‘’Hiç biriniz telaş etmesin boşa,

Doyacak gözünüz toprağa taşa…

Beni inancımla koyun baş başa…

Topyekûn dünyayı size bıraktım.’’

 

Abdurrahim Karakoç, neresinden tutsam karar veremediğim bir kalem. Sevdâ şiirleri, dâvâ şiirleri, halk şiirleri, Mihriban, İsyanlı Sükut, 50. Yıl Hesabı, Beşinci Mevsim ve diğer şiirleri… Her biri başlı başına bir yazı konusu olabilecek nitelikte.

 

1932 yılında Maraş’ın Cela köyünde doğar Abdurrahim Karakoç. Cela, Elbistan ilçesinin küçük bir köyüdür. Ömrünün çoğunu bu küçük beldede (sonradan Ekinözü adını almış ve belde olmuştur) geçirir. İlkokulu da Cela’da okur, okuma hayatı daha fazla devam etmez. “İlim, irfan sâhibi olmak” diye bir deyim vardır dilimizde bilirsiniz, Karakoç’un daha ziyâde irfan yönü ağır basar. Kendisi on yaşındayken ağanın genç oğlunun köyün kabadayılarına küfrettiğini görür. O kabadayılar koca koca küfürleri sineye çeker ve Karakoç durumu garipser. Nedenini araştırınca hepsinin ağaya borcu olduğunu öğrenir. O yüzden kimse ağa oğluna ses edememiştir. İşte bu olay karakterine nüfuz eder. “Çıkar için laf davulu çalmadım / Hiçbir yerden makam rütbe almadım’’ deyip ‘‘Dünyayı duvara asan’’ dik başlı birisi olur Karakoç.

 

27 Mayıs Darbesi zamanında “Hasan’a Mektuplar’’ diye şiirler yazar. “Hasan’a Mektup”ta anlatılan köy Türkiye’dir, köydeki karakterler Türk insanı. “O zamanlar köy yerine Türkiye yazsam beni içeri atarlardı.” diyor, “fakat söylemem gereken mesajlarım vardı…”  ‘’Mektup yazdım Hasan’a, Ha Hasan’a ha sana…’’ diye başlayan Hasan’a Mektuplar ile Türkiye çapında üne kavuşur. Aslında yazdığı ilk şiirler değildir Hasan’a Mektuplar. Askerden döndüğünde yanında bir bavul şiir ile gelmiştir fakat neredeyse hepsini yakar bu şiirlerin, okuyucu karşısına amatör işlerle çıkmak istemez. Nitekim şiir kültürüyle bezenmiş bir âilede yetişmiştir. Beş kardeşin beşi de şâirdir. Abisi Bahattin Karakoç’un şiirleri çeşitli gazetelerde yayınlanmaya başlamıştır bile. Karakoç ihtiyatlı davranır. “Gölgede duranın gölgesi olmaz!” mantığı ile orijinal işler çıkarmaya çalışır. İçini yakan sevdâsını dile getirir şiirlerinde, içten gelen bu dizeler ile “Vur Emri” kitabı toplamda bir milyon baskı yapar ki bu rakam Türkiye standartlarının çok üstündedir. ‘‘Sonsuz mutluluğun penceresini / Beraber açalım tut ellerimden’’ dediği aşkı vuslatla netîcelenmez. Gönlündeki demlikte demlenir bir süre. “Aşka hudut çizilmez” çünkü. “Lambada titreyen alev” gibi titrer ruhu. ‘’Unutursun Mihribanım’’ demiştir ama yıllar sonra bir röportajda ‘’Peki siz unuttunuz mu?’’ sorusuna:

 

‘’Gerçeğin hayâlden en bariz farkı,
Uzağa atarsın, yakına düşer…
Öyle günler, öyle sîmâlar var ki,
Unutmak istersin, aklına düşer.”

 

Diye cevap verir. Kul aşkından Rab aşkına yol alır Karakoç. Kendini ‘‘Ben düz Müslümanım; cemâatle, tasavvufla ilgilenmem!’’ diye tanımlasa da yazdığı şiirlerde tasavvuf izlerine rastlanır:

 

“Duydum ki var varmış yok yokmuş güya,

Gerçeği alt etti gördüğüm rüya,

Kendi kopyam imiş meğer şu dünya,

Düşündüm yoruldum doğmadan önce.

