“Kaldım bu Anadolu toprağında. İlk defa kendi acziyetimin farkına vararak, gözlerimden akan birkaç damla yaşı bıraktım soğuktan kurumuş toprağa. Ey anam! Ey babam! Ey bacım! Ey gardaşım! Beni duyuyorsunuz biliyorum. Bana kızgınsınız biliyorum. Şimdi size bu Anadolu toprağından sesleniyorum. Gün gelecek gözlerinizden akan yaşı sileceğim. Özlemini duyduğunuz hürriyeti destanlarla getireceğim. Toprağınızda kuruyan çiçek dalları tekrar yeşerecek. Çocukların yüzü gülecek. Hayli zaman geçti unuttum sizi. Hayli zamandır arkamı döndüm size. İki elim kanda da olsa geleceğim! Size, hürriyet getireceğim!”

O anda dilimden bu kelimeler dökülüvermişti. Aklımdan hiç çıkmamasına rağmen o vakte dair hatırladığım bu kelimelerdi. Her şey bir anda olup bitivermişti. His dünyamda ihtilal yaratan, ruhumda ıstırap doğuran o gün bir başkaydı. O günün başkalığının farkına varmadan kâbus dolu bir gecenin sabahına uyandım. Hava kapalı ve hafiften yağmur yağıyordu. Hemen pencereyi açtım ve yağmurun ahenkli tınısını dinledim. Güneşin dört bir yanını saran bulutlar ışıkların odama girmesine engel oluyordu. Yerimden kalkıp çayı demledim. Sabahları kahvaltı etmekten hoşlanmazdım. Birkaç lokma atıştırıp özel günler için sakladığım ceketimi giydim. Güneş bulutlarla olan kavgasını kazanmış, işte buradayım dercesine kendini göstermişti. Bende bir arkadaşım ile buluşmak üzere yola çıkmıştım. Onu ilk gördüğüm günden beri yüreğim bir başka atıyordu. Ona giden yollar sürekli uzuyordu. Onu tanıdıkça alevlenen bir duygu vardı içimde. Yüreğimde çiçekler açtıran bu güzelle bir an olsun ayrılmamak ve aldığım her nefeste onunla beraber olmak istiyordum. Sanırım o benimle aynı hislere sahip değildi. Geceler boyu uykularımı kaçıran bu savaşa bir son vermek adına onunla hislerimi paylaşacaktım. Buluşma yerine gitmem biraz zaman aldı. İnsanlar yağmur sonrası beliren güneşin tadını çıkarabilmek adına evlerinden dışarıya hücum etmişlerdi. Aynı zamanda rüzgarlar esiyordu yüreğime. Rüzgarlar ki yüreğimin yangını alevlendiriyordu. Sesler getiriyordu bilmediğim diyarlardan. Feryatlar, haykırışlar kulaklarımı sağır edercesine tırmalıyordu. Daha fazla yürüyemeyeceğimi anlayıp yakındaki bir banka oturdum. Bir sigara yaktım. Beni bu hale sürükleyen şeyin idrakine ulaşmaya çalıştım. Beceremedim. Sonra bir şey fark ettim. Uzaktan yavaş yavaş bana doğru gelen birisi vardı. Orta boylu ve oldukça yaşlı bir kadın, hafifçe sekerek yanıma yaklaşıyordu. Saçlarına aklar düşmüş tombul teyze bana doğru yaklaştıkça, yüzündeki acı bir tebessümün belirtileri de ortaya çıkıyordu. Esen rüzgârın etkisiyle sigaramda bitmeye yüz tutmuştu. Tam kalkmaya hazırlanırken, içimden bir ses kalkmamam gerektiğini söyledi. Kalkamadım. Bu arada tombul teyze çoktan yanıma gelmişti. Duru tok bir sesle yanıma oturmak için izin istedi. Gözleri hafiften çekik, göz altları geçirdiği yılların bıraktığı izlere bürünmüştü. Bakışlarında bir giz saklı, konuşurken çıkardığı ses insana tedirginlik veriyordu. İkimizde bir şeyler anımsamışçasına uzun uzun hülyalara dalmıştık. Yanımızdan geçen birkaç insan sesi dışında ses yoktu. Sükûnet gürültüyü bastırmış ve hükümdarlığını ilan etmişti. Dalıp gitmiştim öylece. İkimizde dalmıştık bizi götüren düşüncelere. Bu dalışlardan ilk sıyrılan ve sükuneti bozan teyze oldu.  Ve böylece konuşmaya başladık.

