Kurubaş Geri Gönderme Merkezi
16/11/2018
İran adı verilen coğrafya eskiden beri Türk yurdu olmuştur. Ayrıca İran, Türklüğün ortaya çıkardığı büyük uygarlıkların doğduğu yer olmuştur. Tartışılabilir İslam öncesi tarih dışında son 1500 yıl boyunca bütün devletler Türkler tarafından kurulmuştur.
Avrupa Tarih Tezi, Türk dünyası topraklarının kalp gâhi (Heartland)olan İran Türklüğünü inkâr eder. Avrupa Tarih Tezi, “Büyük Hazar Türk İmparatorluğu’nun kurulduğu arazileri, gerçek tarihi verilere ters bir şekilde, yalnız kuzey Kafkas ve kuzey Karadeniz olarak gösterir. Araştırmalarımıza göre Hazar imparatorluğu Kuzey Kafkas ve Kuzey Karadeniz arazisi dâhil günümüz İran ve Kuzey Horasan topraklarını kapsamıştır. Hazar İmparatorluğunun kültürel bekasını günümüzde Tebriz başta olmak üzere Teberistan ve Horasan’da görmekteyiz. Teberis, Tebriz, Toros, Trabzon(Tebrizan) ve Tiflis gibi medeniyet ocakları Hazar Türklerinin kültürel mirasını yaşatmaktadır. Horasan ve Azeran adlarının etimolojik olarak Hazaran sözcüğünden türediğini düşünüyoruz.
Saman Yabgu devleti (samaniler diye bilinen, Tacik oldukları iddia edilen Samanian devleti kastedilir. Tarihi verilere göre o cümleden İlhanlı Türk İmparatorluğunun Sultanı Kazan Hanın Baş veziri – Sadr’i-Azem’i Fezlullah Hemedani’nin ünlü “Oğuz name” eserinde de görüldüğü gibi samanlılar bir Türk sülalesidir) görüldü gibi Hazar Türk İmparatorluğunun bir mirasçısı olarak ortaya çıkmıştır. Gazneliler, Selçuklular, Harezmşahlar, Büyük İlhanlılar, Ak Koyunlular, Kara Koyunlular, Emir Timur, Safeviler, Avşarlar, Gacarlar gibi Türk imparatorlukları, Hazar Türk imparatorluğunun birer varisleri olarak günümüz İran arazisinde kurulmuştur. Aynı zamanda Anadolu’da ortaya çıkıp, Merkezi Avrupa’ya ve Kuzey Afrika’ya kadar uzanan büyük Osmanlı Türk imparatorluğu olmuştur.
İran etnik ve arazisi bakımından hem de devlet yapısı bakımından bir Türk devleti olmuş ve Türk bayraktarlığını yapmıştır. Nasıl olur da 1925 yılına kadar Türk bayraktarlığını yapan nüfusuyla, etnik ve devlet yapısıyla bir Türk devleti ve yurdu olan İran, bir anda Pers oluveriyor?!
Bu fikir, bu iddia hiç bir gerçek tarihi veriye dayanmayan Avrupa Tarih Tezinin ürünüdür. İran’ı Pers yapan Avrupa Tarih Tezi, bilimsel çalışmalarla çürütülmediği sürece büyük Türk milletinin gerçek anlamda kurtuluşu, dirilişi ve birlikteliği mümkün olmayacaktır. Bugün siyasi tarih yeniden ele alınmalıdır. Bu da Arşiv belgelerine vakıf bağımsız bilim adamlarının çalışmaları ile mümkün olabilir.
Gacar Türk imparatorluğunun kurucusu Ağa Muhammed Han’ın 18. Yüzyılda devletimiz ve milletimiz için hayatı önem taşıyan ve 130 yıl Gacar imparatorluğu döneminde bir esas ilke olarak ele alınan ve kanun olarak uygulanan ünlü bir ifadesi vardır:
“Anası Türk Olmayan Şehzade, Veliaht Olma Hakkını Kaybeder.”
Avrupa Tarih Tezine dayanan dünya eğitim sistemi, İran Türklerinin kimliğini inkâr ederek onu uyduruk Pers kimliğiyle tanımlar. İran’ı Pers olarak kabul etmek, persliğe mal etmek, Türk-İslam karşıtı Avrupa Tarih Tezini benimsemektir. İran’ı Perse mal etmek, Türk ve İslam karşıtı zihniyetin ürünüdür.
