Şu aşağıda okuyacağınız Magosa Efsanesi’ni ilkin, oluş halinde görenler; bu efsanenin içinde yaşayanlar, savaştan sonra anlattılar.

Ve bunu Kıbrıs’ın ilk Kur’a Reisi Miralay Şükrü Bey duydu.

O, oğlu Mustafa Efendi’ye, Mustafa Efendi de oğlu Şevki Bey’e nakletti.

Şevki Bey oğlu Mustafa’ya, Mustafa da kızına anlattı.

Mustafa Bey’in kızı iyi yetişmiş, terbiyeli ve görgülü bir hatundu. Bütün Kıbrıslı kadınlar gibi uzun kış geceleri, oğullarına kızlarına, yaşları ilerlemiş ise torunlarına hâlâ her ne yana baksan 1571 yılının o coşkun, o heyecan dolu taze günlerinin arzusu duyulan efsanelerini anlatırdı.

Bu görgülü hatun, Magosa Efsanesi’ni torunu Cevdet Bey’e anlattı.

Ve şöyle anlattı:

Oğul heyyy… Gözümün gördüğü, gönlümün sevdiği, gelecek günlerimin umudu torunum heyyy; yavrum, balam iyi dinle… Onlar senin için öldüler!

Magosa önlerinde bir cehennem kaynıyordu.

Ve yıl 1571 idi.

Yeryüzünü iki padişaha az gören bir cihangirin torunu, senin gibi bir torundu torunum, senin gibi bir torundu, yer götürmez ordularını denizden Kıbrıs üstüne salmıştı. Çevre yanı su dolu bir avuççuk Kıbrısımız o zaman, yürekleri kara, yüzleri kara ve gönülleri kapkara insanlarla dolmuştu.

Bu insanlar, bir karanlık gibi adaletsizlikleriyle, hürriyetsizlikleriyle ve akıl almaz türlü eziyetleriyle Kıbrıs’ın üstüne çökmüş, Kıbrıs’ın üstüne tünemişti, Kıbrıslılara soluk aldırmaz olmuştu.

Cihan padişahının çerileri, bir ellerinde adalet ve ötekinde hürriyet olduğu halde, geldiler. Kıbrıs’ın üstündeki o kalın karanlığı yırtmak istediler.

Daha o gün, gün başka doğdu Kıbrıs’ta. Kıbrıslılar için hürriyet, o kapkara Venedik taifesi için ölüm gibi doğdu.

Korktular.

Ve cümle askerleriyle; bütün silahları topları, tüfekleri ve bütün cenk usulleriyle Magosa’ya doldular. Kapanıp kaldılar. Surla ve surların arkasında kalın duvarlar ve surların önünde geniş, on arşın uzunluğunda geniş ve derin, on adam boyunda da derin çukurlar vardı. Kendilerini saklar ve korur sandılar. Ama aldandılar torunum aldandılar.

Aldandıklarını da çok geç anladılar.

Hürriyet karanlıklarda yaşamaz, adalet bulutlardan hoşlanmaz. Bunu bilemediler.

Magosa şimdiki gibi değil, bir ölümsü kayanın üstüne kurulmuştu. Surları kayalardan da cesurdu. Surların önündeki o derin ve geniş çukurları Venedik kumandanı suyla doldurdu.

Su geçit vermezdi.

Kaya geçit vermezdi.

Ve surlar sudan da, kayadan da merhametsizdi. Venedikliler gibi suratsızdı. Fakat hürriyeti ve adaleti yeryüzünde kim yenebilmiş ki surlar yenebilsin.; kayalar ve durgun sular yenebilsin.

Yeryüzü padişahının çerilerinin bir başında Piyâle Paşa derler bir er vardı. Ve bir yerde karar etmez, durup dinlenmez; derya deniz demez dâim gezer idi.

Ve çerilerin bir başında da Lala Mustafa Paşa derler bir ak saçlı, ak sakallı pir, bir koca vezir vardı. O ulu erin ve bu koca vezirin çevre yanında çeriler sanki bir bedendi; bir yıkılmaz, bir yenilmez hisardı ve Türk’tü cümlesi çebuksüvar idi; hürriyet ve adalet için baş koymuş erler idi… ağyar değildi, ağyar diye kimse yoktu içlerinde yâr idi hepsi de yâr idi.

Ve bu haldeyken ordu, dalga dalga, bulut bulut yürüdü. Doğrulayıp Magosa kapısına vardı, çukurlara gelince durdu.

Çukurlar su doluydu. Günlerce savaş oldu. Ölen öldü, kalan sağlar geri çekildi. Ve yine savaş oldu.