– Ayçolpan: İsminiz nedir?

– Kahraman: Kahraman efendim. Ya sizin?

– Ayçolpan: Ayçolpan. İsminiz çok güzel ve üzerinize yüklediği yük çok fazla olmalı.

Ayçolpan konuştukça dilinden dökülen kelimeler ilgimi çekmeye başlamıştı. Kısa bir sessizlikten sonra Ayçolpan devam etti:

– Bizim tarihimiz kahramanlar tarihidir. Her asra nam salmış veyahutta tarihin tozlu raflarında yerini tutmuş adsız kahramanlara sahiptik.

– Kahraman: Haklısınız efendim fakat bugünlerde modası geçti bu tür kahramanların. Her gün bir başka sinemada yeni bir kahraman ortaya çıkmakta. Neslimizi cezbeden bu kahramanların kıymeti sizin bahsettiğiniz kahramanlardan oldukça değerli.

– Ayçolpan: Söylediklerinde bir doğruluk payı var. Laboratuvar odalarında üretilen, Türk milletine yabancı, suni ve tabiatın gerçeklerine aykırı olan kahramanlar olamaz. Kanlı canlı, milleti için hayatını öne süren kahramanlar olmalı!

– Kahraman: Evet, evet ama bu söylediklerinizi sağlamak oldukça zor olmalı. Neslimiz bu söylediklerinize alay eder ciddiye bile almaz. Çünkü onlar kendileri için canını verecek ve yine kendileri için mücadele edecek bir kahraman beklemekten başka çare aramazlar.

– Ayçolpan: Aslında bu konudan bende muzdaribim. Türkiye’ye ilk geldiğimde içimde ümit doluydum. Zor koşullar altında kardeş bildiğim bu topraklara geldim. Soğuğa, açlığa hatta ve hatta ölme tehlikesine karşı ümidini terketmeyen ben haykırışlarımın duyulmamasına yenik düştüm.

– Kahraman: Uzun vakittir konuşuyoruz. İsminizden başka sizinle ilgili bir şey bilmiyorum. Bana hayatınızdan bahseder misiniz?

Ve Ayçolpan anlatmaya başladı. Bir buluşmam olduğu çoktan aklımdan çıkmıştı. Muhabbetin heyecanıyla konuşmaya devam ettik. Onunla konuşurken beni uzak diyarlara götüren bir hava seziyordum. Yaşanmışlığın getirdiği esrarengiz bir hava… zamanı, mekânı ve içinde bulunduğum durumu unutarak anlatacağı şeyleri merak içinde dinlemeye koyuldum. Bilinmezliğin gölgesinde bilmek istedim ve o bunu anlamışçasına anlatmaya başladı.