Yukarda adları sayılan devletlerin kurucularının ve ileri gelen şahsiyetlerinin mezarları İran’daki Türk milletçilerinin en esas ziyaret mekânlarına çevrilmelidir. Bu mekânlar Türk milliyetçilerinin ruh yüksekliklerine sebebiyet verecek muzaffer kişilerin ocaklarıdır.
Gacar Türk imparatorluğunun kurucusu Büyük Ağa Muhammed Han’ın mezarı başta olmakla diğer bütün Gacar sultanlarının ve ileri gelen şahsiyetlerinin; O sıradan Kara süvari komutanı Azerbaycan Eyalet ordu komutanı ve veliahdın baş muhafızlık görevini yapmış olan Büyük Emir Erşed Han ve kardeşi Büyük Zergam Han ve Böyük Kaşkay İlhanı Su’letüd’dövle Han ve Horasan yiğitleri gibi ülkenin ve devletin Türklüğünü ve bağımsızlığını koruyarak şehit düşen komutanların mezarları Türk milliyetçileri tarafından ziyaret mekânlarına dönüştürülmelidir. Her şeyden önce bu kişilerin, bu şahsiyetlerin bilimsel seviyesi yüksek olan Türk milliyetçi şuuru ile yetişmiş olan bilim adamlarımız tarafından ele alınarak, monografileri yazılıp, gündeme getirilip, okutulup ve şuurlu biçimde bu mezarlar ziyaret mekânlarına dönüştürülmelidir.
Bugün Milli Harekâtın ileri gelen bilimsel seviyesi yüksek olan şahsiyetlerinin en önemli görevi İran’ın Türk siyasi tarihine odaklanmalarıdır. İran’ın tarihi özellikle İslam sonrası siyası tarihi geniş biçimde bilimsel kaynaklara ve arşiv belgelerine dayanarak yeniden çalışılmalıdır.
Türk-İslam karşıtı Avrupa Tarih Tezine dayanılarak çarptırılmış siyasi tarihimizin yeniden ele alınması gerekmektedir. Bu uyduruk Pers adı altında çarptırılmış tarih anlayışının çürütülmesi gerekmektedir. İran’da Türk milliyetçilerinin kazanımı ve başarısı daha çok bu bilimsel siyasi Tarih anlayışının, zihniyetinin oluşup oluşmamasına bağlıdır. Bunun içinde manevi değerlerimizden sayılan İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Zeki Velidi Togan, Ali Tebrizli vb. ve Milli Hareketin temel teorisyenlerinden sayılan Pr. Dr. Muhammed Taki Kirişçi gibi şahsiyetlerin yarım kalmış araştırmaları kaldığı yerden devam ettirilmelidir.
Pers adı altında siyasi tarihimize dayatılmış olan uyduruk tarih tezlerle Türkçülük yapılmaz. İran’ın tarihi mutlaka yeniden yazılmalıdır ve bu, Türk milletçi bilim adamları tarafından yazılmalıdır.
Birinci Dünya Savaşında müttefik güçlerin işgaline uğrayan İran’da Türklük ortadan kaldırılmak istenmiştir. Var olan 20 milyonluk nüfusunun 10 milyonu soykırıma uğratılmıştır. Bu soykırımdan sonra İran’da Türk egemenliği yenilgiye uğratılmış, Türklük hor karşılanmış, hatta Türkçe konuşanlar ahıra bağlanmıştır.
İran Türk milliyetçi harekâtının başarısı Türk – İslam karşıtı Avrupa Tarih Tezinin, bilimsel yollarla çürütülmesinden geçer.
1925’ten itibaren İran Pers-PanFars adı altında Aklen ve Fikren işgal edilmiştir. İran’ın gerçek bağımsızlığının yolu panfarsizmin mahkûm edilmesinden, uyduruk Pers tarih anlayışının çürütülmesinden, kendi gerçek tarihini kabullenmesinden ve gerçek Türk-İslam tarihini benimsemesinden geçer.
Gözaltına alınmadan önce Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a takdim etmek maksadıyla yaklaşık bir yıl boyunca konunun uzmanlarıyla birlikte çalışmış olduğumuz “Türk-İslam Değerlerine Dayalı Alternatif Alperenlik Eğitim Sistemi” başlıklı akademik eserimizde de geniş biçimde değindiğimiz gibi, Hindistan Yarımadası halklarıyla Avrupalıların köken birlikteliğini iddia eden, İran’ı da “Ari-Arya” diye bu dairenin içerisine sokan ve 200 yıllık antropolojik, arkeolojik vb. bilimsel tarihî çalışmaların gerçek ve somut sonuçlarını görmezden gelerek, siyasi amaçlara hizmet eden bu yaklaşım, Avrupa Tarih Tezi’nin esasını oluşturmaktadır.
