Yurt dışında öğrenciliğim sırasında Yahudi üstünlüğünü savunan, her gün bu üstünlüğü ispat için bir örnek bulup anlatan bir arkadaşım vardı. Yanlış hatırlamıyorsam adı Gelb’di… Teorik kimyacıydı ve üstünlük iddialarının merkezinde teorik fizik ve kimya vardı tabiatıyla. Eh bu alanlarda da Gelb’e misal olacak bol malzeme bulmak mümkündü. Gelb’in üstünlük inancı Hristiyan, Müslüman ve diğer Yahudi öğrenciler tarafından biraz alayla karşılanırdı. Kendisi de kendisiyle alay ettiği için son analizde eğlenceli bir lâtife sürüp giderdi.
Bir gün ben de Gelb’le biraz didişeyim istedim ve “bana bak” dedim, “Yahudi aşağı, Yahudi yukarı ama bulduğunda domuz etini de götürüyorsun. Şabbat, havra falan da hak getire. Bu ne perhiz bu ne lâhana turşusu?” (Tam böyle söylememişimdir herhalde!)
Gelb’in cevabı, her zamanki şakacılığından uzaktı ve bir içe bakışı yansıtıyordu: “Ben”, dedi “dinen pek Yahudi değilim. Ben kültür olarak Yahudiyim.”
Kültürün bir parçası olarak din, inanç olarak din ve – iddiaya göre– devlet tarzı ve hukukun kaynağı olarak din…
Ülkemizde laiklik- dincilik tartışmalarının artık bitmesi lâzım. Tartışmanın kök sebebi insanımızın genel kalite düşüklüğüdür. Bir tarafta dindarlar değil de dinciler, Siyasî Ümmetçiler var. Diğer tarafta da laikler değil de laikçiler. Taraftarlar dünyayı pek basit görüyor. Dindarlık arttıkça laiklik gerilemekte veya laiklik yerleştikçe din mevzi kaybetmekte… Gerçekten böyle mi? Laik devlet vatandaşlarına, “çok dindarlık iyi değil, daha az dindar olun.” tavsiyesinde mi bulunmalı? Yoksa İslam’da laikliğe yer yok mudur?
Dinin kaç cephesi var acaba?
Millî Kültürün Unsuru Olarak Din
Gelb tek örnek değil. İlber Ortaylı, üç nesildir vaftiz olmamış, fakat Hristiyan kültürünün tam da ortasında yer alan insanların arttığını yazıyor1. Kötü şöhretli siyaset bilimcisi Huntington’ın “medeniyetler” tasnifine bir göz atın: 1) Protestan-Katolik, 2) Ortodoks, 3)Müslüman… diye gider. Buna “dinler” tasnifi demiyor; medeniyetler, yani Anglo-Sakson sosyoloji anlayışına göre kültürler tasnifi diyor.
Din, hiç şüphesiz, kültürün önemli bileşenlerinden biridir. Onu dil ve tarih şuurundan hemen sonraya yerleştirebiliriz. Bugün Türk halkında genel olarak kültürün gerilediği doğrudur ama bu gerilemiş kültürde bile dinin musikiyi, mimariyi, dili, genel tavır ve hareketimizi ne kadar etkilediğini görebiliriz. Cami kubbeleri hâlâ çoktan bire doğru yükselir… Klasik musikimizin önemli, belki de en önemli bölümü tekke ve bilhassa Mevlevî bestekârların ürünüdür. Klasik edebiyatımız da öyle. Bugün bile turist ağırlamağa kalktığımızda ilk aklımıza gelen, döner kebaptan hemen sonra, “dönen dervişler”dir. Biraz daha derinleşirsek Yunus’u, Hacı Bektaş’ı, Hacı Bayram’ı masaya getiririz.
Askerlerimiz hâlâ “Allah Allah!” diye taarruza kalkar. (Piyade nizamnamesinde böyle yazılıdır.)