 

Ezelde, ebedde aşkı gördüm ben,

Mezarda, mâbette aşkı gördüm ben,

Gazapta, rahmette aşkı gördüm ben,

Aşk ile karıldım doğmadan önce.”

 

60’lı yıllar sosyal alanlarda İslâm’a çelik korse giydirilmiş yıllardır. Karakoç bu dâvâya baş kaldırır. ‘‘Kör dünyanın göz bebeğine hak yol İslâm yazacağız!’’ der ve bu şiir çeşitli siyâsî partilerin marşı olur ve ismi iyiden iyiye ünlenir ülke çapında. Yine o yıllarda lüks arabasıyla zengin bir kadın Elbistan’a gelir ve Karakoç’un Cela’da yaşadığını öğrenince kendisini görmek ister. O zengin kadın arabadan inip Karakoç’u görünce ‘‘Sen misin o şiirleri yazan?’’ deyip ‘‘Keşke gelmeseydim de hayallerim yıkılmasaydı!’’ diyerek Cela’dan ayrıldığı anlatılır. Kadın, Karakoç’un Anadolu kokan çehresinde beklediğini bulamamıştır.

 

Gençliğinde, henüz birkaç şiirinin bilindiği zamanlarda ise Ankara’da asker olan amcaoğlunu ziyârete gider Karakoç ve Ankara’ya gitmişken dönemin fikir adamlarından Osman Yüksel Serdengeçti’yi görmek ister. Zîra yazılarından bilir ki Serdengeçti de kendisi gibi dik başlı birisidir. Karakoç, Serdengeçti’nin olduğu mekâna girince ‘’Selâmünaleyküm’’ diyerek selâmını verir. Selâmı aldıktan sonra ‘’Dur bir dakika bakalım” der Serdengeçti, “tanıtma kendini.’’ Karakoç ayakta beklerken Serdengeçti düşünür, düşünür, kafası masaya bir iner bir kalkar ve ‘’Sen’’ der, ‘’karaoğlan! Sen Abdurrahim Karakoç olmayasın?’’ “Doğru tahlil ama nereden bildiniz?’’ der Karakoç, “herhangi bir yerde resmim de çıkmadı.’’ “Çok sert selâm verdin!’’ der Serdengeçti, ‘‘ve çehrene bakınca fikir sancısı çeken birisini gördüm, aklıma şiirlerin geldi. Bu şiirleri ancak bu yüz yazabilir ve bu selâmı ancak bu şiirleri yazan adam verebilir diye düşündüm.’’ Cela’dan kaçan zengin kadının aksine Karakoç’un çehresinde şiirlerin izlerini görebilmiştir Serdengeçti ve bu çehreyi şiirleri için mutlak bir şart olarak saymıştır.

Dâvâsına verdiği değeri 70’li yıllarda doğan oğluna ‘’Türk İslâm’’ adını vermesinden de anlayabileceğimiz Karakoç 70’li ve 80’li yıllarda dâvâ ve sevdâ şiirlerine devam edip ‘‘Zulüm sıcağında serin yel olarak yürekten yüreğe eser.’’ Örneğin; Bir gün Maraş’ta kahvede oturduğunu anlatır Karakoç. Köylünün birisinin hal ve hareketleri dikkatini çekmiştir. Masada yarı içilmiş çayı ile göz göze bakan bu köylü garsonu görünce heyecanlanır, parayı vermek için ayağa kalkar ve boşalan cebinden sigara, çakmak ve tespih dışında bir şey çıkmaz. Garson ‘‘Tamam, sorun değil’’ der gibi bir işâret yapar. Köylü “Sağ ol” bile diyemez, mahcub olur. Tam kapıdan çıkacakken ‘‘Memleketin neresi gardaş?’’ der Karakoç, ‘‘Köy’’ diye geveler adam, hangi köy olduğunu bile söyleyemez. Boynu bükük, çıkar kapıdan. Bu olayı gözlemleyen Karakoç İsyanlı Sükut şiirini yazar. Şiirin bir kısmı şöyledir:

 

“İçmedi, masada unuttu çayı,

Kalktı ki garsona vere parayı,

Uzattı çakmağı ve sigarayı,

‘Say’ dedi, yutkundu, eğdi başını.