Bu yaklaşım, “Eski Dünya” denilen Avrasya’daki Türk egemenliğinin ortadan kaldırılmasına, I. Dünya Savaşı sırasında müttefik kuvveler olarak bilinen İngiltere başta olmak üzere Fransa ve Rusya tarafından bu koca medeniyet merkezi olan doğunun yönetiminin ele geçirilmesine ve 20. yüzyılın başlarından itibaren Türk-İslam karşıtı Yeni Dünya Düzeni’nin kurulmasını amaçlamış profesyonel bir şekilde uydurulmuş bir yalan olduğu, bütün tarafsız bilim merkezlerinin çalışmalarından da anlaşılmaktadır. Bu durum, 2006 yılında (tarihe bakmak gerekebilir) Fransa Millî Akademisi’nin konuyla ilgili konferans bildirisinde de ispat edilir bir durumdadır. Kısacası “Hint-Avrupa Teorisi” koca bir yalan üzerinde kurulu olmuştur.
Aslında bu “Hint-Avrupa Halkları Teorisi”, medenî dünyanın temel merkezinin Roma’ya, dolayısıyla Hıristiyan Avrupa’ya (Mesihiyyet düşüncesine) intikal ettirmeyi ve gerçek medeniyet beşiği olan doğunun ise medeniyet dışı göstermekle Türk-İslam medeniyetini saf dışı bırakmayı amaçlamıştır.
İngiltere kraliyeti tarafından Hindistan Kalküta-Kelkete kendinde kurulmuş olan Doğu Enstitüsü’nce, 1780’li yıllarda yapılan konferansta, ünlü yalancı tarihçi Sir Johns’un açıklamış olduğu bu Hint-Avrupa halklarının köken birlikteliği fikri, doğunun bin yıllarca oluşturmuş olduğu zengin medeniyet yapısını, devlet ve devletlerarası ilişkiler yapısını, özellikle de etnik ve etnikler arası ilişkiler yapısını alt üst ederek mahva sürüklenmesine sebep olmuştur. Bunun yanı sıra doğurmuş olduğu Aria’cılık gibi ırkçı faşistik fikirleriyle de on milyonlarca insanın yok edilmesine yol açmıştır.
“İran’da Türk Egemenliğinin İnhilal Sebepleri” ve “Farsların Kökeni ve Kimliği” çalışmalarımızda (bu iki çalışma, 2017.Yılda ileri gelen milliyetçi yayın evlerinin birine yayınlanması için gönderilmiştir, maalesef bazı nedenlerden dolayı yayınlanmamıştır.) genişçe değindiğimiz gibi İran, İslam öncesi münakaşalı tarih dışında son 1500 yılın tartışmasız tarihsel yapısına baktığımızda Hazar imparatorluğundan başlayarak Gacar İmparatorluğuna (“Gecer, Gacar” sözcüğü, etimolojik olarak “Hazar” sözcüğünden türemişidir. Aynı kökten olma ihtimali ağır basmaktadır.) kadar bir Türk ülkesi ve Türk devletidir.
Bin yılı aşkın Türk-İslam bayraktarlığını yapan ülkelerden biri olan İran’ın, Türk karşıtı “Hint-Avrupa Halkları Teorisi” üzerinden Ari-Arya-Hint-Avrupa uydurmasıyla, köken Yahudi tarikatı olan ve 1300 yılı aşkın süredir İslam karşıtı mücadelede bulunan ve 10. yüzyıldan itibaren Katolik kilisesiyle ittifaka girerek, Türklere ve Araplara ve dolayısıyla da İslamiyet’e karşı kültürel yozlaştırmayı amaç edinen, Tarihi tahrifle uğraşan ve aynı istikamette “Şuubiyye” teşkilatını kuran “Farisiye” tarikatının çağdaş tezahür biçimlerinden biri olan Bahayilerin, Babilerin ve diğer bize belli olan grupların, müttefik kuvvelerin direk müdahalesi ve desteğiyle Türk karşıtı “Fars ve Pers” adlandırılmasına ve yapılandırılmasına gidilmiştir. 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın başlarında bu Türk-İslam karşıtı menfur cereyanın en önemli simalarından olarak Manekci Haterya, Şapur Reporter, Erdeşir Ci ve Muhammet Ali Furuği gibi onlarca şahsın adlarını sayabiliriz.
