“Aşk romanları yazarı Ahmet Hamdi, günlüklerinde parasızlıktan dert yanıyormuş.” Bu ses, bu çehre, bu dünyaya hinlik üstü tembellik sarkıtan Oblomov, belli ki pek natürmort yaşıyor. Kahveler içilmiş, fallar tutulmuş, bahtımıza pek âlâ pembe panjurlu, dâhilinde uşaklar, aşçılar, bahçıvanlarla halvet şirincecik bir leb-i derya konak çıkmış! Şimdi kimse başını gözünü boş yere oynatmasın, yeni yetme kalem düşmanları bilmezler; aşk romanlarının saltanatı Muazzez Tahsin ve Kerime Nadir işbirliğinde bu ülkede doludizgin mekân tuttu televizyon öncesi. Bu nokta zürefanın, mütefekkirin akıl çanağına akıtılmış olsun. Zîra televizyon, bir karardı bu bahtı pek kapalı toplumda; Doğu’nun silleye, tokata gelmez yanağına uzanan okkalı, teatral replikleri, yumuşak, alabildiğine soft darbelerle sinesinde eritmeli idi. Bu vazîfeye memur devlet ricali işini bihakkın yerine getirdi, eyvallah. Lâkin Ahmet Hamdi, kovulmuşların saltanatında bir estet, kültür adamı, şair ve romancı olarak yaşadığı zamanların kronik sancılarını yansıttığı eserlerinde silleye, tokata hazır yanağı buselik makamında bir iyilik manzûmesi ve bereket terkibi olarak sâhiplerine aynen iâde etti. Bu, şu demeye gelir ki evvelâ kovulmuşlar bahsinde, Cumhuriyet öncesi ve sonrasını tahlil ederken intizamı elden bırakmayan, dahası mevcudu âzamî ölçüde estetiğin, kılı kırk yaran dikkatin niteliği ile dâvâ adamı olamayacağına kanaat getirdikleri romancıya sus payı olarak verilen mebuslukla fit olundu.
Cingöz okurun farkı şurada ki rüya aritmetiği sıfırın az üzerinde seyreden Türk edebiyatı, ruhuyla ecnebi yazarlar dışında Tanpınar’ın açlık ve açlığa dair gündökümleri üzerinden bir çetele tutamamış olduğunu bilmektedir. Oysa Abdullah Efendinin Rüyaları, kozlarını paylaşma arzusunu her dâim sıcak tutan kalem efendileri için hiç de küçümsenecek, yok farz edilecek bir perde değildi. Mâmâfih mîmârî, resim, heykel ve edebiyat dörtlüsü içinde Tanpınar’ın ilgisine -kendisi istememiş olsa dahi- ziyâdesiyle mazhar olmuş beşinci sanat her zaman parasızlık olmuştur. Hemen belirteyim ki italik olarak yazılan bir kelimenin gerçek hayatta karşılığının tehlike olduğunu kabul edenler, aynı zamanda meselenin kronik sadizm olmadığını da bilmektedirler. Heyhat ki mistik kalibresi yüksek, kifâyetsizliği ile tüccar, kâr güdüsü inceden kımıltılı rüyalar âleminde yazanlar adına pek müteessiriz. Bunlar bir tarafa, Tanpınar’ın yeni Türkiye seneleri, içinde mebusluk dahi olsa kronolojisi eksik, varlığı pek rahatsız zamanlardır. Kahramanlığın medeniyet ve kültür bağlamında Cumhuriyet sonrası dillendirilmesiyle birlikte, Aşil’in lanet topuğundan vurulma korkusunu taşıyan muhâfazakârlar tarafından talep edilmemesi de en az rüya âleminde yazanlar kadar itici gelmiştir. Meraklısı için hamişe ne lüzum; ilgisiz bile olsa Beş Şehir, nesnel algısı dünyaya açık her âdemoğlunda bir yankı sebebidir. Hâlihazırda şiir damarı nesir boyutuyla o berrak kalemine eşlik edince Tanpınar, kaderinde pek âsûde anılar bırakan, nâzenin zamanların kıyısında, hayır, basbayağı bir dağ başında gördüğü bir çobanın yanında Anadolu’yu yurt edinmişleri de düşünerek yaşadığı mânevî hazzı enikonu mânâlandıran bir çehre çıkarır karşımıza.