Belki bilerek belki bilmeyerek, her “hayırlı işler” dilediğimizde, her “maşallah” ve “inşallah”ımızda, minimalist de olsa dinimiz vardır.
Bugün, bu “bilerek ve bilmeyerek”in “bilmeyerek” bileşeni baskındır. Fakat bu şuur kaybı yeni değildir. Yahya Kemal, geçen asrın başındaki sanatımızı, “naaş” (ceset) olarak nitelendirir:
“Bu naaş yeni edebiyat devrinden evvel bir vücuttu, o vücudun bir ruhu vardı, o ruh bütün bir cemiyetti. İki şair bu cemiyetin ruhunu biri saraylarda inşadla, biri kahve köşelerinde sazla tekrar o cemiyete terennüm ediyordu… Söyleyenlerle dinleyenler bir nevidendiler. Şair bütün öteki sanatlara bağlıydı. Divanını yazıp bitirdikten sonra hattata veriyordu, hattat o divandan ta’lîk hattın son kıvraklığıyla bir sanat eseri daha yaratıyordu, mücellid deriden, sahtiyandan temasın bir hazzına daha misal gösteriyordu, müzehhib, gözleri arapkârî çizginin oyunlarıyla, zevkiyle bir daha kamaştırıyordu. Şairin divanındaki şarkıları bestekâr birer makamdan besteliyor, Boğaziçi yalılarını, Rumeli ve Anadolu’nun konaklarını neş’eden, hüzünden mestediyordu; gazellerini hanende Kâğıthane’nin ve Osmanlı ülkesinin Budin’den Mısır’a kadar, semasına yükseltiyordu; naatlerini naathan mevlidlerde okurken, bütün bir ümmet zevkinden: “Allah!” ve “Yâ Muhammed!” nidasıyla kubbeleri inletiyordu. Şaire, mimar, camilerinin, mescidlerinin, saraylarının, hanlarının, medreselerinin, çeşmelerinin, şadırvanlarının cephelerinde bir yer ayırıyordu. Taşçı kitabe taşını kesiyor, hattat kitabeyi yazıyor, hakkâk oyuyordu.“.
İlber Ortaylı, sanatın ötesinde, dünya görüşü ve felsefesiyle “Müslüman adam” tipini inceliyor ve bu “tip”in İslamiyet dünyasının tamamında Ortaçağ’ın sonundan itibaren zayıfladığı ve nihayet çözüldüğü değerlendirmesini yapıyor. Buna karşılık ateistinden komünistine kadar “Hristiyan adam”, “Yahudi adam” tipleri yaşamağa devam etmektedir.
Yine pek farkında olmadığımız bir gerçek, son asırlarda, kültürdeki Müslümanlık adına ne varsa hemen tamamının veya en önemli bölümünün bize ait olduğudur. Bizde dinciler de, kategorik olarak dine muhalefet edenler de bunun farkında değildir. Duymağa alıştığımız ezanlar bize aittir. Çoklukla Itrî’nin bestesidir. Taklitleri çoktur ama mevlit bize aittir. Kandiller bize aittir ve o hiç hoşlanmadığımız tarikatlar büyük çapta bize aittir. Bu saydıklarımın hemen tamamı, İran ve Suudî Arabistan gibi ülkelerde yasaktır.
Dinin kültüre bu güçlü etkisi sürerken ortaya çıkan şaşırtıcı bir özellik de bu etkinin katiyen dindarlarla, hattâ o dinin mensuplarıyla sınırlanmamasıdır. Gelb’i tanıdığım yıllarda, aynı ülkede, beni “Akşam şerifleri hayırlar olsun efendim” diye karşılayan Rum tütüncü de benim kültür çemberimden sesleniyordu. Ortaylı’nın belirttiği gibi, dindarından, ateistinden komünistine kadar bütün bir Hristiyan alemi bilerek veya bilmeyerek— ama çoğunlukla bilerek— Hristiyan kültür çemberinde yaşadığı gibi, bizim insanımız, hattâ diaspora Rum ve Ermenimiz de bilerek veya bilmeyerek—maalesef çoğunlukla bilmeyerek— Müslüman kültür çemberinde, daha doğrusu Osmanlı-Türk kültür çemberindedir.
