Fikir sistemi olarak milliyetçilik ile, siyaset ve idare tarzı olan demokrasi arasındaki sıkı alâka malûmdur. Her iki mefhum kütle temayülü, halk iradesi, hürriyet ve adalet çizgisinde birleşir. Biri fikrî temel, diğeri onun tatbikatı durumundaki milliyetçilik ile demokrasi, âdeta içiçe mevcut olabilen ve ancak bir arada bulunmakla mana ve ehemmiyet kazanan, eş değerde, iki içtimaî gerçektir. Hal böyle iken, milliyetçiliği demokrasiye karşı göstermek isteyenler vardır. Bunlar, yalnız belirli “sağcı” zümrenin çıkarlarına hizmet ettiğini ileri sürdükleri milliyetçiliğin, köklü menfaatlerini gözeten demokrasiye zıt bir cereyan olduğunu kabul ederler. Bilhassa “Halk demokrasisi” müdafaacılarınca benimsendiğini işarette fayda gördüğümüz bu nevi bir düşünce şüphesiz hakikate meydan okumaktan başka bir şey değildir. İnsanlara saygıyı, millet fertleri arasında dayanışma ve yardımlaşmayı, herkesin hakkına, hürriyetine riayeti, vatan ve millet sevgisini şiar edinen milliyetçiliğin aynı prensiplere sahip demokrasiye nasıl aykırı bir yön takip ettiği izahı müşkül bir iddiadır. Fakat “Halk demokrasisi” taraftarları millet bütünlüğünü parçalayıcı, insanları birbiri üzerine kışkırtıcı Marksist “sınıf” telâkkisine karşı aşılmaz bir kale heybetindeki milliyetçiliğin tesirini azaltmak için, onu tahrif etmekten geri durmazlar. Bu suretle, demokrasiyi de gerçek manasından uzaklaştırdıklarından, ikisine birden aynı şiddetli hücum imkânına kavuşmuşlardır! Burada dikkati çeken nokta hem demokrasi hem milliyetçiliğin aynı taarruz hedefinde yer almış bulunmasıdır ki, bu husus bir yandan, bu yüce insanî değerlerin kader ortaklığını göstermekte, diğer yandan milliyetçiliğe karşı olan çevrelerin aynı zamanda demokrasi düşmanlığını ortaya koymaktadır.
Halbuki, demokrasinin olmadığı yerde hakikî bir milliyetçilik düşünülemeyeceği gibi, milliyetçiliğe dayanmayan bir demokrasi de mümkün değildir. Milliyetçilik bir fikir sistemi, demokrasi de onun siyaset ve idare sahalarında icra safhası olduğuna göre, demokratik düşünce ve tatbikatın milliyetçilik feyzi ile beslenmesi gerekir. Demek ki demokrasinin menşei, doğrudan doğruya, insanın tabiî meyil ve isteklerinden doğan milliyetçilik his ve fikirleridir. Bilhassa Batı “Nasyonalizm” indeki biyolojik (ırkçı) görüşten değil, fakat manevi değerler, insanî ve vatanperverâne düşüncelerden kuvvet alan Türk milliyetçiliği bu yönden müstesna bir örnek teşkil eder. Bu itibarla Türk milliyetçiliği körpe demokrasimizin kaynağı olacaktır.
Tıpkı milliyetçilik gibi insanın hürriyet duygusu içinde gelişen demokrasi millet hayatında eşitlik ve adaleti gerçekleştirmek gayretindedir. Üstün bir demokrasinin huzur verici atmosferinden nasibini alan topluluklar adalet ve eşitliğin hakikî manasını kavramış ve cemiyet nizamında onların dozunu tayin etmeği başarmış olanlardır. Çünkü bu prensiplerin iyi anlaşılması demokrasiye giden yolun başlangıcıdır. Kıymetli bir mütefekkirimiziz de dikkati çektiği üzere, adalet ve eşitlik mefhumları çok yerde, belki, anayasa prensipleri olarak göründükleri ta Fransız ihtilâlinden beri, birbiri ile karıştırılmakta ve birbiri ile karıştırılmaktadır ve birbiri yerine konulmaktadır. İstisnasız bütün sosyalist nazariyelerin düştüğü en ağır hata, eşitliğin hem siyaset (siyasi demokrasi) hem de iktisat (ekonomik demokrasi) sahasında aynı mana ve değeri taşıdığı düşüncesidir. Halbuki bunlar, ayrı ayrı şeylerdir. Eşitlik siyasette, adalet ise iktisat ve idarede muteberdir. Ve her biri ancak kendi tabiî çevresinde değer kazanmaktadır. Siyasette adalet zarureti yoktur; eşitliği de normal hayat düzeninde gerçekleştirmeğe çalışmak nizami sarsıcı tesirler yapar. Günlük yaşayışında hakkının hassas bir takipçisi olan insan, eşitlikten çok, adalet ihtiyacı içindedir; siyasette ise tam eşitlik hâkim olmasını ister. İşte demokrasi birbirini ikmal eden bu iki prensibi, insan ruhunun temayülüne uygun şekilde, doğru ve ahenkli olarak yürürlükte tutan tek idare tarzıdır. Bu psikolojik ve içtimaî gerçeklere sırt çeviren sosyalist rejimler, millet iradesini hiçe saymak, seçimlerden, halk oyuna müracaattan kaçınmak ve iktidarı bir gasp metaı hâline getirmek suretiyle siyaset sahasında asla yer vermedikleri eşitliği, aksine, halka idarede yürütmek iddiaları yüzünden muvaffak olmamakta ve bu yolda cebir ve şiddete sapmaları sebebiyle türlü haksızlıklara uğrattıkları toplulukları maddî- manevi çöküntüye sürüklemektedirler.
