikirler ve davranış kalıpları zamanla değişebilir, ancak bir ömür boyu insanı takip eder. Bu adeta “kişinin bilgisayar yazılımı veya programı” haline dönüşür.

Ahlakî değerler; bu kaynakların dördüncüsüdür. Ülkücü, ahlakî değerlerinden asla vazgeçmez, taviz vermez. Aksine, ahlak kurallarının önce kişileri, sonra toplumu olgunlaştırmasını teşvik ve taltif eder.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa (sav): “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” sözünü hiç unutmaz ve “Bu gaye insan, ufuk Peygamber”in ahlakını yaşamaya çalışır. Zira Cenab-ı Hakk’ın ve Kuran’ın emrettiği ahlâk bu peygamber ahlâkıdır.

Ülkücü, ahlâkıyla aynı zamanda adalet, hamiyet, basiret, feraset, fazilet, gayret, fedakârlık ve ilh hasletlerine sahip bir diğer-kam olur.

Ülkücü için: “İnsan yüreğini asıl cezp edenin güçlük, feragat, fedakârlık, şehitlik, ölüm gibi kavramlardır. Onun içindeki hayat verici ateşi bir kere tutuşturdunuz muydu, bütün aşağılık hesapları, beşeri zaafları yakıp kül edecek aleve kavuşacaksınız.”

Ülkücülük; Türk Milliyetçiliğinin ahlakıdır, vicdanıdır.

Ülkücü için, “İstenen dünyevi ve beşeri mutluluk değil, ondan çok daha yüce bir değerdir.” Bunu en zevk düşkünü en gayesiz görünen zümrelerde bile “şeref anlayışı” ve benzeri kavramlarda bulmak mümkündür. Bir yüce gayeye kaba iştahları, aşağılık arzuları kışkırtarak değil bütün gönüllerde yatan kahramanlık duygusunu uyandırarak ulaşılabilinir. Yürekten bağlandığımız ve onunla zamana ve sonsuzluğa meydan okuduğumuz yüce dinimiz İslam, Allah ve Resulünün davası diye adlandırdığımız Türk İslam ülküsü yegâne davadır.

Ülkücü, Türk milletinin tarihi ve kültürel mirasının ışığında aklın vahye tabi olmasıyla birlikte yüce kitabımız Kuran’da defalarca zikredilen : “Düşününüz, aklediniz, aklınıza danışınız.”  Emr-i ilâhisine uymanın bir sonucu olarak kendi milli ve tarihi karakterine de en uygun yolu İmam-ı Âzam Ebu Hanife ve İmam Maturidi çizgisini benimsemiş ve bunu (ehl-i sünnet vel cemaat ) diye adlandırmıştır.

Ülkücü için: “Kültür toplum hayatının belli bir iman çevresinde gerçeklemesidir. Bütün cemiyetlerde, hayat bağlı olunan iman manzumesine göre belli bir üslupta gerçekleşir ki, maddesi ve üslubu ile kültür budur. Her medeniyet açılışı, yeni bir iman hamlesinin veya tazelenmesinin eseridir.

Hayatı, yani kültürü yapan şey amellerimizdir; amellerimiz anlam kazanan bütün hareketlerimizdir. Hareketlerimiz ise yönünü ve ölçüsünü imandan alır, anlam kazandıran imandır.

Her toplumda potansiyel olarak mevcut olan hayat enerjisi, bir iman hareketiyle sosyal gerilim halinde ortaya çıkar. Bu toplumun motive edilmiş hareket gücüdür. Medeniyetleri kuran bu gerilim, yıkılışına sebep olanda bunun zayıflamasıdır. İmanın şiddeti ve muhtevası medeniyetin gücünü ve üslubunu tayin eder.

İmanın güçlü olduğu dönemlerde bu dönemin devlet hayatındaki tezahürü tam bir adaletin hâkim olmasıdır. Adalet; ölçülerini, iman edilen dünya görüşünden alır; hukukun üstünlüğü ve hukuka bağlılık şuuruna dayanır. Bu durum fert planında da ahlakilik, ahlak kurallarına bağlılık olarak tecelli eder. Ateşli dönemlerin insanı, iman edilen dünya görüşünün belirlediği ahlak ile ahlaklanmıştır. Ve amelleri bu ahlakın temellerine göre tezahür eder.