Piyâle Paşa’nın gür ve erkek sesi, çukurları dolduran suları ürpertti, kayaları titretti ve sularda yankılandı: “ Koman aslanlarım, erlerim koman!” Ve sandı ki Venedikliler, sandı ki, bu seste Venedik’in o bencil ve hürriyetsiz karanlığı parça parça parçalandı. En çok korkan, en çok sararan kumandandı.

“Yığın!” diye haykırdı bir korkulu titreyişle; “ Daha çok yığın okçuları. Surların üstü okçulardan görünmez olsun.”

Gömgök zırha bürünmüş kapkara Venedikli okçularla surların üstü görünmez oldu. Bu yetmedi, kumandan: “ Dört kapının dördüne birden çarkıfelek kurun! “ diye ikinci emrini verdi. “Kapılara yaklaşanı çarkıfeleklerle doğrayın.”

Bu çarkıfelek denen şey korkunç bir ölüm makinesiydi torunum; surlardan da, su dolu hendeklerden de, kayalardan da beterdi. Çevre yanı keskin ve sivri bıçaklarla döşeliydi. Döndükçe önüne geleni doğruyordu kum gibi. Sudan yüzüp, yağmur misali yağa süzülüp geçen leventlerim aslan yapılı civanmertlerim bir bir doğrandı çarkıfeleklerde. Bir hilâl uğruna bin güneş düştü yere. Piyâle Paşa düşünüyordu.

Bir akşamüstü, Kıbrıs’ın al güneşi demir kuşaklı cihan pehlivanlarının alınlarında yanar, Magosa kalesinin karanlığında sönerken Piyâle Paşam düşünüyordu.

Düşünceler boyunca uzandı karanlıklar, karanlıklar boyunca yandı düşünceler.

Yıldızlar bir uyudu bir uyandı.

Gökyüzü ve yeryüzü ve cümle mahlûkat ve Kıbrıs’ı aydınlattı. Sonra toparlandı, top top oldu daraldı, gelip Piyâle Paşamı içine aldı; Osman geçti ışığın içinden, Orhan geçti. Sonra Murat’lar bütün heybetiyle ve ardından Sultan-ı iklîm-i Rûm olan Yıldırım Han geçti ve Fatih Sultan Mehmet, Yavuz ve Kanunî Sultan Süleyman geçti.

Bir mübarek ve ulu tebessüm içinde hepsi de gülüyordu.

Neden sonra ışık da ışıklandı, cümle cihan bu ışıkla boyandı; Işığın içinde Peygamber vardı.

Işık, Peygamberdi.

“Mübarek ola…” dedi Piyâle Paşa; yumuşak, sıcak, ap-ak konuşuyordu, ışıkça konuşuyordu. “Magosa, büyük fetihten bu yana, kutladığım ve öğdüğüm Türkler’in olacak… Yarın gün ışırken şöyle yapasın.”

Cümle kurt, kuş, gecelerin uykusuzu baykuş bile, uykudaydı. Dünya uyuyordu ululuğuyla dolu evren bile uyuyordu. Bir Piyâle Paşam ve bir de ışık Peygamber. Sonra öğülen, kutlanan çeriler…

Uyandılar. Namazdan sonra Piyâle Paşa’nın çevresine, tek bir yürek olup toplandılar. Paşa , geceyi anlattı: “ Arslanlarım!…” dedi. “Benim arslanlarım! Bu bir ulu buyruktur, şöyle yapasınız. Her çeri börküne toprak doldura ve getirip şu su dolu hendeklere ura… börküyle bile ura… Haydi şahbazlarım gayret günüdür…”

Ordu bir kaynaştı içinde, çevre yana bir taştı ve bu anda, bu kaynaşma ve bu taşma içinde börkler dolusu toprak elden ele ulaştı. Suya düşen her börk bin misli büyüdü ve toprak bin misli katılaştı. Venedikli’nin paslı pis oklarıyla vurulup tertemiz alnından binlerce çeri, toprak ve börklerle birleşti ve devleşti… devleşti!

Su dolu hendekler dümdüz topraklaştı.

Ve ordu, bir kuş uçumu hafifliğinde son engeli de aştı. Magosa’nın kapısındaki ölüm kusan çarkıfelekler bile bu işe şaştı; şaştı da onları çeviren el ters döndü telaşından.

Ölüm makineleri şimdi Venedikli’den yana dönmüştü. Bir göz açımı kadar bile zaman geçmedi.

Yılmadan döğüşen, vurulup düşen tertemiz ve ulu erlerin – ulu ve yüce erlerin- kanlarından renk almış bir al bayrak Magosa burçlarında dalgalanıyor ve yılların karanlığı ak ışıklar içinde pırıl pırıl yanıyordu.

Hâlâ o bayrak Magosa’nın görünmez burçlarındadır torunum ve geceler gecesi Kıbrıs karanlığını dalgalandırmaktadır.

 

Türk İslam Efsaneleri, Sayfa 144-148

Bir yanıt yazın