Sevgili genç arkadaşım,
Bugünlerde sosyal medyada çok sık dolaşan bir konu var. Uşşaki tarikatının Adapazarı bölgesinde faaliyet gösteren kolunun şeyhi, kendi müritlerinden birisinin küçük yaştaki kız çocuğuna bir cinsel istismarda bulunmuş. Neredeyse 1 haftadır değişik platformlarda TV, Twitter, Facebook, Instagram da birçok yazar, ilim adamı ve konuyla hiç alakası olmayanlar dahil kendi duruşlarına göre; Kahrolsun Tarikatlar ”, Atatürk bu kurumları zaten boş yere kapatmasından tutun da sahte şeyhler bunlar gerçek şeyh olsa böyle olmazdı ” ya da ”Kuran’da tarikat diye bir şey yok bunlar ayrı bir din îcad ediyor ve adına tasavvuf ve tarikat diyorlar” şeklinde konuya eleştiri getirdiler.
Benim sorum bu noktada başlıyor. Biz Türk milliyetçilerinin bu konuda ki tutumu, duruşu ne olmalı? Kendini laik Atatürkçü tanımlayanlar gibi sövecek miyiz, yoksa Selefi Vahhabi çizgisindekiler gibi tarikat ve tasavvuf dinde yoktur mu? Demeliyiz. Ya da tarikat gruplarının genel duruşu olan: Bu adam zaten sahte bir Şeyhti deyip konuyu göz ardı mı etmeliyiz. Bu konuyu gündeme alışım bu olay özelinde olmayıp genel anlamda bu tarz dini yapılar ve buralarda meydana gelen zaman zaman toplumsal infiale neden olan olayların geneline karşı bir bakış açısı yakalama gayretidir.
Daha önceki dönemlerde yazılarımızı okuyanlar hatırlayacaklardır. Bizim dinî meselelerde iki temel hassasiyetimiz var 1’incisi dinin temel kaynağı olarak kabul ettiğimiz Kur’an’ a uygunluk. 2’ncisi de konunun Türk millî kültürünün devamlılığına olan tesiridir.
Önce Kur’an’a uygunluk açısından kısaca durumu değerlendirecek olursak konuyu bugünlerde meydana gelen bu ahlâksız eylemden bağımsız olarak tasavvuf ilmi ve tarikatlar açısından ele almalıyız. Tasavvuf, konusu îtibâriyle yaratıcımız olan yüce Allah’ı tanımak, ona yakınlaşmak için dinde derinleşmeyi tesis eden bir ilim alanıdır. Her ilim alanında olduğu gibi bir disiplini, bir sistematiği ve bu sistematiğin bir gereği olarak da öğreticisi olan bir ilimdir.
Bu öğreticiye de Mürşit veya Şeyh denir. Bu açıdan bir tarikatın mevcudiyeti ve onun başında bir öğretici olarak Şeyhin olması bir pozisyon almayı bizim açımızdan gerektirmez. Ancak konuştuğumuz mesele İslâm Tasavvufu ise o zaman önünde İslâm kelimesini kullanan her kavramda da olduğu gibi olan biteni Kur’an denetimine açmamız bir zorunluluktur. Bu çerçevede bu haftaki olanlar ve kayıtlarda geçen konuşmalar çok ciddi sorunlar içermektedir.
Bu sorunların en önde geleni bir çocuğa tacizde bulunulması ve bu tacizin uzun aylar boyu cemaate zarar gelmemesi için örtbas edilmesidir. Bu ortaya çıkınca da kızın babasına gerekirse nikahımıza alabiliriz gibi bir cümle sarf edilmesi ve yine olayı meşrû göstermek için bu ahlaksızlığı yapan şahsın Mehdilik cümleleri kurmasıdır.
Öncelikle yapılan taciz ve istismarın îzah edilebilir ahlâkî, vicdanî bir yanı yoktur ve en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Yapılan ahlâksızlığı temizlemek için teklif edilen nikahlanmak ise dinen iki açıdan uygun değildir. 1’incisi nikah iki tarafın özgür irâdeleri ile tercih ettikleri ve hayatlarını birlikte sürdürme istek ve irâdelerini nikah sözleşmesi ile kamuya duyurmaları eylemini ifade eder. Taraflardan birisinin ister çocuk isterse de yetişkin olsun zorlama ile nikahlanması Kuran’ın verdiği özgürlük alanları ile çelişir. 2’ncisi Kur’an evlilik yaşını bir ayetle aklî olgunluğa bağlamıştır. Nisa Suresi, 6. ayet: Yetimleri, nikaha erişecekleri çağa kadar deneyin; şayet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şâhid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” Bu ayette görüldüğü gibi evlenme yaşı olarak belirtilen yaş kişinin kendi mal mülk ve işini sevk ve idâre edebileceği aklî olgunluk yaşı olarak veriliyor. Keyfi bir şekilde 9-10 yaşlarında nikahlanmaya kimse Kur’an’dan onay alamaz.
