‘’—Allah… Allah… Allah…’’
Dilinden bu kelâm eksik olmuyordu. Kan vücudundan oluk oluk akıyordu. Bıçak darbeleri o kadar ustaca atılmıştı ki boyu fidan, endamı aslan gibi olan bir yiğidi anca bir sandalye üzerinde kanının nasıl süzüldüğünü izlettiriyordu. Bir taraftan;
‘’—Ambulans! Ambulansı arayın!’’ diye feryatlar atılırken diğer taraftan buram buram kahpelik kokan kampüsün kaldırımlarından koşar adımlarla ve ‘’Reis! Reis!’’ feryatlarıyla koca yiğidin etrafına kümelenen insanlar vardı. En yakın arkadaşları yanı başındaydı. Birlikte gülüp eğlendiği ve yeri geldiğinde sırt sırta mücadele verdiği arkadaşları… Bir şeyler mırıldanıyordu sanki. Ağzından bir şeyler dökülecekmiş de dökülemiyormuş gibi. Çığıramayan bir sesle;
‘’—Bakın… Bakın gördünüz mü? Gördünüz mü ne yaptık? Astırtmadık o paçavraları. Sokmadık o vatansızları üniversitemize.’’ diyebildi. Dudakları kurumuş, birbirine yapışmıştı. Kanı hâlâ akıyordu. Arkadaşları bir taraftan tampon yapıyor diğer taraftan ambulansın nerde kaldığını sorguluyordu. Onun ise ağzından Allah zikri eksik olmuyordu. Gittikçe gözleri kararıyor, yaşadığı acılı tatlılı, güzel günler bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. O film şeritlerinden birisi çocukken teyzesine ‘’Ben büyüyünce asker olup şehit olacağım’’ dediği sahneydi. Asker olamasa da sanki o ifadenin neticesiyle karşı karşıyaydı. Çünkü Allah’ın birliğine şahitlik etmişti ve bu uğurda şu anda kanlar içerisindeydi. Teşkilata ilk girdiği o gün geldi gözünün önüne. İlk tanıştığı ağabeylerini ve mücadelesinde kendisine örnek saydığı büyüklerini görür gibi oldu. Bu uğurdaki ilk kavgasını ve aldığı tehditleri, köşeye sıkıştırılmalarını tebessüm ederek seyrediyordu. Ve o… Sevdiği kız… Bir kez olsun rahatça yamacına alıp üniversitenin kantininde karşılıklı çay dahi içemediği kız. Ne olacaktı ona? Bir anda aklına Şehit Alparslan Gümüş’ün nişanlısına yazdığı mektup ve ona karşılık olarak nişanlısının kendisine yazdığı mektubun mısraları geçti göz bebeğinin ortasından. Ne olacak tabi ki de gurur duyacaktır. Göğsünü gere gere ‘’O ne sevdasında ne de davasında en ufak bir yılgınlık göstermedi.’’ diyecektir. Allah’ım sen ona zeval getirme diyerek içerledi kendi kendisine. Tüm bu zihin dünyasındaki hareketlilik kendi içinde uzun bir zamana yayılıyormuş gibi geçse de dış dünyada zaman geçmiyordu. Yarım saat olmuş hala daha ambulans gelmemişti. Polisler gelmiş ama ekip aracıyla hastaneye götürülmesine izin verilmiyordu. Kanlar sel olmuş akıyordu. Akan her damla koca yiğidin göz kapaklarını bir nebze daha kapatıyordu. Ama o, arkadaşlarının kolları arasında huzur içindeydi. Gözüne bir perde inmişti sanki. Artık acı hissetmiyordu. Sanki akan kanı göğe çekiliyormuş gibi hissetti. Elinde sancak olan birisi mi vardı gökte? Kanı bayrağa doğru yükseliyordu sanki. Bir anda dünyası kaydı. Gözünü son gayretle açtığında telaş içerisinde yığınla insan görüyordu. Gözünü kapattı ve bir damla yaş aktı göz pınarından. Başı arkadaşının kolunda cansız kaldı. Arkasından bir çığlık;
‘’—Fırat! Gardaşım!’’ Ve ağlamaklı muazzam bir ses cümbüşü: ‘’Reisss!’’ Koşuşturan insanlar, anlamsızca etrafına bakınan polis ekipleri ve yerde yatan iri gövdeli bir yiğit.