Hint-Avrupa Halkları Teorisi ve Arya ırkı gibi bilimsel dayanağı olmayan, antropolojik, arkeolojik ve hatta tipolojik çalışmaların bilimsel sonuçlarına ters bir biçimde tamamıyla siyasi amaçlarla ileri sürülen bu tezler, doğu medeniyetlerini ve Türk-İslam egemenliğini yenilgiye, iflasa ve inhilale uğratmıştır. Ne yazık ilginçtir ki tarafsız ve bağımsız beşerî bilim adamlarının büyük çoğunluğunun bilimsel çalışmalarının sonuçlarına göre, 18. yüzyılın sonlarından itibaren ileri sürülen Hint-Avrupa halklarının köken birlikteliği fikrinin hiç bir ilmî esasının olmadığı yönünde olmasına rağmen, dünyadaki ulusal ve uluslararası eğitim sistemleri başta olmak üzere bütün resmî ve hukukî merkezler, bu bilimsel sonuçları hiçe sayarak İran’ı Hint-Avrupa halkları arasında esas unsurlarından biri olarak göstermekte ve Pers olarak karakterize edilmesine kesin bir dille ısrar etmektedirler. Tabi bu da İran’ın son yüzyıldaki modern Ulus-Devlet dönemindeki Türk karşıtı devlet siyasetinden kaynaklanmaktadır.
“Kürtlerin Kökeni” ve “Farsların Kökeni ve Kimliği” adlı çalışmalarımızda da geniş bir biçimde değindiğimiz İran’ın gayri Türk unsurlarının kesin olarak çoğunluğu Gazneli, özellikle de Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde Haçlı savaşları sırasında Kuzey Hindistan’dan günümüz İran, Irak ve kısmen Suriye bölgelerine sevk edildikleri bilinmektedir. Hindistan yarımadası, İslamiyet’i kabul etmiş insani kaynak olarak Türk ve Müslüman imparatorlukları tarafından büyük önem arz etmiştir. Bunun için bu süreç ve sevk etmeler, Büyük Avşar İmparatorluğu dönemine kadar devam etmiştir.
Bilindiği üzere Kuzey Hindistan’dan sevk edilen ve Kürt olarak tanımlanan Kırmanci, Gurani, Surani vb. gibi halk ve aşiretler; Lor, Lar, Lek, Gilek halkları; günümüzde Afganistan ve Tacikistan’dan sevk edildikleri bilinen Tat, Tacik (Tatcık), Talış, Arap ve Beluç gibi halklar, yöresel ve bölgesel unsurlar olarak ülkenin her bölgesinde varlığını hissettiren ülke ve devlet için esas unsuru oluşturan Türklerle beraber asırlarca yaşayan kardeş halklardır.
Bu Hindistan’dan sevk edildikleri bilinen ve bilimsel çalışmalarla özellikle tipolojik incelemelerle kolaylıkla ispat edilebilen halk ve aşiretlerinin adına hiç bir ilmi esası olmayan Hint-Avrupa Teorisi üzerinden uydurulan 2500 yıllık süslü-püslü Pers tarihi yalanının, bundan gayrı ileriye götürülmesinin artık mümkün olmadığı anlaşılır anlaşılmaz, hemen bölgenin henüz netleşmeyen, büyük olasılıkla Prototürk-eski Türk medeniyeti olduğu fikri üzerinde durulduğu yerel uygarlığın, benimsenmesine soyunulmuştur. Bu tür iddialar, bölgeye herhangi bir olumlu etki vaat etmez.
Kaydedilen halk ve aşiretlerin ileri gelen temsilcileri, bu tür iddialara yol vermeksizin bu tarihi konuların aydınlaşmasını yerel tarihçilerin gerçek bilimsel çalışmalarının sonuçlarına bırakmalılar. Bir de unutulmamalıdır ki, “eski bir halkın, herhangi eski olmayan bir halk üzerinde daha fazla hakka sahip olmalıdır” diye bir ilke yoktur. Bölgedeki bütün halkların kardeşçe barış içinde yaşamayı başarmaları, ilerlemenin ve refahın en önemli şartıdır.
Bizim burada değindiğimiz konular, herhangi bir halka üstünlük kazandırmak için değil, tam tersine bölgemizi ve özellikle de ülkemizi uçuruma götüren Avrupa Tarih Tezi’nin uydurma Hint-Avrupa halkları ve Aria gibi faşistik düşüncelerin hiç bir ilmi esasının olmadığını ve İran’daki yöresel ve bölgesel halk ve aşiretler için herhangi bir hoş ve mutlu geleceği vaat etmediğini belirtmek içindir. Tarih bütün gerçekleriyle ortaya konulmalıdır. Gerçek ne olursa olsun halkların birliğine ve birlikteliğine halel getirilmemelidir.