Millî kültürün bileşeni yönüyle dinin, hele bu kadar inançlar veya inançsızlıklar üstü iken, laik, demokratik millî devleti tehdit edebileceği düşünülemez. Tam tersine, bu dayanağı zayıflayan millî yapı dış kültür taarruzlarına karşı savunmasız hale gelir.
Kişi İçin Din
Kul hakkı yememek. Doğru ve dürüst olmak. Ahlâk. Günahtan korunmak. İnsanlara yardım etmek. Sevap. Yoksulun elinden tutmak. Çevredekilere kardeş gözüyle bakmak. Adalet. Vicdan. Yaratan, yaratılan, ölümden sonrası… Yalnız mıyız? Bizi bir koruyan, gözleyen var mı?
Yasaklasanız da mecbur tutsanız da insanlar bunları düşünecek, bu değer ve davranışlara – insanına göre—sıcak bakacak, bu soruları soracaktır. Şöyle veya böyle bu değerlere uymaya çalışacak, uymayanları toplum tecrid edecektir. Anlaşılıyor ki insan ortaya çıkalı beri bu böyledir. Son elli yılda hızla gelişen sosyobiyoloji, az önce saydığımız değerlerin, hatta dinlerin ortak anlayış ve değerlerinin insanın genetiğinde bulunduğunu gösteriyor2. Biz buna fıtrat diyoruz. Gerçekten de insan toplulukları, birbiriyle temas etmeksizin benzer ahlaki değerleri ediniyor, her biri ayrı ayrı dindarlaşıyordu. Ateist bir yaklaşım bu hali kendi fikirlerinin tasdiki olarak gösterebilir; dindar yaklaşım da kendi tezlerinin. İyi bir dindar bu değerleri kuşanmaktadır, kuşanmalıdır. Fakat aynı değerleri dindar olmayanlarda da buluyoruz. Müslümanlarda akide ekollerinin uğraştığı konulardan biri, kendisine İslâm’ın tebliğ edilmediği bir kişinin ahirette akıbetinin ne olacağıdır. İmam Maturidî, onun da sorumlu olduğunu, çünkü dinimizin temellerinin insanın fıtratında bulunduğunu, bu gerçekleri tecrid edilmiş bir insanın bile kendi kendine keşfedeceğini söyler. Günümüz bilimi tek insanın olmasa bile cemiyetin Maturidî’yi haklı çıkardığını gösteriyor.
Açıktır ki insan cemiyetlerindeki insanlığın fıtratındaki değerleri savunan kurumların başında din vardır. Aşkın sorulara en kapsamlı cevaplar da dinden gelmektedir. Kapsamlı oldukları muhakkak da, doğru cevaplar mı? İşte burada inanmak veya inanmamak devreye giriyor. Bu tek tek insanları ilgilendirir. Devletleri değil. Ferdin inancını terk etmesi için müdahale eden devletler de oldu. Fakat bunlar, kendileri, komünizm gibi başka bir dinin hâkimiyetindeki devletlerdi. Onların hedefi insanları dinden vazgeçirmek gibi görünse de aslında, bir din yerine bir başkasını ikame etmeğe çalışıyorlardı.
Tarih boyunca dine ve Tanrı veya Tanrılara inananların bütün toplumlarda hep çoğunlukta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 1969 yılında, mihmandarımız Polonyalı genç kıza, ülkenin dini yapısını sorduğumda aldığım cevap hoştu: “Resmen ‘ateist’iz ama çoğunluk Katoliktir.” Şimdi Rusya’da da resmî merasimleri kara cüppeli, uzun sakallı Ortodoks papazlar takdis ettiğine göre resmî ile gayrı-resmî artık aynıdır.