Bir el uzanmıştı kendisine. Bir elinde sancak olan kişiydi eli uzatan. Gözünü tekrar açtığında bambaşka bir âlemde bulmuştu kendisini. Acı hissetmiyordu. Tasvir edilemeyecek kadar başka bir âlemdi. Fırat etrafına şahin bakışlarıyla süzüyordu. Bir anda omuzuna bir el kondu. İçinde zerre korku yoktu. Sanki bu âlemde; kısa süren ama çetin geçen fani âlemdeki gibi tereddüt ve korku hisleri yoktu. Kafasını arka yüze çevirdiği vakit gözünde bir yanılsama geldi gitti. Vücudunun belli noktalarından benek benek kanlar akan biri vardı karşısında. Ama anlık bir şekilde yanılsama gitmişti. Karşısında tertemiz kıyafetler içerisinde masumca kendisine bakan kişi kollarına açarak;
‘’—Fırat’ım… Gardaşım kutlu olsun.’’ dedi. Fırat göz pınarlarından fışkıran damlacıklar yüzünden bulanık görüyordu. Şaşkın bir ifadeyle;
‘’—Ruhi ağabey! Ağabey sen misin?’’ diyebildi. Karşısında duruşundan taviz vermeyen bir babayiğit vardı. Elleriyle Fırat’ın gözyaşlarını silerek;
‘’—Benim ya gardaşım. Benim. Ruhi ağabeyin. Hani o ilkokul çocuklarına ‘’Davamızın ilk şehidi’’ diyerekten anlattığın Ruhi Kılıçkıran.’’ Fırat doyamamışçasına kollarına tekrar açarak ağabeyine sarıldı. Hemen arkasından göz göze geldiler. Ruhi ağabeyi hiç ses çıkarmadan usulca kenara çekildi. Fırat’a yine bir yanılsama geldi. Uzun boylu, iri vücutlu, anlının ortasından kan süzülen birisi kollarını açmış kendisine yaklaşıyordu. Anında yok olan yanılsama ardında Yusuf yüzlü, tertemiz tenli bir yiğit bıraktı. Yiğit kollarını açarak ve tok bir ses ile;
‘’—Vay benim gardaşım… Vay benim sonu bana benzeyen Ülküdaşım. Kanımız pervasızca akarken öylece baktılar. Cebimde param yoktu. Arkadaşlarıma yük olmamak için nefesime sarıldım. Lâkin cankurtaranı bırakmadılar ki yaşayayım. Meğer burada bizi beklerlermiş. Sana da kavuştuk. Kutlu olsun.’’ diyerek sarıldı. Aynı ruh haline bürünen Fırat, gözünden çağlayan damlalara hâkim olamıyordu. Bu sefer kendisi sildi gözyaşlarını ve karşısında duran bu tanıdık, saf yüze;
‘’—Yusuf ağabey. Bu sensin. Namertçe sürünmektense erkekçe ölmeyi tercih ettirmeyi sen öğrettin bize ağabey. Allah senden razı olsun’’ diyerek Ruhi ağabeyine sarıldığı gibi koca kollarını sarmaladı Yusuf İmamoğlu’na. Yusuf ağabeyi kollarını hafiften çözerek;
‘’—Asıl senden olsun gardaşım. Ne bizi unuttun ne de bizleri unutturdun. Ne davamızı unutturdun ne de mücadeleden yıldın.’’ dedi ve kollarını hafiften çözdü. Tıpkı Ruhi Kılıçkıran gibi o da usulca kenara çekildi. Ve alabildiğine geniş bir meydan ve tasvirlere eşsiz gelecek güzellikte bir hava, ortam sunulmuştu sanki kendisine. Aynı zamanda o meydanı dolduran ve asıl tasviri eşsiz kılan kişiler vardı karşısında. Birçoğunun yüzü tanıdık geliyordu. Gözü birine takılı kaldı. Bu… Bu Dursun Önkuzu’ydu. Kırılmadık kemiğinin, patlamadık organının kalmadığı ve kefenini dahi al kana bulayan Önkuzu’ydu. Şimdi karşısında dimdik, dipdiri duruyordu. Fırat içerisinden ‘’Senin yolunda, senin birliğine şahit olup bu uğurda şehit olmak ne güzel bir şeydir ya Rab. Vallahi kudretine sual olunmaz ki Dursun ağabeyim kanlı canlı karşımdadır.’’ diyerek geçirdi. Onun hemen yanında Selçuk Duracık ile Halil Esendağ yan yana duruyordu. Ölümün dahi ayıramadığı bu iki Ülküdaş ölümsüzlüğün tadını bile birlikte çıkarıyorlardı. Onların yanında birer elinde küçük iki çocuk olan bir adam vardı. O adam, Fırat’ın teşkilatta fotoğrafını gördüğü adamdı. Birer elinden tutunan iki çocukta torunlarıydı. O, evinde hediye paketi süslü bomba paketinin patlamasıyla torunları ve gelini ile Hakka yürüyen Hamit Fendoğluydu. Arkaya doğru bu kalabalık alabildiğine gidiyordu. Sanki topluluklar tabur tabur sıralanmışlardı. Her topluluğu aynı anda göremiyordu. Kafasını biraz yana çevirdiği zaman gördü ki at üstünde bir topluluk daha vardı. O da neydi. En önde iki tanıdık yüz ihtişamlı ve şahince bakışlarıyla kendisini baştan aşağı süzüyordu. Bunlar Mustafa Kemal Atatürk ve Enver Paşaydı. Arkalarında Çanakkale’den Sarıkamış’a, Balkanlardan Kafkaslara cümle Allah yolunda çarpışanlar vardı. Hepsinin elleri atlarının yularında idi. Hepsi aynı anda yularlarını bırakıp sağ ellerini kalplerinin üzerine götürerek aynı ahenk ile;
‘’—Kutlu olsun!’’ dedi. Fırat’ın tüyleri diken diken oldu. O da sağ elini kalbine götürüp ses çıkaramaz bir eda ile başını öne eğebildi. Arkasından başını kaldırarak yine yana doğru çevirdi. Bu daha kalabalık bir topluluktu. İki ucunda sancak tutan iki cüsseli cengâver vardı. O iki cengâverin arasında ise uçtan uca at üzerinde Osmanlı hükümdarları vardı. Arkalarında ise onların peşinden Allah’ın adaletini yaymak adına serdengeçen bilcümle şehitler vardı. Onlar da aynı şekilde sağ ellerini kalplerine götürerek;
‘’—Kutlu olsun!’’ dediler. Fırat aynı vaziyette ne yapacağını bilemez şekilde sağ elini kalbine götürerek başını eğdi. Sonra tekrardan başını hafiften çevirerek göz gezdirdi ki her birerinin elinde çift başlı kartal olan atlı, atsız askerler vardı. Öndekilerden biri ve arkasındakiler ak kefenleri ile bakıyordu kendisine. Bu, Anadolu kapısının önüne kefeni ile gelen Sultan Muhammet Alparslan ve Yiğitleriydi. Hepsi aynı şekilde ellerini kalplerine götürerek;
‘’—Kutlu olsun!’’ dediler. Bu böyle devam ederken bir de baktı ki bir ellerinde Tahta kılıç, diğer ellerinde dövme demirden kılıcı olanlar vardı. En önde, sakalları bilgeliğinden ağarmış koca bir Pîr vardı. Hemen onun arkasında ondan hallice olanlar vardı. En öndeki Hoca Ahmet Yeseviydi. Hemen arkasındakiler Hacı Bektaş’ından Sarı Saltuk’una, Geyikli Baba’dan Servergazi’ye değin ve onların da arkasında gönül fetihçisi Gazi Alperenler vardı. Yesevi hazretleri elini kalbine götürünce Alperenlerin hepsi disiplini bozmadan kalplerini yokladılar. Hazret, Fırat’ın gözlerinden akan yaşlara hitaben;
‘’—Dem bu demdir oğul!’’ dedikten sonra aynı ahenk ile tüm Erenlerin;
‘’—Kutlu olsun!’’ seslenişi Fırat’ı kendisine getirdi. O da elini kalbine götürerek;
‘’—Eyvallah ya hazreti Pîr’’ diyebildi. Fırat herkes ile selamlaşmıştı. Allah’ın aslanı Hz. Ali iri cüssesi ve elindeki Zülfikar’ı ile yanındaki evlatları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile göğsünü gere gere Fırat’ı süzüyordu. Kürşad ve kırk arkadaşı da oradaydı. Fırat’ı, arkadaşları Yamtar’a benzetiyorlardı. Yamtar dayanamadı. Elindeki kılıcı yanındaki Kurtkaya’ya vererek Fırat’ın yamacına vardı ve o koca bedeni ile Fırat’ı kollarına hapsetti. İkisi de ağlamaklı bakıştılar. Hiçbir şey söylemeden Yamtar yine aynı yerine geçti. Bilge Kağan ve Kültigin; iki kardeş yan yana orduları ile kendisine bakıyordu. Tıpkı Çağrı Bey ve Tuğrul Bey gibi. Alper Tunga en başta, orduları ile; Mete Han’a ve ordusuna nazaran daha az ama daha donanımlı halde kendisine selam duruyordu. Derken bir el Fırat’ın omuzuna dokundu. Fırat arkasına döndüğü vakit gördüğü kişinin direk eline atıldı ve öpmek istedi. Tok bir ses yüzüne dokunarak;