Kaydedilen bu aşiret ve halkların Kuzey Hint kökenli olduklarına ve çeşitli zaman dilimlerinde oradan sevk edildiklerine dair ortaya koyduğumuz fikir bilinen, ama belli nedenlerden dolayı söylenmemiş bir tarihi gerçektir. Bunun onlarca açık ispatlarından biri tipolojik veriler olabilir. Diğer bir kanıt da 19. Yüzyıl boyunca hatta 20. Yüzyılın başlarında bile bu halk ve aşiretlerin etnikçi fikri benimsemiş ileri gelenlerinin Hint yöresel giysileriyle poz vermeleri ve özlerine dönüş gibi karakterize ettikleri bu hareketlerine dair yüzlerce fotoğrafların hâlâ arşivlerde bulunmasıdır.
Bizim burada İran’daki halk ve aşiretlerin nerden ve ne zaman ülkemize sevk edildikleri gerçeğini gündeme getirmemiz kimseyi rahatsız etmemelidir. Çünkü tarihi bir gerçektir. Nasıl ki Türklerin Eski Dünya’nın, Avrasya’nın, doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine ve tersine bin yıllarca gidiş gelişte olan, yurtlar, şehirler kurup yerleşik hayata geçen veya konar-göçer halinde yaşadıkları bilinir bir gerçektir.
Şimdi burada İran’ı Fars-Pers olarak karakterize etmekte ısrar eden, sisteme ve bu mesnetsiz bilimsel verilere ters düşen iddiaları eleştiren akademisyenlere yönelik en sert cezaların uygulanmasını talep eden Cevat Tabatabai gibi sözde teorisyenlere soruyorum:
“Ülkemizin yöresel ve bölgesel unsurlarını oluşturan Lor, Lar, Lek, Gilek, Kırmanci, kurani, Surani, Tat, Tacik (Tatcık), Talış, Beluç ve Arap halkları ile ülkenin büsbütün bölgelerinde varlığını hissettiren, ülkenin esas unsuru olan Türkleri göz önünde bulundurduğumuzda, bu soyu sopu belli olmayan, 19. Yüzyıl öncesi tarihimizde hiç bir inanılası, objektif ve yazılı izine rastlamadığımız Fars-Pers milleti veya başka bir ifadeyle Fars-Aria kimliği nerden çıkabiliyor?”
“İran’ı asıl Türk-İslam kimliğinden mahrum eden, halkı kimliksizleştiren, gerçek kimliğinden yoksun bırakan, ülkeyi yüz yıldan sonra yıkıcı kimlik krizi ve ahlaki kriz ile yüz yüze bırakan Fars-Pers milliyetçiliği (milletten yoksun milliyetçilik) doğu medeniyetlerine, İslamiyet’e, Türklüğe en büyük darbe olmamış mıdır? Bu uyduruk Fars-Pers kimliği hangi kuvvetler için yararlı olmuştur?”
İran, bir ülke ve devlet olarak, toplumu yokluğa, hiçliğe, kültürel yozlaşmaya, maddî köleliğe, ahlaksızlığın ahlak haline getirilmesine ve büsbütün kimliksizliğe ve de geriliğe götüren bu soyu sopu belli olmayan Aria-Fars-Pers gibi hiç bir tarihi ve ilmî esası olmayan iddialara dayanan yıkıcı kimliksizlikle yaşayamaz ve var olamaz.
İran, bir bütün olarak var olmak ve tarihi misyonunu (görevini) yerine getirmek istiyorsa, mutlaka oryantalistlerin ve yerli uşaklarının uydurma kimliğinden büsbütün kurtulmalı ve gerçek tarihî kimliğini yani Türk-İslam kimliğini benimsemesi gerekmektedir.
İran’da Pehlevilerden itibaren bütün yöresel ve bölgesel halklar, özellikle de bölgenin ve devletin vazgeçilmez esas unsuru olan Türkler, kültürel soykırım siyasetine tabi tutulmuşlar. Türklerin belirsiz Fars-Pers kimliğini benimsemeleri için her türlü gayri insanî yollara başvurulmuştur.