Fertlerin dinlerine bağlı olmasının devlete ve millete getirdiği bir yük yoktur. Tersine, istikrar ve güvenlik için din, artı puandır. Sapkın yollar müstesna.
Milletin zor günlerinde dinî inancın desteği açıktır. Çanakkale’den millî mücadeleye yakın tarihimiz bunun kanıtıdır. Barış zamanında da Tanrı ile diyaloğunu her an sürdüren, bütün dinlerin temelini oluşturan ahlâk, vicdan, dürüstlük ve dürüstlüğün toplumda hâkim kıldığı güvenin kalkınmanın da etkili bir bileşeni olduğuna dair sosyolojik delillere sahibiz.3
Buna karşılık son asır gösteriyor ki, devletin tek tek insanların dinine müdahale ettiği noktada ciddî problemler çıkmakta ve sonunda devlet savaşı kaybetmektedir. Polonya’daki “resmen ateist” düzenin yıkılmasında Polonya asıllı Papa John-Paul’un varlığı bile dengeyi, düzene başkaldıran “Dayanışma” sendikası lehine değiştiren ağırlıktı.
Demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti’nde fertlerin dinî inançları veya inançsızlıkları da devleti tehdit eden veya devletin yönlendireceği bir husus olmamalıdır.
Devlet Ve Din
- Müslüman devletler, şeriat denilen, başı sonu belli, yazılı tek tip bir hukukla yönetilir. Şeriat dinin bir parçasıdır. Başlangıçtan bugüne Müslüman ülkelerde devlet bu esasa göre yapılanıp yönetilmiştir.
- Osmanlı da bu hukukla yönetilen teokratik bir devletti.
- Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve yasaları şeriata ve İslâmiyet’e aykırıdır.
- Avrupa’da dinin karanlığı, daha az dindar, hatta laik olan Protestan hareketle yıkılmıştır. Dinde reform yapılmıştır.
- Batı laikliği iyice sindirmiştir ve bu yüzden orada dinin devlete etki yapması tehlikesi kalmamıştır.
Bu maddeler, maalesef Türkiye’de Siyasî İslamcı veya laikçi kamuoyuna hâkim yanlışlıkların kısmî listesidir. Belki “yanlışlık” yerine “tersliklerin” demek daha doğrudur. Çünkü bu hükümlerin her birinin hemen hemen tam zıddı doğrudur:
- Şeriat, İslâm hukuk usulüdür. Temelde 7. asırda İslâmiyet’in doğduğu coğrafyada hâkim kabile törelerine ve dönemin başat usulü olan Roma Hukuku’na dayanır. Meselâ o dönem ve coğrafyada çok önemli olan kölelik mevzuatı, Roma’nın Taşra Hukuku’dur (Provincial Law). Ancak bu mevcut hukuk ve töreler, Müslüman değerlerin süzgecinden geçmiş, İslâm’ın vicdan, adalet, ahlâk, dürüstlük, velhasıl takva anlayışına göre bazı maddeler ve uygulamalar yürürlükten kalkmış, bazı ilaveler yapılmıştır4. İslâm Hukuku da tarih içinde Avrupa Hukuku’nu etkilemiştir.