Yalan bile olsa Tanpınar’a ‘sol’dan mevzi kazanlar, yetmiş sonrası çektikleri pimle beraber farkına varmadıkları anda bomba ellerinde patlamıştır da sahiplik makamını pek aşağılayıcı bulmuşlardır. Oysa derinlik, düşüncenin yedeğinde duran neoklasik dönemler adına öne sürülmezdi azizim! Mevcudu besleyen, varlığa bahşedilmiş biricik duygu sadece merhamettir. Fazlası ile derin düşünceler ve dahi endişeler içinde, modern zamanların Paris’inde Tanpınar, mektuplar gönderir dostlarına, yârenlerine; doğrusu ‘yalnızdır’ ya, neyse… Kıstırıldığı sükûtta, merhamet adına yazan, kültürü yine aynı duygu ile dile getiren de odur. Mesnetsiz, îtibarsız değil; Beş Şehir bilinmeli ki adı konulmamış ve fakat canını cânan adına hiçe sayacak denli gözü kara bir merhamet hissî ile kaleme sürülmüştür. Anadolu çünkü merhametin âbideleştirdiği zamanların bakiyesidir. Hem, neden utanmalı ki, Türk aydını fağfur kasede ister hürmeti, dahası ecnebi ihtiramıyla ağırlanmaktır muradı. Böyledir de, Ahmet Hamdi Tanpınar, kesif bir tiksinti duyar bu tiplerden. Parasız kaldığı günlerde bile, Türkçenin parlak zamanlarını dile getirdiği eserlerine gömer kalemini. Beş Şehir tam da bu tedâîlerle karşılar okuyucuyu. Yangın yerine dönmüş bir memleket irfanı karşısında şehirlerin o tedirgin ruhlarına has tarihî ihtişamlarını anar birer birer. Tanpınar bu mânâda Cumhuriyet sonrası klasik eyyamcı tipin dışında sayılsa yeridir. Sancıları müktesebatıyla kavgalı ender kalemler arasında muhit olarak sanat galerilerinin müdâvimi olsa bile ‘Kıtipiyoz Hamdi’ olmaktan bir türlü kurtaramamıştır yakasını. Tarihî derin bir akışkanlık içinde edebiyatla mezcederek ördüğü dünyasında, sakil hâlinden şekvacı, parasızlık derdiyle muzdarip bir uzun yol dervişidir tam da.
Bu bakış, bir senfonya hâlinde Huzur’da raks eden iki kalbin serencamına dair bir öğreti sunmaz biz fânîlere. Pek ukalâ, cühelâ marmeladı tavında ve bütün hâlinde, ‘sağ’dan mevziye çekenler için de durum aynı; hayal tablosu buruşturulup bir kenara fırlatılmıştır esâsen. Sağ ve sol, körlüğün zirvesinde bir yarışla aynı tarîkata, yani paraya intisap ettikleri vakit, bir kültür adamı olarak Tanpınar, izzetinefis sâhipleri nazarında şakır şakır değilse bile mehteran tarzı ile okunuyordu derim. Bununla birlikte şimdi takdir Muazzez Tahsin ve Kerime Nadir safında tükendi ise mesul sâhibi elbette müflis tüccarlardır. Ne demeli ki artık onlar da yok, yok ve okunmuyor terekeleri… Oysa zâhirde eseri üzerine bu denli titizlenen üdebâ arasında Tanpınar, kristalize ettiği fikirlerini billûrlaştırarak terekesinde biriktirmiş idi. Bu yönüyle o, bir Azerbaycan türküsünü yeniden, bir daha dillendirir gibi durur karşımızda: ‘Kamuya çirkin olsam da balam / Öz yârime gökçeyem.’ Yâni şahsiyetini meşgul eden bir damar üzerinde dururken baştan imzâ altına almıştır hayatla olan aktini. Antalyalı Gence Mektup’ta belirtir ya hani: “Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaşırken ilk şiirlerimi tasavvur ettim ve edebiyattan başka bir şey yapamayacağımı anladım. Yavaş yavaş bir hulyâ adamı oldum.”
Yavan sözler, artık kalan kelâmlar ve nefret hiyerarşisi içinde, Günlükler yayınlandığı vakit, ‘Bunu bize yapmayacaktın Ahmet Hamdi!’ diyenler, sözde ‘İslâmcı aydın’ pozları eşliğinde caka satanlardı ki paralel safları sıklaştırmak için paragözleri kolluyorlardı. Ne ki Tanpınar: “Fazla parasızlık yakamda. Ondan kurtulsam mesut olacağım.” cümlesini bir profesör, şair, yazar, kültür adamı olarak değil, teessürünü vakitli vakitsiz yalnızlığına gömen, kederli bir muhâcir hissiyatı ile dile getirmişti. Bu gayet ve pek insanca îtirafı dahi paraya tahvil edecek denli azgınlaşan edebî kamunun vicdanına bırakılacak olsa böyle bir adam asla yaşamamış, eser vermemiş, fikir serdetmemiş sayılacak. Kuşatıldığı bir gerçeği gizlemek nâfile; biliriz ki mesut bir kalem erbabı olarak yaşamadı Tanpınar. Hele yalnızlık; bakmayın Maya Sanat Galerisi müdâvimlerinin ‘Profesör’ Tanpınar’ı sâhiplenmelerine. Bilakis, eseri üzerinde silindir kesilenlerin akıl almaz gaddarlıklarına inat, sahtelikler sahnesinde ve de enfes dekorlar önünde diğergâm maskelerle dolaşanlara bizatihi kendisi dâhil olmuştur. Öyle ki Saatleri Ayarlama Enstitüsü kendi yalnızlığının ironisi olarak Türk edebiyatında aydın bürokrasisine esaslı bir tokat hâtırası bırakmıştır. Bunun için yoktur Tanpınar. Tam da bu yüzden yüz geri tardedilmek istenmiştir.
Oysa badem gözlü idi yaşarken bile. Paranın saltanatından ferâgat edenler arasında bir mebus olarak vakit sıkıntısını eserleri üzerine tahvil için hiç görmediği Maraş’tan seçilmişti Ankara’ya, meclise. Nezâketini, kibarlığını yakası açılmadık hakaretlerle aşağılayanlar, ölümü sonrası düğün yapmamışlardı elbet. Lâkin yaşarken de ölüm sessizliğini bozmamışlardı ona karşı.
Yaz Yağmuru misali geçip gitmişti aramızdan…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.