Türkler, Türkçe konuştukları için Kirman’da, Şiraz’da, İsfahan’da, Güneybatı ve diğer eyalet ve ilçelerinde ahıra bağlanmış ve en ağır işkencelere maruz bırakılmıştır. Kısacası 1925 sonrası İran’ın merkezi, güney ve güneybatı bölgelerindeki Türklere yönelik uygulanan Türk karşıtı Farslaştırma siyaseti, kuzey bölgelere orantılı olarak daha ağır ve daha yok edici olmuştur. İran’ın iç ve güney bölgelerindeki Türklere, özellikle de yerleşik Türklere karşı dönemin en vahim ve ağır cinayetleri devlet tarafından işlenmiştir. Türk, ya ölmeli ya da en ağır şartlarda taşra bölgelerde etkisiz bir biçimde hayatını sona erdirmeli idi. Bu ağır ve soykırım denilebilecek cinayetlerden canını kurtarıp İran’ın kuzey bölgelerine O cümleden Azerbaycan’a göç eden Yezdli, Kirmanlı, Şirazlı vb. Türkler az olmamıştır. Çünkü İran, 1907 ve 1921 yıllarındaki taksim antlaşmalarıyla İngiltere ve Rusya arasında nüfuz bölgelerine bölünmüştür. Rusya’nın özellikle Sovyet dönemi Rusya’sının İran’daki Türk karşıtı siyaseti, İngiltere’nin takip ettiği Türk karşıtı siyasetinden daha farklı metotlar kullandığını görüyoruz. Bu da yöresel arazi üzerine milliyetçiliği, gerçek milliyetçiliğe tercih etmesi idi. İran’ın kuzeydoğusunda Türklere, Türkmenlik, Türkmenistanlılık, Horasanlılık; kuzeybatısında ise Azerilik, Azerbaycanlılık kimliklerini ön plana alınması idi. Bu iki arazi arasında ise “Gilek” sorununu doğurarak sorunlu ortamda kendi nüfuz bölgelerinin korunmasına ve devlet çıkarlarının teminatçısı gibi onları kullanmasına imkân sağlamıştır.
İngiltere’nin Rusya’dan farklı olarak İran’da Türklere yönelik bu Hint-Avrupalılık, yani Pers siyasetinin uygulanmasında böyle bir metot seçmesi mümkün olmamıştır. Ancak İngiltere, nüfuz bölgesi olan güneydeki Türkler için ya İran-Pers kimliği kabullenmek ya da etkisiz hale getirilmek siyaseti uygulamıştır.
Ruslar, bütün bunlardan farklı olarak 1925 yılında kendi nüfuz bölgesindeki Türklere yönelik uyguladığı kültürel siyasete göre Türkler için “Horasan Kimliği”, “Türkmenistan Kimliği” veya “Azerilik-Azerbaycanlılık Kimliği” tanımlamıştır. O dönem İran’ın kuzeyindeki Türkler için arazi üzerinden tanımlanmış olan Horasanlılık, Türkmenlilik, Türkmenistanlılık, Azerilik ve Azerbaycanlılık gibi kimlikler, vahim soykırım ve cinayetlerden yeni çıkmış ezilmiş Türk toplumu tarafından kabul etmek zorunluluğu doğmuştur. Türklerin en azından bir nefes almak, soluklanmak için bunu benimsediğini söyleyebiliriz. Tabi bu da siyasi anlamda Azerilik, Azerbaycanlılık, Azerbaycancılık ve benzeri yapay kimliklerinin, zaman aşamasında Türklüğün yerine alternatif olarak doğmasına sebep olmuştur.
Şimdi soruyorum; “Şu an bizi Türk olduğumuz için nefes almaktan, soluklanmaktan alıkoyan bir kuvve mi var ki biz hâlâ İran’da Türklüğümüzü savunmaktan çekiniyoruz?”
Yaşamak için, diri kalıp bizim gibi yeni bir nesli doğurmak için, yok olmamak için benimsenirmiş olan o yapay kimlik, tarihi görevini yapmıştır. Şimdi biz varız ve yaralı olmamıza rağmen diriyiz! Yeni nesil olarak üzerimize düşen Türklüğü bütün İran’da savunmak ve yüceltmektir. Ve bu Kutsal davada kendi devletimiz olarak sevdiğimiz Büyük Türk devletini yanımızda ve arkamızda görmek istiyoruz. Çünkü bu strateji, İran Türkleri kadar Türk devletinin de perspektiv itibarı ile hayrınadır.