- Hristiyanlık siyasî iktidardan uzak, hattâ siyasî iktidarın (Roma’nın) yasakladığı bir oluşumdu. Bu yüzden “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” demek zorundaydı. Fakat iki gelişme ve Avrupa’nın siyasî yapısı din- devlet ilişkisini tersine çevirdi. Önce Roma Hristiyan oldu. Hristiyanlık devlet dini haline geldi. Sonra merkezî devlet çözüldü. Merkez, Konstantin’le İstanbul’a taşındı. Böylece Roma’nın Hristiyan olmasıyla gerçekleşen din-devlet birliği çok kısa bir ömür sürdü ve tekrar ayrıldı. Devlet Konstantiniyye’ye gitti, din Roma’da kaldı. Batı Avrupa’da kalan siyasî otorite, beş yüz civarında paramparça ve birbirine rakip feodal merkezciklerdi. Bu güç dengesi içinde Papalık otorite öne çıktı; krallara taç giydirir, sınırlara müdahale eder, ağırlığını koyduğunda ses getirir bir konuma geldi. Avrupa’nın paraca da en zengin kurumuydu. Adeta, Avrupa denilen un-ufak konfederasyonun yeni, fakat bu sefer dinî Roma’sı rolünü üstlendi. Din devletçikleri doğrudan yönetmese de, son derece etkiliydi ve gerçekte olmasa da söylemde meşruiyetin kaynağıydı.
İslâm, doğduğu günden itibaren siyasî iktidarın da sahibiydi ve her zaman devlet, dinin yapılanması ve teşkilâtlanması üzerinde son sözü söyledi. İslâmiyet’te bırakın dinin devleti yönetmesini, her zaman devlet dini yönetmiştir.
Fazlul Rahman, sık sık, “Kur’an bir hukuk kitabı değildir.” hükmünü tekrarlar. Bu Kur’an’ın eksik bir hukuk kitabı olduğu anlamında değildir. Kur’an, hiç bir zaman bir hukuk kitabı olmak iddiasında değildir. Tıpkı bir tabiat bilimleri kitabı olmak iddiasında olmadığı gibi. Tabiatı keşfetme de, hukukunu kurup düzenleme de insanın görev ve sorumluluğundadır. Çünkü ona akıl verilmiştir. Bunları insan, hak, adalet, vicdan ve insanî değerlere göre kendisi kuracaktır.
Her bir İslâm ülkesinin hukuku ve hukuk uygulaması günün şartlarına göre farklıdır. Unutmayalım ki, bir İslâm iktidarını bir diğeri devirirken her ikisi de “şeriata” göre hareket etmekteydi. Biz Uzun Hasan’ın, Mısır Memluklerinin (resmi adıyla Türkiye Devleti’nin) üzerine fetva alarak yürüdük. Onlar da gayet şerî fetvalarla bizimle harb etti.
Şerif Hüseyin ve İbn Suud, şeriat icabı bize saldırdı. Biz, hem de Halife ve Şeyhülislâm’ın direktifiyle ve şeriat icabı onlara direndik. Ve İngilizler kazandı…
Bugün modern dünya hukuku ile “İslam hukuku” arasındaki en çarpıcı farklılıklar diye gösterilen, “recm” (zina yapan kadının taşlanarak öldürülmesi- İran’dan sık sık bunun haberleri geliyor), “çok eşlilik” gerçeği ortaya çıkarmak için acı misallerdir. Recm, Kuran’da yoktur; Ahd-i Atik’te vardır. Kitabı Mukaddes’i kabullenen dünya recmi yasaklamışken “İslam Hukuku” bunu nasıl devam ettirebilir? Bir erkeğin evlenebileceği kadın sayısını sınırlandıran ve tek eşliliği kuvvetle tavsiye eden tek din İslâmiyet’tir. İslâmiyet’in geldiği çağda, Hristiyan ve Yahudilerde sınırsız çok eşlilik vardı. Şimdi nasıl oluyor da çok eşlilik İslâm Hukuku’nun ayırt edici özelliği oluyor?
Özetle, İslâm Hukuku ile Batı Hukuku’nu değil de İslam ülkelerinin şu andaki hukuku ile Batı ülkelerinin şu andaki hukukunu karşılaştırılırsa5, birincide asırlar boyu donmuş, toplumun ve çağın gereklerine uyum sağlayamamış bir “hukuksuzluk” görüyoruz. Farklı bir “hukuk anlayışı” değil. İsterseniz buna, “içtihat kapısının kapanması” deyiniz.
