Bu yıl da Türkçülüğün en kutlu günü olan 3 Mayıs’ı geride bıraktık. Bu anlamlı günün siyasetçiler başta olmak üzere geniş çevrelerde yankı bulması elbette sevindirici. Fakat bazı yerlerde Atsız’ın anılmadığına ve pek çok yerde Türkeş’in sayılmadığına şahit olmak da bir o kadar üzücü. Kimisi art niyet taşımaksızın yapsa da, birçokları bilinçli olarak bu şekilde anıyor 3 Mayıs’ı. Şunu söylemek gerekir ki, Irkçılık – Turancılık Davası’nın ceremesini çekenler ve Türkeş’in deyimiyle; 3 Mayıs 1944’teki Ankara Nümayişi’nde : ‘’…heyecanla sokağa fırlayıp kıyasıya dövülen…’’ bütün milliyetçiler, bu günün kahramanlarıdır. Öte yandan elbette tarihi şahsiyetlerde geçerlidir, ideolojik veya siyasi kaygılarla görmezden gelinmek.
Son zamanlarda; bazı çevrelerde, Atsız’ın dahi Türkçülüğünün sorgulandığını görmekteyiz. Şunu söylemek gerekir ki, en az Gökalp’in Türkçülük’ten soyutlanmaya çalışılması kadar uçuk bir görüştür bu. Mesele az önce de değindiğimiz gibi ideolojiler ve siyaset. Ülkemizde milliyetçilik, öteden beri Türk – İslam anlayışı çerçevesinde algılanmıştır. Bugün de büyük oranda böyle kabul görür. Yaşadığı coğrafyanın gerçeklerine vakıf bir milliyetçi, inancı ne olursa olsun bunu bilir. Bugün daha İslamcı anlayışa sahip Namık Kemal’in, Türk – İslam konumlaması getiren Ziya Gökalp’in, O’nun öğrencisi Ömer Seyfettin’in ve daha sade bir Türkçülük anlayışına sahip Nihal Atsız’ın milliyetçi çevrelerce aynı anda sahiplenilebilmesinin temelinde yatan, budur aslında. Kısacası Gökalp’in : ‘’Türk milletini yükseltmek demektir.’’ sözünü çıkış noktası kabul eden, bizâtihi Türk Milliyetçiliğinin özel adıdır Türkçülük ve siyaset üstüdür. Ne farklı ideolojik kaygılar, ne de siyasi saikler; Türkçülüğe tanım, Türkçülere kalıp getiremez.
Biraz da devletin başındaki isimlerin Türkçülüğünü değerlendirmedeki sıkıntılı noktalara değinelim. Yıllarca Enver Paşa’ya, yanlış algılamalarla ‘Turancılık’ üzerinden getirilen olumsuz eleştirilere cevap vermekle meşgulken; bir anda ünlü bir gazetecinin, analitikten çok anakronik çıkışlarıyla getirilen ‘İslamcı’ yorumlarını yanıtlamakla uğraşır hâle geldik. Devletin başındaki insanlardan, az önce saydığımız aydın ve mütefekkirler gibi: ‘Siyasi, içtimai mezhebi Türkçülük olmak’ ya da ‘Turancı olmak’ minvalinde ifadeler beklemek haksızlık olur. Hele bir de dönemin şart ve olgularını da hesaba katarsak, bu pek mümkün görünmemektedir. Pek çok konuda olduğu gibi, Türkçülük ve Turancılık konularında da kendisine hatalı atıflar yapılan Atatürk’ün de; sözünü ettiğimiz minvalde bir ifadesini görmemekteyiz. Ancak ikisi de Turancılık hususunda, Dış Türklere kayıtsız kalan insanlar değillerdi elbette. Türkçülüğü ise söylemlerinde değil, eylemlerinde aramak sanırım daha yerinde olacaktır. En basitinden ikisi de, devletin gerçek anlamda Türkçü ilk faaliyeti olan ‘Yer Adlarının Türkçeleştirilmesi’ politikasını uygulamışlardır.