Rahmetli Profesör Muhammed Taki Kirişçi’nin söylediği gibi; “Yüz yıllık Türk karşıtı siyasetin ülkede doğurmuş olduğu facialı sonuçları derinden anlamak ve çözmek kısa zamanda mümkün değildir. Bu zaman aşamasında anlaşılır, çözülür ve kabul edilir. Yeter ki biz Türklüğümüzü tanıyalım ve Türklüğümüze esaslanalım. İran’da Türk Milletini, Azeri-Azerbaycanlı ve gayri Azerbaycanlı diye bölmek, en azından tarihî hafızanın yokluğu veya en azından siyasî tarih anlayışının gelişmezliyidir.” İran’da Azerbaycan Türkleri, İran Türkleri deyimi bir sinonimdir (Eşanlamlı, anlamdaş). Bu deyimler bir bütündür, birbirine ters ve zıt değildir. Bunları antagonist olarak (rakip, düşman, zıt anlayışlar) ele almak sonuç itibari ile Kaşkay boyu ile Avşar’ın, Sungurlunun, Horasan Türkünün veya Azerbaycanlının karşı karşıya gelip savaşmasına zemin hazırlamaktır. İran Türklerinin Panfarsist karşısında bir bütün olması bizim için hayati önem arz etmekte ve bu asla unutulmamalıdır.
İran’da bir deyim var: “Ya Türk’sün ya da Türk olduğunu bilmiyorsun.” Bu ifade İran’ın kesin çoğunluğu için geçerli bir deyimdir. Bir söz var; “değişen değişir” veya bir başka ifadeyle “değişen değişmeye mahkûmdur.” Bu deyişin son 80 yılda, özellikle de Pehlevi’nin dönemindeki vahim cinayetler gibi değil, tam tersine adil, uzak gören, ülkenin bekasını, ilerlemesini, refahını düşünen bir demokratik ve hukukî sistem tarafından uygulanacak olan Affirmative Action – olumlu icraat veya olumlu ayrıcalık siyasetiyle mümkündür. Bu siyaset ülkenin var olması ve ülkenin siyasî geleceği açısından önem taşımaktadır. Tahran başta olmakla Horasan, İsfahan, Şiraz ve bütün eyalet ve ilçelerdeki Türklerin, Türklük ocağı Azerbaycan gibi kendi Türklüklerine sahip çıkmaları sağlanmalıdır. Türklerin kimliksizlikten kurtulmaları gerekmektedir.
İran’da Türklük bir bütün olarak yerelciliğe, bölgeciliğe yol vermeksizin ele alınmalıdır. İran’da Türklük Fars-Pers-Aria uydurmalarına karşı bir bütün olarak varlığını hissettirmelidir. İran’daki bölgesel ve yöresel halklar, azınlıklara kardeşçe davranmayı esas strateji olarak benimsemelidir. Adil ve makul istekler üzerinde durmalıdır. İran’daki Türkleri Azerbaycanlı, Avşar, Şahseven, Kaşkay, Türkmen ve benzeri boy adlarıyla bölüp parçalamak, minimalize etmek, mücadelenin en kolayına yani yüz yıldan beri Vüsuk’ud-devlelerin, Muhammed Ali Füruğilerin, günümüzde Haşimi Refsencani’lerin, Hatemi’lerin, Ruhani’lerin ve onların yurt dışı yandaşlarının isteklerini yapmasına varmaktan başka bir şey değildir. I. Dünya Savaşından sonra işgalci kuvvelerin kurmuş olduğu Yeni Dünya Düzeni’yle İran’a dayatılmış olan uyduruk Pers kimliğini kabul etmek Türklüğe ve İslamiyet’e ihanettir.
İran Türklüğünü yeniden siyasî alanda gündeme taşımak, ağır ve oldukça tehlikeli mücadele yoludur. Çünkü herhangi iç ve dış kuvvetten destek almak oldukça zor ve belki de imkânsızdır. “İran Türklüğünü savunmak kefenle dolaşmak gibidir!” Ama bu kutsal yolun yolcusu olmak Büyük Gacar imparatorluğunun Kurucusu Ulu Ağa Muhammed Han Ve Büyük Nadir Şah gibi nacilerin ordularında yürüyen yiğitler, serden geçen askerler, serbazlar kadar şereflidir. Ben mücadelemizde İran Türklüğüne bu yolu vaat ediyorum.
İran’a ve onun Türklüğüne yönelik dayatılmış olan Fars kimliği tarihî hafızanın dirilmesiyle ortadan kalkmış olacaktır.
