Tarih; toplumları, milletleri, kuruluşları etkileyen hareketlerden doğan, olayları zaman ve yer göstererek bu olaylar arasındaki ilişkileri, daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmelerini, her milletin kurduğu medeniyeti inceleyen bilimdir.(1) Hiç şüphesiz ki biz Türk milleti olarak tarih sayfalarını çokça eskitmiş, tarihçileri de çokça yormuşuzdur. Tarih biliminden de faydalanabildiğimiz nispette ecdada ve mukaddesatımıza olan sevgi ve saygımız daha da artmış, bir milletin şan ve şeref ile mevcudiyetini nasıl devam ettirdiğini görmüş, sevincinde ve tasasında da o günlerde yaşıyormuşçasına Türk olduğumuzu sonuna kadar hissetmişizdir. Tarih yapma konusunda da bu kadar maharetli bir milletin evladı olarak övünmek hakkım olsa gerek. Lakin tarih bize bir gerçeği daha çok iyi öğretti ki o da kuru kuruya övünmek için var olmadığıydı. Hal ve mazi muhakemesi yapıp geleceği de öngördüğümüz takdirde tarih bize sırlarını açmış olacaktır muhakkak. Yani tarihi, roman gibi okuyup okuduğunu anlamak yetmez; tarihi yaşamak gerekir adeta. Evet, tarihi yaşamak diyorum çünkü her ne kadar zaman asla tekerrür etmiyor olsa da sosyal olaylara ve olgulara verilen tepkiler, sonuçların neler olabileceğini kestirebilmek bakımından müthiş bir nimet yatıyor orada.

Eh tarih demişken, bu nimetten faydalanmak demişken çok uzaklara gitmeden bir gerçekliği sizlerle paylaşmak istiyorum. Gençlik hem günümüzün dinamik yapısı olmasıyla hem de kendinden sonraki nesli yetiştirecek olması dolayısıyla uzun yıllar boyunca bir milletin umudu, ışığı hatta yatırım yapabileceği bir sosyal gerçekliktir. Bunun içindir ki her millet gençliğe büyük önem vermekte, muhafaza etmek için uğraş vermektedir. Yaş itibariyle de ülkemize gençliğin geçtiği yer büyük çoğunlukla üniversitelerdir. 68 öğrenci olayları diye bildiğimiz, dünyanın çeşitli yerlerinde, özellikle de Fransa ve Almanya’da baş gösteren, ülkemizde de özellikle sol grupların müdahil olduğu bir süreci yaşadık. Bu olaylar ülkemizde uzun yıllar boyunca şiddetini daha da artırarak devam etti. Bu süreci biz sancı ile acılarla birlikte atlattık lakin göz ardı etmememiz gereken bir husus var; geçtiğimiz bu dönemdeki somut olarak ortada olan sorun budur diyebileceğimiz hadiseler bütünüyle bir milletin yaşadığı ve özellikle de üniversitelerde de patlak verdiği, göz önüne geldiği bir süreçten meydana gelmiştir. Yani o yıllardaki hadiseler ‘yalnızca’ üniversitelerde yaşanmıyor, ‘özellikle’ üniversitelerde gözler önüne seriliyordu. Üniversite gençliğinin hali de memleketin aynası durumundaydı. Hadiselerin basit bir şekilde gençliğin olağan hali, yaşın verdiği hareketlilik yahut dikkate alınmaması
gereken küçük bir grubun anlık girişimleri olmadığı apaçık ortadaydı. Olağan gidişatı değiştiren olaylar hayatın odak noktasındaydı. Yakın tarihimizde bunları yaşadık, test ettik, dersimizi aldık.
Tarihten çıkarılan bir ortak ders de şuydu: artık sıcak savaş dönemi son bulmuştur, çünkü kazanan için de kaybeden kadar zarar edeceği bir durum teşkil ediyordu. Bunun yerine daha kolay, etkili ve kansız bir yöntem vardı o da ‘ideolojik harp’. Nitekim tarihimiz
boyunca -şükürler olsun- bir askeri mağlubiyet sonunda İstanbul veya Ankara’ya Rus bayrağı asılmamışken, aynı bayrak her iki şehrimizde kendi vatandaşlarımızın elleriyle çekilebilmiştir.(2)  Bugün de durum tarihtekinden farklı değildir. Üniversiteler memleketin tamamının bir yansıması olmaya, ideolojik harp de bu sahalarda azmanlaşmaya devam ediyor.