En çetrefilli konuyu ise sona bırakmak, daha yerinde olacaktır: Türkçülerin çatıştırılmasını. Başta, sürekli dillendirilen Nihal Atsız – Alparslan Türkeş ayrımını. Sanılanın aksine Atsız ile Türkeş arasında ne ‘Sentezcilik’ ne de ‘1969 Adana Kongresi’ üzerinden bir düşmanlık süregelmemiştir. Sentez dediğimiz husus; özellikle Ziya Gökalp’te vücut bulan, mûteber bir anlayıştı. Yaşadığı coğrafya ile tarihinin bilincinde olan Atsız da; Gökalp üzerinden senteze tanım getirdiği bir yazısında, bu noktadan Türkeş’e herhangi bir eleştiride bulunmamıştı. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin 8-9 Şubat 1969 Adana Kongresi ise üzerinden pek çok efsane türetilen bir kurultaydı. Burada ünlü bir köşe yazarının ortaya attığı gibi, ne Atsız grubunun kurultayda söylediği iddia edilen : ‘’Sen git, güvendiğin Araplara biat et!’’ ve ‘’Oy toplamak için Arap develerine bin!’’ ; ne de direkt Nihal Atsız’a ithaf edilen : ‘’Mhp’de Allah, Tanrı’yı kovdu.’’ ifadelerinin hiçbir kaynağı, dayanağı yoktu. Üstelik Atsız’ın kongrede yer aldığına dair bir kayıt dahi yoktu. Fakat kongrede, dönemin yakın tanığı Yaşar Okuyan’ın anılarından öğrendiğimiz kadarıyla bir düşünce tasfiyesi başlamıştı. İkilinin ters düşmeleri süreciyse, tasfiyeyi takip eden yıllarda işlemiş fakat bu süreçte yine olumlu ilişkileri olmuş, sonra da ipler kopmuştu. Ancak bu, iki tarihi şahsiyetin de vefatıyla son bulmuş bir yol ayrımıdır. Diyeceğimiz o ki, artık bu diyardan göçmüş iki Türk büyüğünün ayrımını şiar edinmenin de anlamı yoktur.
Hülâsa, Türkçülük daha çok tartışılacak ve ‘Kim daha Türkçü?’ kavgası sürüp gidecek gibi görünüyor. Ancak burada biz Türkçülere düşen; bütün Türk büyüklerini olduğu gibi kabul etmek, hepsinden bir şeyler öğrenmek, yaşadıklarından dersler çıkarmak ve Türkçülüğü bu öğreti ile dersler çerçevesinde geliştirip güçlendirerek yaşatmaktır. Yeri geldiğinde de haksız eleştirilere gerekli cevabı verecek donanıma sahip olmaktır. Bunun için de çok okumalı ve dersimize iyi çalışmalıyız. Dündar Ağa’nın da (Taşer) dediği gibi : ‘’Ve yine herhâlde kavim olarak tarihen söyleyecek sözümüz ve yapacak işimiz vardır.’’ Yazımı Hüseyin Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Alparslan Türkeş ve Nejdet Sançar başta olmak üzere, Irkçılık – Turancılık Davası’nın bütün mağdurları ile Ankara Nümayişi’ndeki milliyetçilere adarken; Atsız Hoca’nın satırlarıyla son veriyorum:
“3 Mayıs her şeye rağmen kırılamayan azmin, sönmeyen ülkü ateşinin, hedefinden şaşmayan zekâ ve iradenin, gevşemeden beklemesini bilen sabrın ve sebatın bayramıdır.”
“3 Mayıs bir zulüm ve işkence gününü bayrama çevirebilmenin bayramıdır.”
Kaynakça
Türkeş’in Anıları – Şahinlerin Dansı, İstanbul, 1995, s.40 – Hulusi Turgut
Türkçülüğe Karşı Yobazlık, Ötüken, Mart 1970, Sayı: 75 – Hüseyin Nihal Atsız
1969 CKMP – MHP Adana Kongresi Hakkında, Kağan Bahadır Küçükalcan
O Yıllar: 12 Eylül’den Anılar, Mektuplar ve Belgeler – Yaşar Okuyan
Bayramınız Kutlu Olsun, Orkun Dergisi, 4 Mayıs 1951 – Hüseyin Nihal Atsız
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.