İkinci Meşrutiyetten (Şehit Muhammet Ali Şah’ın sürgün edilmesinden Rıza Şah’ın geldiği döneme kadarki siyasî dönem kastedilir. Bu dönem İran-Türk tarihi açısından büyük önem arz etmektedir. Yeniden ele alınması gerekmektedir.) başlayarak, 1360 (güneş takvimi) / 1980’lere (miladî takvim) kadarki zaman diliminde daha önce de değindiğimiz gibi İran’ın Türklüğüne ve Türklük bayraktarlığına ölümcül darbeler indirilmiş ve Türklük etkisiz hale getirilmiştir. Türklüğün unutturulması ve dayatılmış Persliğin kabul ettirilmesiyle Türkler için arazi anlayışına dayanarak üretilmiş olan yerel yapay milliyetçilik, bir taraftan ülkedeki Türklük ruhunu etkisizleştirmiş ise diğer taraftan da Türkleri büsbütün yok olmaktan kurtarmıştır diye düşünebiliriz. Gerçek yanılmaz ve yanıltmaz.
1360g./1980’lerden sonra bölgedeki ve ülkedeki siyasî şartların değişmesi ile İran’da Türk milletinin varlığını ibraz etmesi mümkün oldu. 1980’lere değin kan kaybetmekte olan ve bazı daireler tarafından bitmiş görülen Türklük yeniden canlanmaya başladı. Bu süreç Türkler için DİRİLİŞ ve OYANIŞ dönemi olarak karakterize edilebilir. Başka bir ifade ile 1980 öncesi siyasî süreç ile 1980 sonrası siyasî süreci kıyaslamak mümkün değil. 1980 öncesinde Türkler, Pers-Aria kimliğinin alt kimliği olarak tanımlanan Azeriliği ve Azerbaycanlılığı ve benzer yapay kimlikleri veya kabile-boy adları ile ön planda tutulan sağ ve sol mücadelesinde birer kurban olarak görülüyorduysa, 1980 sonrası Türkler tam tersine Türklük için mücadele meydanlarında var olmaya başladılar. Bunun içindir ki şu an İran Türkleri, kan kaybettiği ve ölümcül yatakta yatan topluma özgü eski arazi milliyetçiliğini değil, yeniden canlanan, DİRİLİŞ ve OYANIŞ sürecini yaşayan canlı bir millete özgü gerçek kimliğini, yani İran’daki Türklüğünün bütünlüğünü savunmaya ve eski azametine yeniden kavuşmaya yönelmelidir. İran’daki Türkler bir daha 1980 öncesi haline dönmeyecektir. Dönecek olursa da 19. Yüzyıl öncesi gücünü ve azametini yeniden elde etmek için dönecektir.
Bu sürecin bilimsel teorik tarafları daha geniş bir biçimde ayrıca ele alınması gerekmektedir. Fakat şu an bu konuyla ilgili şunu söyleyebilirim ki her bir şuurlu ve liyakat sahibi Türk, tarihî hafızasını diriltmiş ve berpa etmiş ise mutlaka Türk olarak İran’daki eski konumunu yeniden elde etmek ister.
İran’da Türk milliyetçileri ayağını yere basmalı, boş ve zararlı hayallere kapılmamalı, makul ve olurlu stratejik istekler üzerinde durmalıdır. Çünkü İran’daki Türklük harekâtı, yalnız İran’da değil kardeş ve büyük Türkiye ve Kafkasya’yı temsilen büyük Azerbaycan’la beraber bölgemizde ve hatta Türk-İslam dünyasında önümüzdeki yüzyılda oldukça önemli rol oynamaları olağan süreç sonucu olabilir.
Bugün Güney Azerbaycan, İran Türk milliyetçiliği için en esas stratejik hedef Türk dilinin resmî, hukukî ve zorunlu devlet dili olmasıdır. İran’daki Türk milliyetçileri, insani değerleri her şeyin üstünde tutmalı ve kardeş halklar olan Kürt olarak tanımlanan Kırmanci, Surani, Gurani ve Lor, Lar, Lek, Gilek ve Tat, Tacik (Tatcık), Talış ve Arap ve Beluç gibi halkların dil ve kültürlerinin yöresel ve bölgesel bir şekilde resmî statü kazanmasını ve ortak dil olarak Türkçenin zorunlu devlet dili olmasını esas strateji olarak benimsemelidir.
“Türk dilinde medrese (okul) olmalıdır herkese” sloganı, İran’ın tarihî hafızasının DİRİLMİŞ ve OYANMIŞ şuurunun tezahür biçimidir. Bu sloganın uygulanmasını, tarihî hafızasını berpa etmiş, vatan ve millet anlayışını reddetmeyen ve insanî değerleri her şeyin üstünde tutan her bir İranlı demokrat şahsın kabul etmesi ülkenin bütünlüğü, refahı ve ilerlemesi için elzemdir.