 

Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş,

Sandım can evime döktüler ateş,

Sordum: ‘Memleketin neresi gardaş?’

‘Köy’ dedi, yutkundu, eğdi başını.”

 

Bir başka şiirinde ise babasından kalan ve hâlâ netîcelenmeyen dâvâ uğruna yıllarını mahkeme koridorlarında tüketen bir adamın hâkim’e isyanını dile getirir:

 

“Yaşım yetmiş iki, usandım gel-git,

Bini buldu burda yediğim zılgıt,

Eğer diyeceksen: bana ne, öl git!

Oğlumun bir oğlu oldu hâkim beğ.”

 

Hayatı boyunca hem söylemlerinde hem şiirinde hem de hal hareketlerinden Müslümanlara ve İslâma çok değer verdiğini anladığımız Karakoç bir şiirinde ise müminin kıymetini şu şekilde îzah eder:

 

“Bir kamil konuk gelse, bir şehir şereflenir!

Bir mümin abdest alsa, bir nehir şereflenir!’’

 

Cela Belediyesi’nde memurluktan emekli olur Karakoç, Ankara’ya taşınır, gazetelerde yazılar yazar, siyâsete kısa bir süre girse de kendi deyimi ile ‘‘Allah rızâsı için girip, Allah rızâsı için çıkmıştır.’’

 

2000’lerin başlarında ise şiiri bırakır. Unutkanlıktan korktuğunu söyler zîra, kendini tekrar etmekten. Arada bir gazete yazılarında dörtlük yazsa da uzun şiirlerini görmeyiz artık, gün gelip geçmektedir çünkü:

 

“Yakışır zamanla yaşlılık gence,

Yarınlar dün olur, sonralar önce,

Dünya oyuncaktır, toprak eğlence,

Yığarsın, kazarsın gün gelir geçer.”

 

Akciğer enfeksiyonu nedeniyle bir süre tedâvi görür büyük şâirimiz, Kızı Mihriban Karakoç’un bildirdiğine göre ölmeden önce kitaplarını tek tek okur, onlarla vedâlaşır. Oğlu Türk İslâm Karakoç ise ‘‘Şiirlerinde ağlayıp şiirlerinde güldü’’ dediği babasının, hasta yatağında ‘‘Nasıl yazmışım bunları zamanında?’’ diye bir cümle döküldüğünü söyler ağzından.

 

“Ve İşte dünyada en son arkadaş,

Başımın ucumda dikili bir taş,

Bittiği doğduğum gün başlayan savaş,

Kainat benimle beraber öldü.”

 

O sert selâmı verebilecek ve bu şiirleri ancak o yazabilecek dediğimiz Anadolu kokan çehreli Abdurrahim Karakoç 7 Haziran 2012 târihinde yâni bundan yaklaşık 8 sene önce Gazi Hastanesi’nde Akciğer enfeksiyonu nedeniyle Hakk’ın rahmetine kavuşur.

Şiirin şuur kökünden geldiğini düşünürsek ne kadar büyük ve derin bir şâir olduğunu anlayacağımız, dünyayı bizden farklı algılayan, standart dışı bir şuur ve idrak kabiliyetine sâhip bu şâirimizin mukaddes dâvâsını okumak, anlamak ve anlatmak bize düşer. Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.

‘‘Ben milletim uğruna adamışım kendimi;

Bir doğrunun îmanı, bin eğriyi düzeltir.

Zülum Azrail olsa, hep Hakk’ı tutacağım;

Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir.’’

 

KAYNAKÇA

Vur Emri, Abdurrahim Karakoç, Kadim Yayınları

Beşinci Mevsim, Abdurrahim Karakoç, Kadim Yayınları

Kan Yazısı, Abdurrahim Karakoç, Kadim Yayınları

Dosta Doğru, Abdurrahim Karakoç, Kadim Yayınları

Akıl Karaya Vurdu, Abdurrahim Karakoç, Kadim Yayınları

Gökçekimi, Abdurrahim Karakoç, Kadim Yayınları

İhsan Kurt, Abdurrahim Karakoç, Anonim Yayıncılık

Lütfü Şehsuvaroğlu, Şairin Haberci Portresi Olarak Abdurrahim Karakoç, Genç Arkadaş

Hayrullah Eraslan, Üçgen Piramidin Zirvesinde Cihan Şairi, Nar Edebiyat

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.