Bir zamanlar merhum Dündar Taşer “Dünya barışını, dünya nimetlerini bölüşenler düşünsün.” demişti. O zamandan beri “dünya nimetlerini bölüşenler” in kimler olduğunu anlamaya çalışmışımdır. Bugün biliyorum ki iktisadi gücü elinde bulunduranlar var. Bunlar kimlerin üretim yapacağını, kimlerin nasıl tüketeceğini planlayıp bu planlarını uyguluyorlar. Onlar, hak ve hukuklarını yerel mahkemelerde değil uluslararası mahkemelerde arıyorlar. Kurdukları kuruluşlar aracılığıyla devletleri belirledikleri rotada götürüyorlar. Rotanın dışına çıkanları da ambargo, operasyon, darbe ve savaşlarla yola sokuyorlar. Yani 3 Z dedikleri “zer, zar, zor” u tatbik ediyorlar. Zaten BM, NATO, İMF, Dünya Bankası, Lahey Adalet Divanı gibi kuruluşlarla devletleri kolayca kontrol ediyorlar. Kısaca, bir dünya düzeni oluşturuyorlar.
İş bu noktaya gelince Türk milleti olarak bir dünya düzeni biz de kurmuşuz. Adına İlâ-yı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem demişiz. Merhum Prof. Dr. Osman Turan da bunun kitabını yazmış. Şimdi bu kitaptan anlatalım: “Türkler tarih sahnesine çıkışlarından beri tek bir Allah’a bağlı bulunmuş; Tanrı’nın mümtaz bir kavmi olduklarına ve onun kendilerini koruduğuna, kağan ve sultanlar Allah’ın, cihan hâkimiyetini kendilerine ihsan ettiğine ve bu sebeple de dünya nizamını kurmaya memur bulunduklarına inanmışlardır. Türkler dünyada ilk defa ata binerek onu bir muharebe vasıtası halinde kullanmaları sayesinde komşu kavimlere üstünlük sağlamışlardır. Bu, Oğuz Kağan destanında şöyle anlatılır:
Oğuz,
Ben sizlere oldum kağan
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize “buyan”
Bozkurt olsun bize “uran” der,
kurdu takiple sefere çıkar; Urum ve Urus hükümdarlarını yener, Çin, Hind, Suriye ve Mısır ülkelerini fetheder.
Zaten cihan hâkimiyeti ve mefkûresi, ilk defa, büyük bir Türk imparatorluğu kuran Kunlar ile bilhassa onların hükümdarı Mete ile başlar. Bu kudretli imparatorluğun hükümdarları mektuplarının başında ‘Tanrı’nın tahta çıkardığı Kun milletinin büyük Tan-yu veya Şan-yu’ su ibaresini kullanırlardı ki bu, hâkimiyetin semavi (ilahi) menşeine inanıldığına dair ilk vesikayı teşkil eder. Merhum Kafesoğlu bunu şöyle ifade ediyor: Tanrı’nın “kut” bağışlaması yolu ile dünyayı idare etme hakkına dayanan üniversal hükümranlık telakkisi, Choularda Gök Tanrı dininin kuvvetlendiği devirlerden (770’ler) itibaren “gökte bir Tanrı yeryüzünde bir hükümdar” şeklinde formüle edilmiştir.”
Bilge Kağan “kut” u şöyle anlatıyor: “Tanrı irade ettiği için tahta oturdum, dört yandaki milletleri nizama soktum.”, “Tanrı güç verdiği için Türk askerleri kurt gibi ve düşmanları koyun gibi idi.” ve “Tanrı Türk milleti yok olmasın diye babam İlteriş Kağan’ı ve anam İl – Bilge Hatun’u gökten tutup yükseltmiştir.”
