Türk İslam Medeniyetinde milletimizin beğendiği, benimsediği siyaset ve devlet adamlarıyla ahlâk kahramanlarına, ölümünden sonra verdiği tek bir rütbe vardı: Evliyalık. Onların yattıkları yerlerin mezarlık haline gelmesi, daha sonra ruhaniyetlerinden feyz almak isteyenlerin onlara komşu olmayı tercih etmelerindendir.
Ölüm burada, hemen iki üç basamak merdiven ve bir iki setle çıkılı veren bir bahçede hayatla o kadar kardeştir ki, bir nevi erme yolu veyahut aşk bahçesi sanılabilir.
Kendisinin ebedi olduğuna inanan bir topluluk, vefat etmiş mukaddes insanlarla ahiret ülkesini fetheder onlarla ebediyetteki devletlerini, koza örer gibi kurardı. O topluluk Türk milletidir.
Böyle bir toplumun mensubu olan kişi, aklın ve kalbin müşterek bir iman beyannamesi sayesinde, yolunun açık, ufkunun aydınlık, amacının keskinleşmiş ve hayat sisteminin ana hatlarıyla belirlenmiş olduğunu görür.
Bu mezarlarda yatanlar irfan ateşiyle şekillenen muhabbet nefesiyle gönüllere girmişler, kalpten kalbe bir sevgi yumağı ören Muhammedî bir sevdanın enginliğine varmışlar, fütüvvet ahlâkını ve irfan geleneğimizin efsunkâr güzelliklerini goncaya durdurmuşlar, Anadolu coğrafyasını iman nuruyla yoğurmuşlar ve bu toprakları Müslüman Türk milletine ebedi vatan kılmışlardır.
Onlar velveleli bir hayatın sonunda dinlendirici hassaları olan bir suda yıkanır gibi bu mezarlarda uyuyorlar ve şimdi, biz, onların mezarlarını ziyaret ederken bu sükûnun, büyük bir deniz gibi etrafımızda dalga dalga yükseldiğini hissediyoruz. Onlar ruh kudretleri ve kerametleri ile şehirlerimizi muhasara ederler.
Mezarlar bir vatanın tapu senedi hükmündedirler. Ölüm hayatın fiziki yönünü sonlandırsa bile şahsiyete dair hatıralar ölenin ardında kalanların hafızalarında geleceğe taşınır. Mezarlar bu manada hayatın son bulduğu bir yer olmaktan çıkar ve bizi mazi ile gelecek arasında bağ kurulan bir hafıza mekâna dönüşürler. O kişinin hayatına dair değerler manevi hükmü ile yaşayanların zihninde hayata karışır ve geleceği var ederler. Türk-İslam Dünyasında bu sebeple mezarlıklar birer ayrılık değil vuslat mekânıdırlar. Yahya Kemal’in eşsiz mısralarında
“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde,
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde,
Her seher bir gül açar,
Her gece bir bülbül öter.”
İfadeleriyle ölüm asude bahar ülkesi olarak mezarlıklarda gül ve bülbül diyarı olarak yaşar kültürümüzde. Vefat eden şahsa sonsuzluğu tevdi ederken onun var ettiği değerler ile geride kalanlar geleceğe taşınırlar. Her ziyaret bir hatırlama ve hafızanın yenilenme vesilesidir.
Mezarlar büyük mefkûre ve hareketlerin vatan üstündeki sonsuzluk abideleridirler. İnsanlar ana hükmündeki vatanın üstünde yaşayıp zamanı gelince ana kucağında sonsuzluk uykusuna varırlar. Nurettin Topçu “Büyük mezarların üstünde büyük vatanlar vardır. Büyük ölüleri olmayan milletler ebedî olamazlar. Üzerinde büyük ruhların sevildiği topraklarda ebedi hayat ağacı yeşerir, gerçek hayat, gerçek saadet tadılır. Onlarsız yeryüzünde yetim yaşar insanlar. Anadolu toprağının altında bize bin yıllık maziden emanet olan büyük mezarlar, ebedi olan ruhlarını bizim varlığımıza karıştırdıkça, ruhlarımıza düşman olan sefillerin zehirli tesirleri bizi imha edemez. Bizi yaşatan ve ebedi yapan, ebediliğe götüren büyük kervanın başında Mevlânâ’ları, Yunus’ları görüyoruz” diyerek bu hususu veciz bir şekilde ifade eder. Bu bakımdan ecdat mezarları sadece ziyaret edilip dua okunacak tören mekânları olmanın ötesinde bu vatanda varlığımızın maziden geleceğe şahidi olan senetlerdir. İçlerinde yatan büyük şahısların mefkûreleri hayata değer katmaya devam ederken, mezarlarının bizatihi varlığı kimliğimize dair bize hatırlatmada bulunur. Bir devlet büyüğünün, bir din ulusunun, bir âlimin veya arifin mezarları bize geçmişin ilhamlarını taşıdığı gibi, nereden geldik, kimiz, neyiz ve nereye gidiyoruz sorularına da cevap olurlar. Yahya Kemal de “Hiçbir şiir bir mezar taşı kadar milli olamaz. Çünkü onda el emeği, göz nuru, sanat vardır ve onlar bize bizi anlatır.” diyerek, söylenmek isteneni muhteşem üslubuyla anlatır.