Bununla beraber, milletleri çöküntüye götüren yalnız adalet ve eşitliğin çiğnenmesi, zulüm ve baskı değildir. Bizzat demokrasi de kendi bünyesinde insanları bedbaht etmeğe yeterli tohumlar taşır. Her ne kadar demokrasi iyi bir idare nizamı ve bir “fazilet” rejimi ise de bundaki başarı bizzat demokrasiyi tahrip edebilecek bu zararları tohumların yeşermesini önlemeğe bağlıdır. Demokrasi, bakımı fevkalâde ihtimam isteyen nazlı bir çiçeğe benzer, ihmâl edilirse derhâl solabilir. Hürriyet sevgisinden doğan demokraside bizzat hürriyetin normal sınırlarını aşması onu soldurmağa doğru ilk adımı teşkil eder. Aslında bencil tabiatlı olan insan bir içtimaî varlık yani toplu hâlde yaşamağa mecbur bir mahlûk olmakla beraber, hürriyetini, menfaat çatışmalarına yol açacak kadar, şahsî çıkarı lehine değerlendirmek arzusundadır. Filozof Kant tarafından incelenmiş olan insandaki bu “içtimaîlikten ayrılma” iç güdünün baş göstermesi için çok kere ehemmiyetsiz bir fırsat kâfi gelmektedir. Böylece, hükümet adına başkalarını istismar temayülünün kontrol edilmediği memleketlerde demokrasi soysuzlaşmaya başlar. Liyakat kazanmadan yüksek mevkilerde elde etme, haksız servet edinme, müdahaleden uzak yaşama hırsı fertleri türlü suistimâl, ahlaksız, çirkinlik irtikâbına sevkeder. Eşitlik artı bir nazariyeden ibaret kalır, adalet iştiyakının yerini lafız, şekil alır; kanun hükümleri kelime kalıplarının inhisarına girer ve ruhunu kaybeden hukuk kadavralaşır, ciddiyet, namus, ahlâk alay mevzuu olur. Bu içtimaî hastalık umumiyetle geniş hürriyet çağlarında nüvelenmekte ve müteakip devirde bütün ıstıraplarıyla meydana çıkmaktadır. Roma’da Cumhuriyet, Senato’ya ve meclislere üye seçme hakkına sahip vatandaşların bu duruma düşmeleri ve “becerikli” kimselerin de olanları istismara girişimleri neticesinde nihayete ermiş, gelen diktatörlük hak namına ne varsa silip süpürmüştü. Ünlü filozof Eflâtun Atina demokrasisindeki ahlâk düşkünlüğünü, tembelliği, şiirde laubaliliği ve edebiyattaki “edepsizliği” şiddetle tenkit etmiştir. Sonunda Grek siteleri devlet olma haysiyetini kaybetmişlerdir azgınlaşan hürriyetin kendi kendini tahribe başlaması demek olan demokraside soysuzlaşma, görüldüğü üzere, bir bakıma, devletin, millettin perişanlığını, bazan da ülkenin elden çıkmasını ifade etmektedir. Felâketin önünü almak, ancak, hürriyet- adalet dengesini muhafaza etmekle mümkündür. İnsanlık bu üçlü ahengi başarı ile koruyarak tebaalarına mesut çağlar yaşatmış hükümdarlar yetiştirmiştir. Eski Yunan’da Perikles, İran’da Anuşirvan, Halife Maviye, Türklerden Mo-tun, Gazneli Mahmud, Fatih Sultan Mehmed bunlardan bazılarıdır.