“… Medeniyetleri kuran güç toplumların disipline edilmiş -belli bir dünya görüşüne iman etmiş-  sosyal gerilim olarak beliren ruh güçleridir…”

“Medeniyetler, amellerle kurulur”. Onun içindir ki, tarih boyunca, “Allah, bizi amel-i salih kullarından eylesin.” diye dua ederiz. Amel-i salih bir kul, dünya ve ahiret saadetini kazanmış demektir. Amel-i salih şahsiyetlerden müteşekkil bir cemiyet de yeni bir medeniyeti inşa edecek yüksek bir iman hamlesine, gücüne sahip olur.

Türk tarihi, sanatı, şiiri, edebiyatı, musikisi; Ülkücü’nün kültür ve inanç kaynaklarının beşinci sırasında yer alır.

Bunun ilk izlerini, tarihte Türk adını yazılı belgelerde ilk kullanan Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın çağlar öncesinden sonsuzluğa haykırışının ifadesi Milli Devlet, Milli Kültür, Milli İstiklal, Kerim Devlet, Sosyal Devlet, Kültür Emperyalizmi kavramlarını Bengü taşlara kazındığı Orhun Kitabeleri’nde bulur.

Göktürk Hakanı Bilge Kağan:

“Ben, göğe benzer Tanrı tarafından mevcut olmuş/yaratılmış Türk Bilge Kağan Sözümü baştan sona işit! Sağlamca dinle:

“… Çin Milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp, uzak milleti öylece kendilerine yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi ve bilgili kişileri, iyi ve cesur kişileri ilerletmezmiş. Çinlilerin tatlı sözüne, ipek kumaşına aldanıp Ey Türk Milleti, öldün; Türk Milleti öleceksin!

Türk Beyleri, Milleti, bunu işitin!

Türk Milleti’ni diriltip nasıl devlet sahibi olacağını buraya hak ettim/vurdum. Yanılıp nasıl öleceğini yine buraya hak ettim/vurdum-yazdım. Her ne sözüm var ise bu ebedi taşa vurdum. Ona bakarak bu sözleri öğrenin.

Türk Beylerim, Türk Milletim!

Kağanından, Beylerinden, Vatanından, suyundan ayrılmazsan, Türk Milleti iyilik göreceksin, evine gireceksin, dertsiz olacaksın…

Ben, Göğe benzer, Tanrı’nın yarattığı Türk, Bilge Kağan!

Çıplak halkı giyimli kıldım, fakir milleti zengin kıldım, az milleti çok kıldım. Türk Milleti’ni düşmansız kıldım.

Ey Türk Oğuz Beyleri, Türk Milleti işitin!

Üstte Gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe Ey Türk Milleti, İlini/ devletini, töreni kim yıkıp bozabilirdi?” diye asırlar evvelinden istikbale seslenmektedir.

Aynı fikir ve muhtevayı, millî şuuru 20 Ekim 1927’de milli mücadelenin başkomutanı Gazi Mustafa Kemal:

“Ey! Türk Gençliği

Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir” hitabıyla başlayıp aynı şuurla:

“Ey Türk istikbâlinin evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” sözlerinde de bulmak mümkündür.

Yine 1970’li yıllarda ülkücü hareketin lideri Alparslan TÜRKEŞ’ in:

“Ben Türk Milleti’ni, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvet ve hile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlâktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslâm ahlâk ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak yolu, hakikat yolu, ALLAH YOLU’ na çağırıyorum.” dediği gibi Ülkücülüğün davası Allah ve Resulü’nün davasıdır.

12 Eylül’ün cellâtları bir Ülkücü nesil idam sehpalarına gönderip, un ufak ederken devlet başkanına yazdığı mektupla “Bu Ülkücü gençleri ben yetiştirdim. Türk Milliyetçiliğini sanık sandalyesine oturtanlar tarih ve millet önünde mahkûm olacaklardır.  Allah’tan başka hiç kimseden korkum yoktur.” deyip sonra da  “Mamak’ta sanık olamadım bari avukatları olayım.” deyip, sandıktaki avukat cübbesini çıkarıp tam yedi sene yaz kış demeden yağmur, çamur demeden dondurucu soğuklara, kavurucu sıcaklara aldırmadan, zayıf bedenine inat mangal gibi yüreğiyle Mamak yollarında ömür tüketmek, içerdekilere sevgi, şefkat, sabır ve umut taşıyıp geride kalanların gözyaşlarına mendil olabilmek, “Galip ağabey” olabilmektir.