Orhun Abideleri ile geleceğe miras kazıyan ve mührünü vuran Türk geleneği, ülkenin en doğusunda nöbet bekler gibi Ahlat’ta vatanı beklemeye devam eden mezar taşları ile sonsuzluğu isteyen bir medeniyetin sonsuzluğa açılan bir medeniyet bahçesi gibidir.
Zamanın sözleri tarihin izinde geleceğe ulaşır. Hafızayı yani kimliği var eden olay, mekân ve olgular, bu süreçte yeniden üretilecek olan tarihin kolunda millete eşlik eder. Millet geçmişin var edici özünün esaslarını gelecekte de yaşasın diye hatırlatırlar. Alparslan olur söylerler, Malazgirt olur söylenirler, Ahlat’ta mezar taşı olup şahitlik ederler. Anadolu’nun kapısını Türklere açan ilk fatihlerden, Mustafa Kemal Atatürk’ün kabrine, vatan uğrunda fedayı can eyleyen tüm şehitlerimizin ve atalarımızın mezarlarıyla bu vatanda biz oluruz. Türkiye eylediğimiz Anadolu’yu vatan kılan büyük Sultanların mezarlarından itibaren vatan mezarlarla müstakbele yürüdüğümüz mekândır. Sultan I. Kılıçarslan’ın Silvan’da yer aldığı bilinen, ama tam yeri ilgililerince bile! Meçhul mezarlar gibi niceleri bizi bu vatanda millet eylemeye devam ediyorlar. Bunların bilinmesi ve ziyaretleri ile hatırlarının şenlendirilip geleceğe mefkûrelerinin taşınması Türklüğe düşman olan tüm sefillerin zehirli tesirlerinden vatanı koruyacaktır.
İnsanlığa hizmet uğruna bir ömür vermiş, bir hayat sunmuş bu vefakâr, cefakâr, hizmetkâr ve cengâver büyüklerimize sevgi ve hürmet beslerken, onlardan aldığımız dünyamızı da ahretimizi de huzura dönüştürecek Türk-İslam manevi mirasını, gelecek nesillere bırakacak yazılı eserlerle onların hatırasına dikeceğimiz abidelerle mezarların etrafına inşa edeceğimiz türbelerle aktarma görevimiz vardır.
Vefa; sözünü yerine getirmek, sözünü tutmak, borcu ödemek anlamlarına geldiği gibi; görülen iyiliği unutmamak ve iyilik yapana teşekkür etmekle kalmayıp minnet duymaktır. Vefa sadakatin nişanesidir. Rahmet inayet ve şefkat vefalı olanlara gelir. Ahde vefa göstermek imanın gereğidir. “Ahde vefası olmayanın imanı ve dini olmaz.”
6 Ekim 2018 tarihinde Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde metfun olduğunu bildiğimiz, Anadolu’yu Haçlı sürülerine dar eden Selçuklu Sultanı I. Kılıçarslan’ın ‘Kutbet üs Sultan’ türbesini ziyaret için gittiğimizde ne halktan ne de yetkililerden türbenin nerede olduğunu öğrenememenin hüsranını yaşadık. Ankara’ya döner dönmez de Cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere TC Kültür Bakanlığına, Türk Tarih Kurumu Başkanlığına, Diyarbakır Valiliğine, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığına ve Diyarbakır Dicle Üniversitesi Rektörlüğüne konuyu mektuplarla yazarak türbenin yerinin bulunup yeniden inşa ve ihyasını talep ettik. Bakalım, büyük sultana gerekli vefa gösterilecek mi?