Şeriat insan yapısıdır. Dinin bir parçası değildir; din değildir. Tek ve değişmez, değişmemiş bir “şeriat” yoktur. Mecelle’nin 39. maddesiyle şeriat bahsini sonlandıralım: “Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tebeddülü inkâr olunamaz”.
- Osmanlı Devleti de hiç bir zaman “teokratik” bir devlet değildir. Zaten devlette “kanun”, dünyevi hukukun ismi olarak kullanılmıştır. “Milletler”in, yani dinî cemaatlerin farklı hukukları vardır ve bu hukuk ancak sulh mahkemeleri düzeyinde cemaatlerin “şeriatlerini” yansıtır. Padişahların adıyla anılan kanunnameleri hatıra getiriniz. Ancak Osmanlı uygulamalarında, İmparatorluğun yapısı gereği İslâmiyet’i vurgular. Değer olarak ona atıfta bulunur.
- Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve kanunları İslamiyet’e zıt değildir. Tarih boyunca çeşitli Müslüman devletlerin hukuku ve devlet yapısı bir birinden nasıl farklı idiyse, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısı ve hukuku da onlardan farklıdır. Tarihte birbirinden çok farklı yapı ve kanun sistemleriyle yönetilen Müslüman devletlerde bu farklılığın izahı “ulul emr”, siyasî otoritenin birincilliği, siyasî otoriteye itaat ilkesiyle kabul edilir. Meselâ tek eşliliği öngören Medenî Kanun İslamiyet’e aykırı değildir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi İslâmiyet, çok eşliliği sınırlar ve tek eşliliği kuvvetle tavsiye eder. Buna karşılık “ulul emr”, tek eşliliği emrettiğinde ve ulul emr’e itaat farz olduğuna göre, buna muhalefet nasıl İslâmiyet’le bağdaştırılabilir?
- Protestanlık dine karşı değil, din için yapılan bir harekettir. Laik değildir. Dine daha az değil daha uygun bir devlet düzeni arzusuyla, Papalığın dine hakkıyla uymadığı gerekçesiyle başlatılmış, Katoliklikten daha muhafazakâr bir akım olarak ortaya çıkmıştır. Reform, yani yeniden şekillendirme dinde değil, kilise teşkilatında yapılmıştır. Daha doğrusu, Papalığın Avrupa’daki siyasî hâkimiyetine son vermek için yapılmıştır. Papalığın siyasî ümmetçiliği yerine daha dindar, fakat daha millî devlet yapılarının kapısını açmıştır.
- Batı’da din ve devlet, birbirine bizdekinden daha yakındır. Meselâ İngiltere, Norveç, İsviçre, İzlanda ve Yunanistan devletlerinin resmî dini vardır. Özellikle son on yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde dinî söylem son derece güçlü hâle gelmiştir. Bundan, Batılı siyaset bilimcileri rahatsızdır.6 Bu yazı yazılırken ABD Başkanlığını yürüten G. W. Bush’tan iki misal: Başkan’ın 2003 yılı “Birliğin Durumu” konuşmasında 22 dinî atıf yapılmıştır.7 2008’de İsrail parlementosu Knesset’te Bush’un yaptığı konuşma, İsrailliler’i bile şaşırtmıştı: “Sonra olanlar (İsrail’in bağımsızlık ilânından sonra olanlar) yeni bir ülkenin kurulmasından öteydi. İbrahim, Musa ve Davud’a verilen çok eski bir sözün yerine getirilmesiydi. Eretz Yisrael’in seçilmiş halkına bir vatan… Hükümetlerimiz arasındaki ittifak kırılmaz bir bağdır; fakat dostluğumuzun kaynağı, herhangi bir antlaşmadan daha derinlere uzanır. Halklarımızın ortak ruhuna, Kitab’ın bağına, ruhun bağlantılarına gider.”8
Türkiye
(1) Millî kültürün bir parçası olarak din, (2) fertlerin aşkın inançlarının kaynağı olarak din ve (3) devlet siyasetinde din… Bu üç ayrı cephenin farkında olmadan ve sonuncusundaki gerçek dışı, hattâ gerçeği ters yüz eden iddiaları değerlendirmeden tek boyut üzerinde düşünürseniz doğruyu yakalamak imkânsız hâle gelir. Bir uçta sözde din, din adına Türk milletinin ve onun millî devletinin temellerine saldırı; diğer uçta “bu milleti çok seviyoruz da dini problem oluyor” diyen ve yenilgiye mahkûm bir tavır.