Ülkücülük, “Ben, namlusu milletime çevrilmiş tanka selam durmam.” diyebilmek, Mamak’ta zindanlarında üşümek;

“Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin

Dönersem kahpeyim millet yoluna azimetten.” deyip, mahşeri andıran karlı, boranlı bir havada Keş Dağı’nın doruklarından çok özlediği sonsuzluğa kanatlanan “Muhsin” olabilmektir.

Ülkücü, Türk Milleti’nin derin şuur altında, büyük devlet olma özleminin daima var olduğuna inanır. Onun içindir ki, Gaziantep’teki bir Türkmen kocası; “Kitap’ta yeri var, Türk Milleti yeniden cihangir olacaktır. Buna inanmayan kâfir olur” demiştir.

Ülkücü için (MarcollBrion’un Hunlar Tarihi, s:43) “Şark’tan Garb’a doğru uzanan Oğuz fütuhatı Kore ve Japon denizinden başlayıp Rusya’nın Volga nehrine kadar uzayıp gitmiş ve 26’dan fazla Krallık arazisini kaplamış diye anlatılan Oğuz Kağan’ın “daha çok dağ, daha çok deniz diye haykırışı ve oğullarına gökyüzü çadırınız olsun, güneş bayrağınız” vasiyeti Türklüğün İslam ile müşerref olmasından sonra “Türk Cihan Hâkimiyet Mefkûresi’ne” “Türk Milletinin Millî, İslami, İnsanî Hedefleri”ne Kızıl Elma’ya dönüşür.

Destiye kurşun atar, keçeye kılıç çalar’ KIZILELMA’ ya dek gider!

Ülkücünün tarihi, atıfet ve merhametlerle doludur. “Aman” diyene kılıç kaldırmaz.

Mekke’nin muzaffer komutanı devesinin üstünde tevazudan kapanarak girer Mekke’ye sancağı taşıyan Ebu Ubade İbni El Cerrah’ın: “Bugün intikam günüdür, bugün kan dökme günüdür, bugün Kureyş’in zelil olacağı gündür.” diye bağırması üzerine; Hz. Peygamber : “Sancağı Ali’ye ver!” der ve arkasından insanlara dönerek: “Bugün merhamet günüdür, bugün kan dökmenin haram olduğu gündür, bugün Kureyş’in yüceldiği gündür. Kâbe’ye sığınanlar emniyettedir. Ebu Süfyan’ın evine sığınanlar emniyettedir. Kendi evine sığınanlar emniyettedir” diyerek rahmet ve merhamet Peygamberi olduğunu bir kere daha ispat etmiştir. Aynen Hz. Yusuf’ un kardeşlerini affettiği gibi.

Onun yolundan giden, büyük bir tevazuuyla: “Biz Türkler bidat nedir bilmeyen temiz Müslümanlarız. Allah, bunun için Halis Türkler’ i aziz kıldı.” diyen Selçuklu Sultanı Alp Arslan Malazgirt’te mağlup ettiği Doğu Roma Ordusunun Kumandanı Romen Diojen’i affetmiştir.

Türkiye Selçuklu Sultanı 2. Kılıç Arslan Gelendost (Miryokefalon)’da kesin bir yenilgiye uğrattığı Doğu Roma İmparatoru 1. Manuil Komnenos’u affettiği gibi.

Feth-i mübinle müjdelenen Hz. Fatih’in İstanbul’u fethettikten sonra gayri Müslimlere verdiği her türlü inanç, ibadet, ticaret ve kendi hukukuna tabii olma ve yargılama hürriyeti ve Bosna’nın fethinde yerli ahaliye verdiği Emanname aynı ruh asaletinin bir başka tezahürüdür.