‘’—Fırat… Evladım. Son ülkü fidanım. Türk milleti ve Allah yolunda döktüğün kanın helaldir. Kutlu olsun!’’ dedi. Karşısındaki çınarın eline atılan Fırat el pençe divan durdu ve başını önüne eğerek;
‘’—Başbuğum… Kanım tıpkı benden önceki ağabeylerim gibi sizin sancağınız altında bayrağımıza renk oldu. Allah bizim yolumuzdan gelenlerin önünü açık eylesin’’ diyerek başını yukarıya kaldırdı. Başbuğu Alparslan Türkeş, Fırat’ı ‘’Evladım’’ diyerek bağrına bastı. Hemen sonrasında ellerini Fırat’ın omzuna koyarak;
‘’—Hadi bakalım Fırat’ım. Ağabeylerinle ve bilcümle atalarınla hasret gider’’ dedi. Ve Fırat, ağabeylerinin arasına karıştı. O esnada küçük boylu, zayıf bedeniyle dik durmakta olan birinin, kendisine nazaran daha kalıplı ve boylu olan bir diğeri ile sohbetine şahit oldu. Küçük boylu olan diğerine içerleyerek Fırat’ı işaret edip;
‘’—Ah! Dündar ağam ah! Fırat çok kahpe bir çağa denk geldi. Görünen o ki ona sahip çıkan olmayacak. Senin gibi biri çıkıp da Dursun’umuzun cenazesinde dediğin gibi; ‘’Biz artık ölmeyeceğiz’’ der mi acaba?’’ dedi. Dündar ağa karşısındaki küçük boylu adama;
‘’—Kahramanları millet belirler ağabey. Elbette Türk milletinden her kesim Fırat’ı bağrına basacaktır. Yeni gelen nesiller onun türküsünü söyleyecektir; onu sahip çıkmayanlara rağmen.’’ diyerek teselli verdi. Fırat içinde bulunduğu durumdan o kadar hoşnuttu ki kâinattaki tüm varlığı buyruğuna verseler içinde bulunduğu bahtiyarlıkla değişmezdi. Derken bir anda herkes toparlanıp ilk andaki hale büründü. Fırat, meydanda tek başına kaldı. İçerisinden; ‘’Allah’ım senin yolunda biri daha mı serdengeçti’’ diyerek geçirdi ama o esnada Ahmet Yesevi ve Alperenleri aynı anda;
‘’—Allah Allah! Yâ iki cihanın serdarı, Allah’ın Resul’ü.’’ diyerek dizlerini yere vurdular. Onları tüm kitap ehli takip etti. Fırat içinde bulunduğu durumu tam olarak kavrayamamıştı ki; herkesin güneş vurmuşçasına parlayan gözlerinin baktığı yöne doğru döndü ki dönerle dönmez elini kalbine götürüp, başını önüne eğip diz vurması bir oldu. Yamacında kendisine bakan ihtişamın karşısında çok aciz olduğunu fark etti. Karşısındaki parlayan sima arkasındaki kalabalık ile kendisine doğru yaklaştı. Ellerini Fırat’ın iki yanağını koyup gözyaşlarını sildi. Fırat gözlerini kapatmış gözlerini alamıyordu. O esnada gül kokulu bir ses esti kulağında;
‘’—Ey Allah’ın adını akıllardan silmeye çalışanlara karşı koyup gençliğini yok sayan yiğit. Ey mukaddes değerlerini çiğnetmeyen Allah’ın askeri. Vatan sevgisi imandandır. İmanında en ufak yitiklik yaşamadın. Vatanını sevmenin bedelini ağır ödedin. Şehadetin kutlu olsun. Bir istediğin var mıdır?’’ Fırat gözlerini hâlâ daha açamıyordu. Elleri ile kapalı gözlerinden akan gözyaşlarını sildi. Kendini toplar gibi oldu ve başını kaldırarak;
‘’—Yâ Resullah! Tek bir isteğim vardır ki; yeryüzüne tekrar inip Allah yolunda tekrar şehit olmak.’’ dedi. Dedi ve Esfele safilinde kalanlar ah çekerek Ahsen-i takvim üzre göçüp giden bir yiğidin arkasından sadece bakakaldı. O, yaratılmışların en üstünü olan insanın; en aşağılık hale büründüğü çağda, mefkûresinden gayrı her şeyi unuttu ve en üst makama erdi. Makama Erenlerin elimizi bırakmamaları ve Çakıroğlu’nun günü geldiğinde bize gözyaşları ile sarılması temennim ile; ‘’KUTLU OLSUN FIRAT AĞABEY’’
“Eyvah biz kaldık Esfele safilinde!
Ahsen-i takvim üzre, onlar geçip gittiler…” *
*Dilaver CEBECİ Bozkırda Kalan Sancı
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.