– Ben Doğu Türkistan’ın Kaşgar vilayetinde Uygur Türk’ü olarak dünyaya geldim. Çocukluk ve gençlik yıllarım Çinlilerin baskı ve zulümleriyle geçti. Adım gök bayrağın üstündeki ay ve yıldızdan gelir. Babam gök bayrağın kıymetini, gök bayrak altında Hürriyet’in özlemini çektiği için bana bu ismi koymuş. Türk denince akla hürriyet gelir bizim oralarda. Babam beni bu bilinçle yetiştirdi. Ve ben bu bilinçle başladım ilkokula. Öğretmenlerim biz Türklerin memur dahi olamaması sebebiyle Çinliydi. Bize kendi öz dilimizin gereksiz olduğunu dikta ederek, eğitimin de Çince yapılması gerektiğini söylüyor ve Türk dilini aşağılıyorlardı. İçten içe kin besleyip, Aziz Türk milletine mensup bizlere bir mahluk gibi bakıyorlardı. Ders aralarında Türkçe konuşanlara ceza veriyorlar, tehdit ve cebirle Çince konuşmaya zorluyorlardı. Yine bir gün böyle bir olayın içinde bulmuştum kendimi. Yan sınıftan bağırmışlar duyuldu. Herkes merakla sınıfa doğru yönelmişti. Bende kalabalığa uyup kıyametin koptuğu yan sınıfa geçtim. Çinli öğretmenin elinde Türkiye Türkçesinde yazan bir kitap duruyordu. Öğretmen şaşkınlık ve nefret içinde kin kusuyordu ağzından. Bu yasak kitap tehlikeliydi. Türkistan’da çıkan değerli madenleri, petrol ve doğalgazı hatta ve hatta Türkleri kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak, köle yapmak, asimile etmek gayesine ters düşen ve yine onlara göre bölücü nitelikler taşıyordu. Birazda öğretmenin korktuğunu hissetmiştim. Kitabın sahibi kara gözlü, kara kaşlı o güne kadar varlığından bile haberdar olmadığım Aypars’tı. Öğretmenin aşağılayıcı sözlerine hiç kulak asmadan başı dik bir şekilde gözlerinden ateşler çıkararak mücadele veriyordu. Bu dik başlılık öğretmenin kaba kuvvet uygulamasına neden oldu. Apar topar götürdüler onu. Bizde sadece izlemeyle yetinmiştik. İdarenin odasında başına neler geleceğinden habersiz ve çaresiz beklemek zorundaydık. Odadan çıkmıştı. İki kolundan tutarak baygın, perişan bir halde yerde sürükleye sürükleye okul kapısının önüne bıraktılar. Ben ve iki arkadaşım yanına koştuk. Arkadaşım Ayparsı tanıyor, evini biliyordu. Kollarının arasına girip vahşice hırpalanmış bedenini, usulca canını yakmadan evine kadar taşıdık. Belli belirsiz Uygur Türkçesi bir şeyler mırıldanıyordu. Ben Tüür… ben Türkk… sonradan anladım ki ben Türküm demişti. Evine götürdüğümüzde anası göz yaşları ve feryatlar içinde oğlunun başına neler geldiğini anlamaya çalışıyordu. Kardeşi korku içinde ağabeysinin yanına oturup yanağını öptü. Onları rahatsız etmemek adına evlerimize dağılmak için yola düştük. İşte o gün içime bir yangın düştü. O gün o cesur yiğide içimde bilmediğim bir merak oluşmuştu. Aypars’ı sonraki günlerde sık sık ziyaret ettim. Onun iyileşmesi için her gün dualar ettim. Ayağa kalktığı ilk gün okulun kapısında güler yüzle beni karşıladı. Ayaküstü sohbet edip ders çıkışında buluşmak için sözleştik. Heyecandan ders dinleyememiştim. Zamanın çabucak geçmesini, onu yakından görmeyi ve onu tanımayı istiyordum. Ve öyle de oldu. Ders çıkışında bir tepe başına çıkıp güneşin batışını seyrettik. Gökyüzünün ebedi hâkimi yerini kendisine ışık bahşettiği aya bıraktı. Aypars’la geçirdiğimiz o anın hiç bitmemesini diliyordum. Konuşurken gözleri gülüyor, dilinden dökülen her kelimenin içindeki manayı kavramak hissi bana inanılmaz mutluluklar kazandırıyordu. Dudakları tüm Türklerin hür olduğu bir Doğu Türkistan destanını kulaklarıma şakıyordu. Türk çocuklarının ağlamadığı, dillerini hürce konuştuğu, kızların zorla bir çinliyle evlendirilmediği, Ana babaların kimseye muhtaç olmamak için saatlerce ağır işlerde çalışmadığı, hürriyet türkülerinin evlerde mahallerden bağıra çağıra söylendiği bir hayat sunuyordu bana. Üstelik bunların hayalini kurduğumuz bir dünya mümkün olabilirdi çünkü hür yaşayan milyonlarca Türk