Günümüz üniversite gençliğinin bir kısmını ele alalım: Eğitim sisteminin belirlediği üzere ilköğretim ve ortaöğretim yıllarını atlatmış çeşitli sınavlardan geçmiş ve nihayetinde muhtelif üniversitelere yerleşmiştir. O, artık ‘hayatını yaşamaya’ gelmiştir. Helal-haram, iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarını unutmuş ‘gününü gün etmek’ için ömür tüketmektedir. Artık değer yargısı unutulmuş ve mukaddes kavramlar yok hükmündedir. Tamamıyla kültür emperyalizmine boğulmuş, günübirlik yaşamaya programlanmış, gözleri kapalı bir şekilde yaşıyordur artık onlar. Önemli olan ferdi menfaatlerden başka bir şey değildir. Bu hal ki onlar için rahatlıktır, normal olandır, olması gerekendir.
Haydi, bu yılların atlatıldığını, yaşın biraz daha ilerlediğini varsayalım. Üniversite bitmiş bir şekilde iş sahibi olunmuş ve görev tamamlanmıştır. Genellikle yan gelip yatma olarak gördüğü memuriyet hayatıyla birlikte ‘lay lay lom’ şekilde devam eder, emeklilik sürecine kadar da en büyük idealleri olan ev, araba, tatil, lüks yaşam kazanılmışsa da keyfine diyecek yoktur. Ve kendince ölümü beklemektedir. Yani ölmek için yaşamaktadır.

Hayır! İtirazım var, işte tam da burada, bütün bu olan bitene itirazım var. Zevk ü sefaya, rahatlığa, eyyamperestliğe itirazım var. Başıboşluğa, ahiret kavramından uzak yaşama, milletin derdiyle dertlenmeyenlere, bile isteye yanlışı baş tacı edenlere itirazım var. Üç günlük dünyayı hakkını vermeden yaşayanlara itirazım var. Haykırıyorum gönlü ve beyni derin kuyularda kaybolmuşlara, vicdanı taş kesilmişlere, böyle geçen ömürlere itirazım var.

Hüseyin Nihal ATSIZ’ın, ‘Hayatın kamçısıyla sızar derinden kanlar/ Senin büyük derdinden başkaları ne anlar/ Vicdanını Paris’e Moskova’ya satanlar/ Küfür diye bakarlar senin dualarına’(3) dizelerini iliklerime kadar hissediyorum. Lakin hiçbir şart altında ümitsizliğe de aman vermiyorum. Zira benim gibi düşünen insanların olduğunu gördüğüm müddetçe de asla yılgınlığa düşmemesi gerektiğini de daha iyi anlıyor insan.
Zira Arvasi Hocanın anlattığı üzere  ‘Bilmem sizlerinde başından geçti mi? Sizleri de müthiş azınlık çocukları, bir kaç <rüşvet-i kelam> ile okşadıktan sonra: <Hayret ediyoruz, siz de aşağı yukarı bizim tahsil kademelerimizden geçtiniz, bununla beraber, bizim gibi düşünmüyor ve yaşamıyorsunuz. Aramızda yalnız kalıyorsunuz. Yazık sizi yanlış eğitmişler> diye <uyardılar> mı? Böyle bir soruya muhatap oldu iseniz, siz de hepimizin verdiği şu cevabı tekrarlamış olabilirsiniz: < Gerçekten de aranızda yalnız kalıyorum, ama milletimin, aziz Türk halkının arasına katıldığım zaman yalnız olmadığımı görüyorum.>(4) bu ve buna benzer hadiseleri Türk milliyetçileri yaşamış ve yaşıyor olması bir tebessüm oluşturuyor benim için. Belki de bizim sınavımız buradadır değil mi?

Özellikle üniversite gençliğini baz alarak söylediklerimin geçmişte olduğu üzere bugün de bütün memlekete yansıdığını görüyorum. Yakın tarihle bugün arasındaki
temel fark hakiki sorunun tespit edilemeyişidir. Sinsi bir uyku ve uyuşukluk hali gözlere bir perde gibi inmiş durumdadır. Tarihine methiyeler düzülmüş, en güzel nesillerin yetişmiş olduğu bir milletin torunları, Türk gibi düşünmeyen, yaşamayan, ağlamayan, gülmeyen, ölmeyenler olabilir mi? Elbette olamaz. Ya da Türk milliyetçiliğini suç gibi görüp çağdışı olduğunu düşünene, sanki bir millet gerçeği milletlerarası rekabet olduğundan dolayı değil de Türk milliyetçilerinin kendi kafalarından uydurduğu, sadece kendilerinin inandığı, kendilerinin çalıp kendilerinin söylediği, hamasetten öteye gidemeyeceğine inananlara ne demeli?

Tarih bana gösteriyor, aklım rota çiziyor ve bütün benliğimle iman ediyorum ki Türk kasası parayla değil, gönlü huzurla dolduğunda mutlu olmuştur ve olacaktır. Millet kutsalı, kâğıt parçasından daima üstün olmaya devam edecektir. Mevlana Celaleddin Rumi ‘Günün adamı olma hakikatin adamı ol, gün değişir fakat hakikat değişmez’ diyordu ya, gün de bu ayrımı yapabilme günüdür.

Hakikatle buluşabilmek dileğim ile…

 

1) TDK
2) Ayhan Tuğcugil, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi-Teori, syf.16-17
3) Hüseyin Nihal ATSIZ, Bütün Türk Gençliğine
4) S.Ahmed ARVASİ, Türk İslam Ülküsü 1, syf. 167

Bir yanıt yazın