Ey gözleri sarı yaprakta usul usul dolaşıp, okumanın heyecanı ve merakı içinde, sayfaları birer birer çeviren! Sana, senin de yakından bildiğin, yüreğinde acısını derinden hissettiğin, bu kahramanlık öyküsünü anlatacak kelimeleri bulmakta güçlük çekiyorum. Ardında iki çocuğu ve eşini bırakan kahraman bir baba. Ve onun ailesine, ailesinin de ona muhtaç olduğu, yaşı küçük yüreği yüce dağlardan büyük Eren… Onlar, ataları gibi üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirerek, vatanı ve bayrağı için şehadet şerbetini içtiler ve gittiler. Bize de onların yaşadıklarının ancak bir kısmını, yüreğimizde ki acı bir gururla beraber anlatmak kaldı.
……..
“Puslu bir havada bulutlar, yağmur damlalarını yeryüzüne bırakmanın peşinde olsalar bile bir türlü bırakamıyorlardı. Havaya insanı boğan bir kasvet çökmüş, yeşil, yemyeşil çam ağaçları arasında Maçka’da bir çocuk, amcası ile birlikte fındık bahçesinde çalışıyordu. Ağacın altındaki sarı sepete elindeki fındıkları atıyordu. Okulu tatil olmuştu. Okulunu çok seviyor, kış aylarında karlar içinde adeta yüzerek okula ulaşıyordu. Üstelik O, güç durumda olan ailesine katkıda bulunmak için durmadan çalışıyordu. Bazen yük taşıyor, bazense fındık topluyordu. Kazandığı parayı ise ailesinin geçimini sağlamak için harcıyordu. Yaşıtları tatilin keyfini çıkarırken onun payına böylesi zor bir yaşam düşmüştü. Babası geçen sene vefat etmiş, on iki kardeşi ve annesiyle, maddi imkânsızlıklar içinde yaşaması ise oldukça güçleşmişti. Üstelik babasından ayrı düşmenin acısını da derinden hissediyordu. Fakat O, bu güç durumlar karşısında bile küçük yaşına aldırmayıp, durmadan çalışıyor, evin ihtiyaçlarını gidermek için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Küçüklükten beri yokluk içinde yaşamıştı. Aklında bir anısı hatırından çıkmıyor, ona neden çalışması gerektiğini durmadan hatırlatıyordu. Yine bir mübarek kurban bayramı gelip çatmıştı. Paraları olmadığı için Eren’in ailesi kurban kesememişti. O gün yaylada kimse onlara et vermemiş, Eren’in boynu bükük kalmıştı. Bu durum onu derinden üzmüş, bu duruma oldukça içerlemişti. Okula giderken yırtık çorap ve ayakkabıları, ona neden çok çalışması gerektiğini, acı tecrübe ile öğretmişti.
İşte böyle bir günde yeniden işe koyulmuş, yeşil fındık ağaçları arasında, Vazelon manastırı yakınlarındaki bu bahçede çalışıyordu. Burası fındık ve çay bahçelerinin yanı sıra, çam ağaçlarından oluşan ormanın arasında kalan, birbirinden uzak kuş seslerinin içinde, tek tük bacaları tüten, eski evlerden oluşan bir bölgeydi. İki gün önce bu yerde ilginç bir hadise meydana gelmişti. Eren’lerin evinden kış için toplanmış olan erzaklar çalınmış, bu hadiseyi fark eden Eren, durumu hemen askerlere bildirmişti. Erzakların terörist hainler tarafından çalındığından şüpheleniyorlardı. Haberi alan askerî ekip bölgeye gelmiş, onları kıskıvrak yakalamak için işe koyulmuşlardı. Gerek havanın kapalı olması gerekse sis, bölgenin karmaşıklığını artırıyor, bölgeyi iyi bilen birisinin yanlarında bulunması ihtiyacını doğuruyordu. Hadisenin gerçekleştiği evi tarif etmesi için Eren’i de yanlarında götüreceklerdi.