vardı. Türkülerimizde onlarla kavuşma hayaliyle yanıp tutuşuyorduk. Türkiye adında bir yerde bizim için çabalayan birilerinin var olduğu haberi geliyordu. Onları dört gözle bekliyorduk. Aypars’ta benim gibi düşünüyordu. Hatta bu konuda daha umutluydu benden. Yüreğimde açan çiçeklere güneş olup açmış, yağmur olup sulamıştı. İşte o gün ona âşık olduğumun farkına varmıştım. Beni mıknatıs gibi ona çeken hislerimin farkına ayrılmak vakti gelince vardım. Ayrılmak istemiyordum fakat eve gitmeliydim. Babam çok ağır bir işte çalışıyordu. Çinliler hürriyetimize el koyduğu gibi bizide zorla ağır işlerde çalıştırıyordu. Babam ailesinin geçimini sağlamak adına bütün bu çilelere katlanıyor, mecburen zalimlerin zulmüne ailesi için ses çıkaramıyordu. Ses çıkaranlar ise çok ağır cezalandırılıyor, mallarına hatta canlarına kastediliyordu. Eve dönüş yolunda çok konuşmadık. İçimden bir ses onun da bana karşı aynı hisleri beslediğini söylüyordu. Bunun cevabını alabilmek için bir ömür boyu bekledim. Aşkın beklemek olduğunu acı tecrübeyle anladım. Şimdi o güzel günlerin özlemiyle hayatımı sürdürsem de benim için o günleri özel kılan yaşadığımız zorluklar ve harcadığımız zamandı. Beklemek… Ve sonunda eve gelmiştik. Aypars’la kapının önünde vedalaştıktan sonra eve gitmek için yöneldim. Babamın giymekten toz ve kir içinde kalmış eskimiş ayakkabıları kapının önünde duruyordu. Bu kadar erken gelmeyeceğini biliyordum. Belli ki iş yerinde aksi giden bir şeyler olmuştu. İçimde Aypars’la geçirdiğim hoş vakitlerin getirdiği mutluluğun yerini üzerime karabasan gibi çöken tedirginlik almıştı. Aniden gelen bu merakı dizginleyememiş ve kapıdan içeriye kendimi atmıştım. Babam iki odalı evimizin sağ tarafında duran koltuğun üzerinde başını öne eğerek oturmuş beni bekliyordu. Belki de en zor bekleyiş… babam gözlerini benden kaçırarak bir şeyler gizler gibiydi. Annem göz yaşlarını tutmakta zorlanıyordu. Kardeşim masum yüzüyle daha fazla kendisine hâkim olamayarak ağlamaya başladı. Hayatımı değiştirecek o anın izi hala gözümde canlanıyor. Babam konuşmakta zorluk çekerek evdeki ahvali anlatmaya başladı. Babamın çalıştığı iş yerindeki Çinlilerin de içinde bulunduğu, Çinli erkeklerin evlenebilmesi için ve aynı zamanda Türk milletinin soyuna tasallut eden baskı ve zulme dayanan, Türkleri yok etmek üzere gaye güden bir uygulamayla karşı karşıyaydık. Çindeki nüfus politikası yüzden Çinli erkek nüfusu artmıştı. Bu erkek nüfusunu dengelemek ve bizi Çinlileştirebilmek adına Uygur Türkü kızlar zorla Çinliler ile evlendirilmeye mahkûm ediliyorlardı. Mahallemizden birçok kız bu yüzden evlenmek zorunda kalmıştı. Evlenenler ya zorla alıkoyulmuş ya da canına kıymıştı. Bir gün benim de başıma böyle bir şeyin gelme ihtimalini düşünemiyordum. Benim başıma gelse ben ne yapabilirim? sorusunu kendime soramıyordum hiçbir zaman. Korkuyordum. Geceleri bu olayın başıma gelme ihtimalini düşününce uyuyamıyordum.  Ne yazık ki korktuğum bu olay başıma gelmişti. Babamın çalıştığı yerdeki bir Çinliyle evlenmem isteniyordu. İstek dedim ya bakma öyle dediğime, istek onlar için emirden başka bir şey değildi. Benim evlenmekten gayri çarem yoktu. Babamın canına kıymasından korkuyor, ne yapacağını kestiremiyordum. Bizi gözü gibi sakınıp, sırf bizim için zor şartlar altında çalışıp didinmişti ömrü boyunca. Ya kaçacaktık vatan bildiğimiz bu güzel topraklardan ya da kalıp bu zulme boyun eğecektik. Karşı gelmemiz durumunda babamı hapse kardeşimi sözde eğitim kampları adı altında Türkleri Çinlileştirme politikası güden zulüm yuvalarına göndereceklerdi. Anam bir başına sokaklara atılacaktı. Bense hiç sevmediğim birinin evinde mahkûm hayatı yaşayacaktım. O gün bir karar aldık. Hayatımızı baştan sona değiştirecek, zor ve önemli bir karar aldık.

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.