Filozoflar, <<törelerin>> bir sosyal kontrol müessesesi olarak baskıcı ve zorlayıcı olduklarını, dolayısı ile fertlerin hür tercihlerine fırsat vermediklerini belirtirken, bir bakıma <<toplumcu ahlâka>> karşı çıkmakta ve <<bireyci ahlâkı>> savunmaktadırlar. Zaten sosyolojik mânâda <<hürriyet>>, fertlerin kendi cemiyetlerinden <<koparabildikleri alternatifleri>> ifade eder. Ahlâki davranışı, <<hür bir iradenin tercihleri >> tarzında anlayan bir fikir adamı için gerçekten <<töre>> insana boyun büktürmektedir, kişiyi cemiyetin önünde diz çöktürmektedir.
Öte yandan, ahlâkı, bir sosyal kontrol müessesesi olarak ele alan sosyologlar, bütün <<sosyal müesseseler>> gibi törenin de baskıcı olacağını, bunun bir kusur değil, aksine bir değer olduğunu savunurlar. Gerçekten de , törenin getirdiği ahlâk ve nizam <<müeyyidesiz>> ve <<bekçisiz>> değildir. O, filozofların idealindeki <<iyiyi>> değil, <<pratik olan ve yaşanan iyiyi>> savunur. Sosyologlara göre, ahlâk bir << sosyal müessese olarak>> elbette baskıcı olacak, elbette fertlere söz geçirecek ve nizama uymayanları cezalandıracaktır. Görülüyor ki sosyologlar (bilhassa E. Durkheim ve L. Levy Bruhl gibileri) <<bireyci ahlâka>> karşı bir nevi <<toplumcu ahlâkı>> savunmaktadırlar.
Günümüzde de bu tartışmalar devam etmektedir. Fertler, her türlü baskıdan, uzak, serbest bir yaşayışa <<özgürlük>> adını verdiği halde, cemiyetler ise fertlerin belli normlar içinde hareket ettikleri, sıra ve saygıya dayalı bir hayat şekline <<düzen ve disiplin>> adını veriyorlar. Bir bakıma, fertler cemiyetlere, cemiyetler ise fertlere teslim olmak ve boyun bükmek istemiyorlar. Bir bakıma, Alman tarihi idealizminin kurucusu olan Hegel, <<tez>> ve <<antitez>> biçiminde cemiyet ve ferdi karşı karşıya getirirken, bu gerçeği belirtmek ister.
Dinimiz İslâmiyet, bu konuda da bize en güzel yolu gösterir. Dinimiz, ferdi cemiyete tapındıran, yahut cemiyeti fertlerin hırslarına teslim eden anlayışları tasvip etmez. Dinimiz, ferdin de cemiyetin de tanrılaştırılmasına kesin olarak karşıdır. İslâmiyet’in ahlâk anlayışında ne <<kolektif ruhu ve cemiyeti tanrılaştıran>> E. Durkheim ‘ci telâkkiyi, ne de <<Tanrı Diyonizos benim>> diye çığlık atarak kendi <<egosunu>> tanrılaştırmaya kalkışan Nietzsche’ ci görüşleri bulabilirsiniz. İslâmiyet’te <<iyi olan>> ne ferdin hoşuna, ne de cemiyetin hoşuna giden harekettir; bunlar hoşlansalar da hoşlanmasalar da <<Allah için yapılan>> iş ve harekettir. <<Yalnız Allah için ve yalnız O’nun rızasını kazanmak için>> yapılan işler <<iyidir>>. Egomuzun istek ve hırslarına da cemiyetin emir ve iradesine de boyun bükmek iyi ve güzel değildir. Prof. H. Ziya Ülken’ in “Aşk Ahlâkı” adlı kitabında belirttiği gibi, korktuğumuz için, yahut bir menfaat umarak, yahut alkışlanmak için <<iyi davranmak>>, iyi değildir; bütün mesele <<iyi olanı>> büyük aşk ile sırf iyi olduğu için, en iyi olan <<Mutlak İyinin >> aşkına tercih edebilmektir.
İslâm ahlâkının temelinde ne fert ne de cemiyet sevgi ve korkusu yatar. İslâm ahlâkı, Allah sevgi ve korkusundan güç alır. Bir Müslüman gerek kendi nefsinin, gerek içinde yaşadığı cemiyetinin istek ve emirlerini yerine getirirken bile <<Allah’ın rızasını>> aramakta, her şeyden ve herkesten önce O’nun emirlerine ve isteklerine aykırı düşmemeye çalışmaktadır. İslâm’da hürriyet, <<Allah’tan gayrisine boyun bükmemek>> demektir. Öte yandan bir Müslüman Kur’an-ı Kerim’in <<örfe uyunuz>> emrini yerine getirirken Allah’ın emir ve iradesine ter düşmemeye gayret eder.
İşte, Türk töresi, en az bin yıldan beri, böyle bir ruh ile yoğrularak gelmiş ve Türk-İslâm ahlâk ve hukuku böylece doğmuş bulunmaktadır.Kutadgu Bilig‘den Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’ ye kadar nice şaheserler bu yüce terkipten filizlenmişlerdir.Türk töresi, İslâm dini ile âlemşümul bir ruh ve mahiyet kazanmıştır.