Türk hâkimiyetinin ilahi kaynağına ve hakanların dünya hükümdarı olduklarına dair inançları yabancı hükümdarlara gönderilen mektupların başlangıç formüllerinde daha kati bir şekilde meydana çıkar. (Filhakika Göktürk hükümdarı İşpara Han’ın (581 – 587) kuvvetli zamanında Çin İmparatoruna yazdığı bir mektup “Tanrı tarafından gönderilmiş (veya gökte doğmuş) Büyük Göktürkler İmparatorluğunun bilge kağanı Şa-po-lu (İşpara)” formülü ile başlamıştır… (Filhakika garbî Göktürklerin hükümdarı İstemi Han’ın Bizans İmparatoru Justinus’ un elçisi Zemarkos ile görüşmesi sırasında gözlerinden yaş akar. Elçi sebebini sorunca hükümdar: “Atalarımızdan işittik ki Garp İmparatorluğu’nun (Roma – Bizans) elçileri geldiği zaman bu, bizim için artık yeryüzünü fetih ve istila edeceğimize delalet eder.” cevabı ile sevinç gözyaşlarının döküldüğünü ifade eder.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Avusturya ve İspanya İmparatorlarına tuğrası ile birlikte ve “Hak Teala’nın inayeti ve ulu Peygamber’imizin mucizâtı ve berekâtı ile ben ki yeryüzü hakanlarına taç giydiren, sultanlar sultanı” ibaresi aynı Türk cihangirlik ve ilahi hâkimiyet ananesinin İslami bir şekil alarak Osmanlı devrine kadar yaşadığını göstermektedir.
Cihan hâkimiyetinin Selçuklu ve Osmanlılara tarihî rüyalarla ve şeyhlerin tebşiratı ile bildirilmesi de bu eski ananenin ve inancın İslamî bir mahiyet almasından başka bir şey değildir. Selçuk’un babası Dukak, rüyasında göbeğinden üç ağacın çıktığını, her tarafı saran dalların göklere yükseldiğini görmüş ve bunun üzerine Korkut Ata da kendisine evlatlarının cihan padişahı olacağını müjdelemiştir.
Osman Gazi’nin rüyası da cihan hâkimiyeti inancını aksettirir. Rivayete göre Osman Gazi, Şeyh Edebali’nin zaviyesinde misafir iken Kur’an’ı çok tazim eder. Yatınca, geceleyin, rüyasında şeyhin kucağından çıkan bir ay kendi koynuna girer. Bunun üzerine Osman Gazi’nin göbeğinden çok muazzam bir ağaç yükselir ve dalları dünyayı sarar. Bu rüyayı dinleyen Edebali, Osman Bey’e: “Padişahlık sana ve nesline mübarek olsun ve kızım Mal Hatun da senin helâlin olsun.” der.
Milliyet, din ve insanlık ideallerinin ahenkli bir şekilde kaynaşması ve dünya nizamı halinde yükselmesi cidden dikkate şayan bir hadisedir. (…) Milli hudutlar genişleyip yabancı kavim ve dinler üzerinde kurulu büyük imparatorluklar meydana çıktıkça milliyet duygularının insanlık ideali ile birleşmesi ve yükselmesi kolay olmuştur. (…) Milletin babası sayılmakta olan Türk hükümdarları imparatorluk halinde ve hususiyle İslam çağında derhal “cihan ailesinin babası” mevkiine yükseliyor ve bunu bizzat ifade ediyorlardı. (…) İşte Türk cihan hâkimiyeti ve dünya nizamı mefkûreleri de bu temel üzerinde ve bu sayede gelişiyordu.
Gerçekten Türk kağan ve sultanları, başka milletlerden ve mesela komşu Moğollardan farklı olarak halkın, devletin kuruluşu ve yükselişinde hizmetlerini beyan ederek milli ve demokratik görüş ve duygularını belirtiyorlardı. Nitekim resmî vesikalara göre hakanlar nasıl ilahi hâkimiyetlerini ve milletin saadeti için mücadele vazifesiyle mükellef olduklarını ifade ediyorlarsa Türk halkının da kendileri gibi ilahi menşeden geldiğini, devlet ve hükümdarları için çalışmayı öylece vazife saydığını da açığa vuruyorlardı. Bu karşılıklı anlayış milliyetçi ve demokratik duyguların temelini teşkil ediyordu. İşte Türk tarihinde devletin kutsiyeti ve hükümdarların babalık sıfatı da bu zihniyetin mahsulü idi.
Bilge Kağan, babalık vazifesini şöyle anlatıyor: “Kardeşim (Köl – Tigin) ve beylerimle birlikte çalıştım. (Bu sayede) Göçmüş ve dağılmış halkı topladım. Yoksul ve bitkin halkı toparladım, çıplak halkı giydirdim, aç halkı doyurdum, fakir halkı zengin ettim, az milleti çoğalttım. Tanrı irade eylediği için milleti dirilttim.
Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlu üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini, töresini tutuvermiş, düzene sokuvermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş.
İnsan cinsleri ve ülkeler arasında herhangi bir ayrım yapılmamış, bütün toplulukları ve toprakları içine alan dünyayı idare yetkisi Türk hükümdarına verilmiştir. Buna göre yeryüzü bir bütündür ve insanlar tek bir kitleden ibarettir. Hepsinin üzerinde bir hükümdar bulunması ve Tanrı bağışına mazhar olmuş bu hükümdarın töreye göre dünyayı idare etmesi gerektiği yolundaki bu telakki; soy, dil, din yönlerinden insanları birbirinden ayırmaya elverişli olmadığından sorumlu Türk hükümdarı, idaresi altındaki kitleler arasında herhangi bir fark gözetmemiş, böylece Türk devleti, çeşitli toplulukların kendi inançlarında serbest bulunduğu bir siyasi ortamın gerçekleştiricisi olmuştur.
Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Dandanakan Zaferi’nden sonra ordusu ile Hemedan’ a girerken devrin evliyasından Baba Tahir ve Baba Cafer ile karşılaşır. Atından inerek onların ellerini öper. Baba Tahir kendisine “Ey Türk! Allah’ın halkına ne yapmak istiyorsun?” diye sorar. Sultan, Şeyh’e “Ne emredersen!” cevabını verir. Baba Tahir “Muhakkak Allah adaleti ve ihsanda bulunmayı buyurur.” mealindeki ayeti okuyarak “Tanrı’nın emrini yap!” der. Tuğrul Bey’in gözleri yaşarır ve “Öyle yapacağım.” mukabelesinde bulunur. Baba Tahir, Sultan’ın elini tutar, abdest aldığı ibriğin kırık kapağını parmağından çıkarıp onun parmağına takar ve “Bunun gibi dünya ülkelerini senin eline koydum, adalet üzere ol!” der.
Türk devletleri yalnızca diğer dinlerin mensuplarına sığınak olup himaye bahşetmemiştir. Bizzat Türkler de bu dinlere girerek türlü cemaatler halinde ve ahenk içerisinde bir arada yaşamışlardır. Bu suretle tarihte din hürriyetine ait ilk ve en güzel örnekleri vermişlerdir.
Türkler İslamiyet’i kabul edip İslam dünyasına, daha sonraları da sıra ile Anadolu’ya, Balkanlara ve Orta Avrupa’ya hâkim olunca bu milli ananelere İslam’ın yüksek dinî ve hukukî prensiplerine bağlı kalarak asırlar boyunca birçok yabancı kavim, din ve mezheplere hak ve hürriyeti bahşetmekle cihan hâkimiyeti ve dünya nizamı davalarını da en yüksek dereceye eriştirmişlerdi.
Bu sayede Anadolu’da yerli Süryani, Ermeni ve Rum halklarını kendilerine bağlıyor, bu da Bizans’ın dinî, idari ve mali tazyiklerine karşı Türk idaresini tercihe sebep oluyordu. Bu duruma Melikşah döneminde yaşayan Urfalı Ermeni tarihçi Mathieu şöyle şahitlik ediyor: “Dünyanın hâkimi Melikşah, sayısız askerden mürekkep ordusu ile Romalıların memleketini (Anadolu’yu) fethe girişti. Kalbi Hristiyanlara karşı şefkatle dolu idi. Geçtiği ülkelerin halklarına karşı bir baba gibi davrandı. Birçok şehir ve vilayet kendi arzuları ile onun idaresine girdi. Bütün Rum ve Ermeni beldeleri onun kanunlarını tanıdı.
Türkler millî, İslâmî ve insanî duyguların ahenkli bir terkibi sayesinde böylece bir dünya nizamı davasına bağlanırken bu esaslara göre Allah’ın cihan hâkimiyetini kendilerine emanet ettiğine inanıyorlardı. Bu emanete saygı göstermek suretiyle de bir hanedan, bir sınıf ve zümrenin veya sadece bir milletin değil hüküm sürdükleri bütün kavim ve dinlerin hâmisi olduklarını düşünüyorlardı. Bu sebeple de Türk imparatorluklarında milliyet, din ve sınıf tezat ve mücadelesine rastlanmamış, adalet ve ahenk sürmüştür.