Mehdilik meselesi başlı başına bir makale konusu olabilecek kadar teferruatlı ve tarihte tesirleri olan bir mesele. Bu yazının konusu olmaması nedeniyle kısaca Kur’an’da Mehdilik diye bir kavramın geçmediğini ve bu kavramın Yahudi ve Hristiyan inançları kaynaklı olduğunu belirtelim. Tarikat kültürü içerisinde ise bu mesele muhatap olunan cemaat üzerinde hakimiyet kurmak üzere kullanılan bir kavramdır. Mehdinin idâre ettiği bir cemaat olmak veya ahir zamanda mehdinin ordusu içerisinde olmak şeklinde cemaat mensuplarının şevkini ve bağlılığını artırmak için kullanılır. O nedenle bir önceki meselede olduğu gibi mehdilik meselesi de yine istismar kokmaktadır.
Genel manada günümüz tasavvuf ve tarikat kültürü içerisinde; sık dokulu tüm cemaat yapıları ve Fetö gibi terör örgütlerinde de olan baştaki yöneticiye körü körüne bağlılık ve tam itaat göze çarpmaktadır. Kur’an’da İsra Suresi 36. Ayette: Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır. Demesine rağmen bu durum pratikte tam itaate engel olamamıştır. Kanaatimce tasavvuf kültürü içerisindeki en sorunlu alan burasıdır. Çünkü bir kere sorgulama kültürü itaat kültürü ile yer değiştirecek olursa o boşluktan içeriyi her türlü yanlış fikir girebilir. Nitekim yakın tarihimizde bunun en acı örneklerinden birine tanıklık ettik. Körü körüne itaat eden aklı ellerinden zaman içinde ağır ağır alınıp mankurtlaştırılmış bir örgüt mensupları bu ülkede darbe yapmaya kalktı.
Kur’an açısından yaptığımız bu kısa değerlendirmeden sonra Türk millî kültürünün devamlılığına olan tesir açısından olayı değerlendirmek istiyorum.
Türklerin Müslümanlık tarihi aslında Orta Asya Yesi’de başlayıp oradan balkanlara kadar uzanan tasavvuf tarihidir, Sonraki dönemlerde çok daha seçkinci bir yapıya bürünmesine rağmen başlangıç dönemlerinde halkın tamamına hitap edebilen herkesin rahatlıkla kavrayıp gönül dünyasına baş tacı edebileceği bir irfan hareketidir. Bu hareketin özü Türk milletinin aksiyoner yapısına uygun bir şekilde kurgulanmış ve Tasavvuf öğretisinin teknik konularından daha ziyade hedeflenen ahlâkın bireyden toplumun tüm katmanlarına transferine imkan verecek derecede dışa dönük olmuştur. Halk arasında sıkça duyduğumuz “El işte gönül oynaşta” ifadesi bu hali ifade eder yani kişi Allah’a olan sevgisini kullarına hizmet ederek gösterir. Yesi dergahında yetişmiş ilk dervişlerle belki de günümüz gerek tarikat erbabı olan veya olmayan Türk gençleri arasında en temel fark da burada yatıyor.
Bugünkü toplumsal problemlerimiz ve ahlâkî çürümenin en büyük nedeninin formâl eğitim ile ya da aile içi eğitim metodu ile yeni nesillere dinin yaşama, eyleme dönük ahlâkî erdemlerini tam olarak aktaramayışımız olduğunu düşünüyorum. Günümüzde toplumun büyük bir kısmında bilme ile alakalı bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bilgi hepimizin parmaklarının ucunda veya ceplerinde geziyor ancak öncelikle o bilginin ilgili kaynaklardan elde edilip öğrenilmesine yönelik büyük bir iştahsızlık var. Bundan daha da kötüsü bilgi edinildikten sonra bu bilgilerin özellikle bireysel ve toplumsal ahlâk ile ilgili olanlarının sadece bir bilgi olarak kalıp gündelik hayat pratiklerimize hiç yansımaması. Örneğin bugün sokaktan geçen gençlere dinleri nedir diye sorsanız çok büyük bir kısmı Müslüman olduklarını söyleyecektir. Aynı gençlere ahirete inanıyor musunuz deseniz yine büyük bir kısmı bunu tasdik edecektir lakin bu kelime ile ifade edilen kimlik ve inancın gereği olarak gündelik hayatlarında ne kadar hassasiyet gösterdiklerini soracak olursanız aldığınız cevaplar emin olun çok vahim olacaktır. Bu durum bilgi ile eylem arasındaki bağlarımızın kopukluğunu gösteriyor.