Bu zor ve çok tehlikeli bir karardı. Teröristler hâlâ o evin içinde olabilirlerdi. O yüzden çok dikkat etmeliydiler. Eren ise her çocuğun kolayca üstlenemeyeceği bu görevi cesurca kabul etmiş, yaşına meydan okuyarak yüreğinin büyüklüğünü göstermişti. Küçüklüğünden beri vatanını çok sevdiğini zaten dile getiriyordu. Bir gün anası askerliğini daha rahat bir yerde yapmasını istediğini söylediğinde O, anasına karşı çıkarak en zor yerde görev yapmak istediğini hatta şehit olmayı çok istediğini söylemişti. Şimdi belki de isteği gerçekleşecekti! Eren ve askerler öncelikle Cuma namazını kılacaklar sonra yola koyulacaklardı. Namazlarını kılacakları camide buluşmuşlardı. Hep beraber abdestlerini alıp girmişlerdi camiye. Birazdan kopacak fırtınanın aksine, huşu içinde çıktılar Allah’ın huzuruna. Namazdan sonra artık yola koyulmanın tam vaktiydi. Etrafı sessizlik bürürken eve ulaşmışlardı. Bu öğle vaktinde bulutların ardına gizlenmiş güneşten eser yoktu. Kuşlar yoktu, ağaçlar susuyordu. Ayak sesleri, çam ağaçları ve kısa gölgeler evin etrafını çevrelemişti. Eren’in sayesinde evi kolayca bulmuşlardı. İçeriye girilmiş, olayın doğruluğu tespit edilmişti. İz sürmek ve biraz soluklanmak için evin önünde oturmuşlardı ki ormanın içinde bir hareketlilik peyda oldu. Eren ve askerler olup bitenlerden habersiz beklemekteydi. Alçak gözler, onları izlemekteydi. Astsubay Başçavuş Ferhat Gedik bu sırada Eren’in gözlerinin içine bakmıştı. Yaşına ve bedenine nazaran bu çocuk ona koca bir adam gibi geliyordu. Gözlerinde korkudan bir eser yoktu. İşte vatanı için gözünü kırpmadan canını vermiş şanlı ecdadın, yiğit evladı Eren’in ta kendisiydi! Tarihinde kara bir leke bulundurmayan, cihana adaletle hâkim olmuş, Türk milletinin kahraman evladı vardı adeta karşısında. Cihan birlik olsa, suyun uyuyup düşmanın uyumadığı bu çağda, hangi hain emel ele geçirebilirdi ki böylesi Türk çocuklarının yetiştiği bu vatan toprağını? Hangi rüzgâr devirebilirdi? Hangi yürek buna cesaret edebilirdi ki? Onunda iki çocuğu vardı. Onları da bu şuurla yetiştirme gayretindeydi. Her ana baba gibi evlatlarından isteği, vatanına ve milletine faydalı olmalarıydı. Ferhat Gedik’in içinde gurur, içinde umut vardı geleceğe dair. Canını seve seve feda edeceği vatan toprağı, Eren gibi Türk çocuklarının varlığıyla ebediyete kadar hür kalacaktı! O bunları düşünürken bir anda ansızın yankılanmıştı Eren’in sesi.
Bu düşünceler eşliğinde geçmişti vakit. Hareketliliği meydana getiren, korku ve kin dolu gözler hâlâ onları izliyordu. Eren onları görmüş ve aniden bağırmıştı:
-Komutanım Eğilin! İşte oradalar! Diye.
Ellerinde silah, yüreklerinde nefret taşıyan bu hainler Eren ve askerlerin üzerlerine ateş açmışlardı. Hemen karşılık verilmiş, çatışma başlamıştı. Acıma duygusundan uzak, sevgi duygusundan mahrum, çocuk, genç ve yaşlı dinlemeyen teröristler hedef almıştı Ereni ve diğerlerini. Onlarca mermi yağdırmışlardı üzerlerine. Fatih Gedik, Eren’in üstüne kapanmış, Ona mermi isabet etmesin diye kendini kalkan bilmişti. Fakat bütün çabasına rağmen vurulmuştu Eren. Kör kurşunlar bulmuştu ikisini de. Onlarla anlamını kazanmıştı vatan denilen toprak… Ay, yıldız ve şehitlerin dökülen kanıyla beraber ‘al’dı bayrak…
Nice yiğitler bu vatan ve bayrak uğrunda şehit düşmüştü. İki kahraman daha eklenmişti onlara. Şimdi yüreklerde matem vaktiydi. Yayılmıştı memlekete şehadetin haberi. Hani O söylemişti ya bir gün “birisi çıkıp da demiyor ki Eren iyi ki varsın” diye. Kâinat susmuş, güneşin göz alıcı parlaklığı onların ihtişamından sönmüştü öylece. Artık yayılmıştı göklerde, çığlık çığlık Türk milletinin “Eren iyi ki varsın” sesleri. İşte şimdi O, asrın Şehit Alp‘Eren’iydi”
Ey arkadaş! Şimdi sen söyle nasıl anlatılır ki birkaç sayfa ile böylesi bir hikâye? Herhangi bir kelime veya cümle anlatamaz onların kahramanlıklarını. Onlara ancak destanlar yaraşır. Ayrıca unutmayalım ki hikâyesi bilinmeyen, ismi duyulmamış birçok kahraman Türk evladı da bu uğurda şehit düştüler. Eren gibi küçücük yaşta olsa bile yaşayacak yıllarını heba etmişler, ardında anasını, babasını, sevdiğini, çocuk ve eşini bırakarak şehadet şerbetini içmişlerdir. Vatan gibi, bayrak gibi bıraktıkları emanete sahip çıkmak boynumuzun borcudur. Onları unutmamak, hayırla yâd etmek görevimizdir. İçinde bulunduğumuz her durum ve şarta hazırlıklı olmalı, Türk’ün adaleti ile doğacak güneşi, serin bir Turan sabahında karşılayana dek durmadan çalışmalıyız. Şehit Eren’i, Şehit Ferhat Gedik’i ve nice kahraman şehidimizi saygı, sevgi ve rahmetle anıyorum. Tanrı Türk’ü Korusun ve Yüceltsin!
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.