Tarihin adlarını ebedîleştirdiği ve “Büyük” , “kudretli” sıfatları ile tezyin ettiği bu şöhretli şahsiyetlerin başlıca hususiyetleri, hürriyetleri sınırlayabilmiş, adalet ve eşitliği kararında tutmuş olmaları ve bilhassa idareleri altındaki toplulukları,-bunların insanlardan kurulu olduğunu asla unutmayarak-, hakikî çehreleriyle teşhis edip onlara karşı aşırı bir güven beslemekten dikkate kaçınmış bulunmalarıdır. Cemiyet münasebetlerinin zarurî kıldığı hürriyet-adalet-eşitlik ölçüsü içinde hayat bahşetmeleri sebebiyle bu cidden müstesna şahsiyetler kendi milletlerinin ve insanlığın minnetini kazanmışlardır.
Buna karşılık, halk iradesinin dengeli bir eşitlik ve adaletle yürütülmesi gerekli” nazlı bir çiçek” olduğunu fark edemeyen, kolay inanır, iyi niyetli ve “faziletli” devlet adamları da vardır. Ancak bunların âdeta teşvikçi rolü oynadıkları tarihî neticeler pek de iç açıcı olmamıştır. Meselâ Türk hakanı Bilge, Fransa kralı Louis XVI, Rus Kerenski bu bakımdan zikre değer kişilerdir. Bilge Hakan’ın en belirli vasfı, Çin tarihlerinin ehemmiyetle kaydettiğine göre, “Türk milletini çok sevmesi idi”. Fakat bu sevgi onun zehirlenerek öldürülmesine ve müteakip on sene içinde koca imparatorluğun yıkılmasına mâni olamadı. Louis XVI tahta çıkarken meşhur “fazilet” inden dolayı halk tarafından sevinç çığlıkları ile kutlanmıştı. O da ne aynı halkın yarattığı ve Dünyayı bir yanardağ lavı gibi saran ihtilâli önleyebildi, ne de kendi başını giyotinden kurtarabildi. Kerenski’ye gelince, etrafında olup bitenleri tetkik zahmetine katlanmayacak kadar güven sahibi olan bu zat komünizme doğru mükemmel bir köprü vazifesi gördü. Bunlar devlet adamına mahsus şuurlu, davranış kabiliyeti zayıf kimselerdi.
Memleketimiz de son yıllarda Türk tarihinin belki en sınırsız hürriyet çağını yaşamıştır. Türkiye’deki bu hürriyet sarhoşluğunun yukarıda tasvirini çalıştığımız ve Atinalı filozofun şikayetlerindekini andıran belirtileri üzerine bu hükme vardığımızı kaydetmeliyiz. Adalet ve hukuk mevzularında, ticarî ve iktisadî sahalarda edebiyatta, tiyatroda, bilhassa basın ve yayın organlarında şahit olduğumuz anormallikleri demokrasimizin soysuzlaşmağa yüz tuttuğu şekilde değerlendirirken herhâlde bir vehme kapılmış değiliz. Bize göre, aslında “eşitlik “fikirleri etrafında geliştirilmiş bir sosyalist görüşü olup bize de tatbik yeri bulan siyasî iktidardaki “kuvvetler taksimi” keyfiyeti bu ârazın başlıca sebebidir. Bu gibi durumlara karşı vaktiyle “Büyük” devlet adamları kâfi bir garanti teşkil ederdi. Zamanımızda ise, bu fonksiyonu artık şahıslardan değil, müesseselerden beklemek icap etmektedir. Hürriyet zevkinin tadıldığı ülkeler için, sözü kanun olan diktatörler devri kapanmış, onların yerine halkın hareket ve davranışlarını kontrol eden müesseseler almıştır. Modern bir devlet mekanizmasına sahip Türkiye’de de demokrasi ancak müesseseler vasıtasıyla doğru istikamete yöneltilebilecektir. Yazımısın baş tarafında tespit ettiğimiz hususlar bu müesseselerin taşıması zarurî karakteri ortaya koymuştur. Demokrasimizi mutlak hürriyet, mutlak eşitlik gibi cazip, fakat sahte görüşlerin kurbanı olmaktan kurtarmak için yapılacak iş, sadece, siyaset, idari, hukuk, iktisat, ilim, eğitim ve öğretim kuruluşlarını Türk Milliyetçiliği temelleri üzerine oturtarak millî menfaatlere göre kadrolamaktan ibarettir. İleri görüşlü, vatanperver, icracılar elinde bir devlet bütün bunları kısa zamanda gerçekleştirebilir.
Kaynakça
Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, sayfa 131
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.