Dipnotlar
[1] İlber Ortaylı, “Avrupa ve Biz”, İş Bankası Yayınları, İstanbul (2008), s. 220 Benim Gelb olayı da aynı kitapta daha sağlam anlatılıyor: “Bugün Siyonist Yahudi hiçbir şekilde Yahudiliğin kurallarını yerine getirerek yaşamaz ama yahudidir. Adam kurallara uymaz ama yabancılara karşı uyar görünür (bu riya değildir, kimliğini sergiler) ve uyulması için talepte bulunulduğunda saygı gösterilmesini ister… Bir yahudinin kimliği vardır. Şeriatının emrine uymasa, inanmasa da ulusal kimliğini ortaya koyar. Bir İsrailli memuru, hiç bir büyükelçi Şabat akşamı yemeğe çağıramaz, gelmez çünkü.”
2 Mesela, Robert Wright, “The Moral Animal”, Pantheon 1994. Alexander Dranke, “The Invention of Religion” Smashwords Edition 2012; Frans B.M. de Waal, Patricia Smith Churchland, Telmo Pievani and Stefano Parmigiani (editörler),“Evolved Morality: The Biology and Philosophy of Human Conscience” Brill 2014
3 Max Weber’in “Protestan Etiği ve Kapilatizmin Ruhu” akla ilk gelen örnektir. Francis Fukuyama’nın “Güven” kitabı daha yeni bir örnek: Francis Fukuyama, “Güven- Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması”, Türkiye İş Bankası Yayınlar, İstanbul (2000). Ülkemizde iddia olunduğuna göre dindarlığın artmasıyla anketlerin gösterdiği, toplumdaki güvenin azalması, üzerinde düşünülmesi gereken ters bir olgudur. Bu, Türkiye’deki dindarlaşmanın farklı bir dindarlaşma olduğuna işaret eder gibi… Karar Gazetesi’nin (http://www.karar.com/gorusler) yer alan dört yazıda Sosyal Sermaye başlığı altında bu konuyu inceledim:
http://www.karar.com/gorusler/sosyal-sermaye-sebep-mi-sonuc-mu-181658
http://www.karar.com/gorusler/babana-bile-guvenmeyeceksin-182253
http://www.karar.com/gorusler/kalkinmanin-anahtari-takva-mi-203630
Dördüncü yazı (henüz yayınlanmadı): “Ahlak gerekir mi?”
4 Patricia Crone, “Roman, Provincial and Islamic Law: The Origins of the Islamic Patronate”
5 Uygulanmayan, örneği bulunmayan fakat kafalarda var olan bir “hukuk”un ne demek olduğu izaha muhtaçtır. “Ormanda bir ağaç düşer, fakat bunu duyacak kimse olmazsa, ses çıkmış mıdır?” gibi bir problem.
6 Meselâ, Kevin Phillips, “American Theocracy: The Peril and Politics of Radical Religion, Oil, and Borrowed Money in the 21stCentury” Viking Adult (2006)
7 John Ralston Saul, “The Collapse of Globalism: and the Reinvention of the World”, The Overlook Press, Woodstock & New York (2005), sayfa 256.
8 Prepared Text of Bush’s Knesset Speech, May 15, 2008 4:04 a.m As Prepared for Delivery: Remarks by the President to Members of the Knesset, The White House, Office of the Press Secretary (Kudüs).