Türkler’in Hakanı ve Müslümanların Halifesi Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferinden dönerken, “zaferlerimden dolayı gurura kapılabilirim” endişesiyle Payitaht’a, İstanbul’a gece sessiz sedasız girmesi tevazudaki bir başka asalettir.

Anafartalar’ın kahramanı Mustafa Kemal’in 1934 yılında, 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıl dönümü nedeniyle düzenlenen törenlerde Anzak askerlerinin annelerine büyük bir ali cenaplıkla hitap ederek şöyle demişti: “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar, burada bir dost vatanın toprağındasınız, huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar gözyaşlarınızı dindiriniz evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır”.

 Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nde: “İslam’ın son ordusunun Muzaffer Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal’in büyük bir mağlubiyete uğrattığı Yunan Ordusu’nun Komutanı Tirikopis’i affettiği gibi.

İstanbul’un işgalinde Fransız Şark Orduları Başkomutanı General Franchetd Esperey’in, Hz. Fatih’e nazire yaparcasına, beyaz atıyla Topkapı’dan şehre girdiğinde ayaklarının altına serilen Türk bayrağına basmak gibi bir küstahlığına karşılık, Gazi Paşa’nın önüne serilen Yunan bayrağına basmayıp; “Kaldırın bu bayrağı, bayrak bir milletin şerefidir” diyerek reddetme asaletini gösterebilmektir.

Bu tarihi ve manevi kaynaklarla kâfi derecede beslenen bir Ülkücü; kendi şahsına, ailesine, topluma ve insanlığı karşı mükellefiyetlerini ve vazifelerini idrak edebilecek seviyeye yükselir. Meselelerini kolaylıkla tespit, teşhis, tahlil ve tedavi eder; yine de peşini bırakmaz takip eder.

Artık O, “millî şuur”, “millî ruh” sahibi bir insandır. Zamanın ve mekânın ruhunu idrak etmiş; hatta artık “ibn’ül vakt” (zamanın oğlu) olmuştur.

“Kanayan bir yara gördü mü, yanar taa ciğeri”, “Kırk civanmert ile imparatorların sarayını basar.

Bu noktadan sonra O’nun yolu, “insan-ı kâmil” manasında ifrat ve tefritten berî (uzak) bir ülkücü olgunluğu; istikbaldeki gayesi, bir inanç ve aşk medeniyetinin inşası ile Devlet-i ebed müddet, nizam-ı âlem ve ilay-ı kelimetullahtır.

Ülkücü inanır ki:

“Yeryüzünde hiçbir büyük iş, yüreği yanmayan, çile çekmeyen insanlarca başarılmış değildir. Her ülkü, her büyük hareket, ancak ve ancak büyük gönüllü insanların, gönülleri mukaddes ülkü ateşiyle yangın yerine dönmüşlerin, inandığı dava uğruna her çeşit tehlikelere, alçaklıklara, tuzaklara karşı inanılmaz bir cesaretle karşı koymuşların, ömrü boyunca asla zaaf alameti göstermemiş, çilekeş ve kudretini hakikatten, Hakk’a inanmışlıktan alan ‘büyük adamlarının bilgeliği ve liderliğiyle başlatılmış ve başarılmıştır.”

Ülkücülüğü Türklüğün, İslam âleminin ve bütün insanlığın geleceğine dair bir medeniyet tasavvuru olarak düşünür, sevgi ve imanla yoğrulmuş,  huzurlarla örülmüş bir Türkiye ve dünya hayali kurar.

Türkiye ve dünya insanlığı bir ahlak buhranının pençesinde yok olmaya sürüklenirken, fikrinin ahlâkını yaşamayanların, milliyetçiliği ülkücülüğü bir rozetten, içi boş sloganlardan ibaret görenlerin, Ülkücülüğün tezahürleriyle meşgul olmak yerine sadece lafını edenlerin, ülkücülüğü bir sıfat değil isim zannedenlerin boşuna uğraştıklarını değerlendirir.

Ülkücü para, bilgi ve teknoloji olmasına rağmen; görgü ve irfan yoksa yol haritası yoksa bugün altında yaşanan gök kubbeyi “kendi gök kubbemiz” yapacak dinamikler bulunamıyorsa boşuna uğraşıldığına hükmeder.

Bir yanıt yazın