Biraz önce değindiğimiz Yesi Dergahı ve sonrasında İslâmın Anadolu’ya ve Balkanlara kadar yayılmasının öncülüğünü yapmış Yesevi ve Bektaşi erenleri, dervişleri işte bu söz ile özün birlikte yürümesinden dolayı bu kadar başarılı olabilmişler ve tüm Türk coğrafyasında Türk Müslümanlığını mayalayabilmişlerdir. Lakin burada önemli bir detayı da gözden kaçırmamamız gerekiyor. Sosyal hareketlerin büyük bir kısmında olduğu gibi Tarikatlarda da bozulmalar yukarıdan aşağı meydana gelmektedir. Tarikat kültürünün millî kültürün yayılmasında motor güç vazifesi gördüğü dönemlerde bu dergahları idare eden Şeyhler de en az müritleri kadar söz ve şiirlerle ifade ettikleri İslâm ahlâkını yaşama konusunda hassasiyet gösteriyorlardı. Hacı Bektaş Veli müritlerine ELİNE, BELİNE, DİLİNE sahip ol derken bugünkü tabirle “Verir aleme talkını kendi tutar salkımı” şeklinde hareket etmeyip tavsiye ettiği ahlâkı önce kendisi yaşantısına geçirmekteydi.
“Öz ve Söz” arasındaki tutarlılık noktasından baktığımızda tarikatlar ve tasavvuf konusunda orijinal kaynaklarla ve bu kaynakların günümüzdeki temsilcileri arasında ciddi farklar hemen göze çarpmakta. Günümüz şeyhleri müritlerine ahlâkı tavsiye ederken diğer taraftan küçük kız çocuklarını taciz edebiliyor ya da müritlerine kanaatkar olmayı israftan kaçınmayı tavsiye ederken kendileri şatafat içerisinde villalarda yaşayıp, ziyafet sofralarında poz verebiliyorlar. Tarikatların başında olanların bu davranışları da bize millî kültürün devamlılığına olumsuz tesir ettiği için bu yapıları eleştirme hakkı veriyor.
Elbette bugünkü tarikatlar derken hukukî bir dayanağı olmayan sivil ve gayri resmî yapıları konuşuyoruz. Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti kanunları açısından bu yapıların varlığından söz edilemez ancak topluma tesirleri bakımından da varlıklarını inkar mümkün değil. Bu çelişkili durum sürdürülemez. Fiilen mevcut olup hukuken yok kabul ettiğimiz müddetçe bu yapılar devlet tarafından denetlenemez. Bir kişiyi kontrol etmek suretiyle itaat kültürlerinden dolayı binlerce insana tesir edilebildiği için de siyasî kurumlar ve iktidar hedefi olanlar tarafından devamlı tavizler verilmekte ve etki alanları artmaktadır. O yüzden hem tarikatların istismarının engellenmesi hem de tarikat şeyhlerinin ve metotlarının denetlenebilmesi için de bu hukuk dışı durumun bir an önce resmi bir zemine kavuşması gerektiği kanısındayım.
Yazımızın başındaki soruya tekrar kısa bir cevap niteliğinde özetlemek gerekirse: Temel noktada meselemiz tarikatlar ve onların müritleri ile değil ancak tarikatların Türkiye’de şu anda icra etmekte oldukları rolün Türk milletinin bekasına olumsuz etkisi ilgidir. Lakin çok uzunca bir dönem Türk millî kültürünün en önemli taşıyıcılarından olmuş Hoca Ahmed Yesevileri, Hacı Bektaşları, Sadreddin Konevileri, Sarı Saltukları bünyesinden çıkarabilmiş bir mîrası da heba etme lüksümüz yoktur. O nedenle ıslah etmek yoluyla tarikatların bundan önce olduğu gibi bundan sonra da Türk milletine hizmet edecek ahlâk timsalleri yetiştirmeleri sağlanmalıdır. Lakin ıslah için önce tarikatlerle alakalı hukuksuzluğun çözülmesi gerekmektedir… O zamana kadar nasıl ki Covid-19’a karşı koruyucu olarak N95 maskeleri takıyorsak dejenere olmuş tarikat kültüründen toplumsal hayatımıza seken virüs misali yanlış inanç ve uygulamalara karşı mânevî bünyemizi Kur’an-ı Kerim’i kendi dilimizde okuyup anlayarak kuvvetli tutmalı ve korumalıyız.
Esenlikle Kalın…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.