Esasen Türk cihan hâkimiyeti adalete, insanlık duygularına ve milletlerin arzularına dayanmasa idi Türk kudretinin tarih boyunca yaşaması da mümkün olmazdı. Burada mukayese için sadece Türklerin Hindistan’da dokuz asır hüküm sürdüğünü, İngilizlerin ise bütün kıtada ancak bir asır kalabildiğini hatırlatmak yerinde olur. Türk hâkimiyeti Pakistan’ı, Bangladeş’i; İngiliz hâkimiyeti de sayısız diller arasında müşterek bir anlaşma vasıtası olarak İngilizceyi bırakmıştır. Zira Türk hâkimiyeti Avrupalılarınkinden farklı olarak yerli halklara ikinci sınıf ve esir muamelesi yapmıyor, istismar gayesi de gütmüyordu.
Türk hâkimiyet ve dünya düzeni en üstün seviyesine Osmanlı İmparatorluğu zamanında kavuşmuştur. Osmanlılar, millî ve İslamî mefkûrelerin dahiyane terkibi, siyasi istikrar ve içtimai adaletleri sayesinde üç kıtanın ortasında ve Akdeniz havzasında beşer tarihinde “Nizâm-ı Âlem Davası” nın en kudretli temsilcileri olmuşlardı.
O kadar ki “Osmanlı padişahları, XVI. asırda kendilerine müsavi bir hükümdar kabul etmedikleri için de onlarla muahede imzalamayı şartlarına uygun bulmazlardı. Bu sebeple kendileriyle muahede-name imzalamak yerine onlara ahid-name ihsan ederlerdi. Ancak I. Sultan Ahmet zamanında Avusturyalılarla 1606’da yapılan Zitvatorok anlaşmasıyla Osmanlılar ilk defa Çasar (Kayser) veya imparator unvanını kabul etmişlerdir.
Muazzam imparatorluk içinde Avrupa ortalarında, Akdeniz ve Hint Denizi civarında, Arabistan çöllerinde, İran hudutlarında ve Kafkas ötelerinde bu milletler camiası bir dünya nizamı ve sulhu içinde yaşıyor, devletin tebaası olan çeşitli halklar hiçbir endişe duymuyor ve hudutlardan gelen haberler bir sinek vızıltısı kadar tesir etmiyordu. Bunun zamanımıza aksini Erol Güngör merhumun satırlarından okuyalım: “Türk hâkimiyetinin sona erişinden yüz elli yıl sonra bir Yugoslav tarihçisine ‘İmparatorluğumuz yıkılmadan önce ne kadar mesut ve haysiyetliydik.’ dedirten kudret nedir? ‘Bizi bıraktığınız için kabahat sizdedir.’ diyen Yunan askerî ataşesine bu sözü kim söyletiyor? Yunanistan’la mübadele edilen Anadolu Rumları niçin ‘Gâvur elinde kaldık.’ diye şikâyet ediyorlar. Gül Baba Türbesi önünde milletinin kaderine ağlayan Macar tarihçisi, ‘Arap birliği sadece Türkler zamanında vardı.’ diyen Lübnanlı tarihçi, ‘Türklerle birlikte huzur ve bereket de gitti.’ diyen Yemenli; Osmanlı valilerini evliya mertebesine çıkaran Bağdatlı, Türkler geliyor diye evine Türk bayrağı çeken Suriyeli hangi hasreti dile getiriyor?”
ABD’den 1995’lerde Bosna’ya, Osmanlıdan bir gün fazla kalmak iddiasıyla gelenlerin kısa bir süre sonra Osmanlı buralarda asırlarca nasıl kaldı? Diye sormalarının sırrı işte buradadır.
KAYNAKÇA
Prof. Dr. Osman TURAN, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Turan Neşriyat Yurdu, 1969
Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU, Türk Devleti, Orta Doğu Gazetesi, 1975
Prof. Dr. Muharrem ERGİN, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1975
Prof. Dr. Erol GÜNGÖR, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İrfan Matbaası, İstanbul, 1975
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.