“Politikacılar parti programları ile ülkenin meselelerinin halledileceğine inanırlar. Dâvâ adamları ise insanı değiştirmeden hiçbir şeyin çözümlenemeyeceğinin farkındadırlar.” diyen Mehmed Niyazi, haklıdır. Nitekim Ülkü Ocakları, Alperen Ocakları ülke meselelerini çözecek adamları yetiştirmek için kurulmuştur. “Ülkü Ocakları; Türkiye’deki tahsil çevrelerinde açtığı ocaklarda bugüne kadar halktan koparılan, bozuk ve millî ülküden yoksun eğitim sistemimizin yabancılaştırdığı aydınların yerine idealist, aydın bir nesli bağrında toplayarak îmanlı, ahlâklı, millî şuur ve ilim sâhibi gençler olarak yetiştirmek maksadıyla kurulmuş, ülkücü bir yüksek tahsil gençlik teşkîlâtıdır.” (1) Zâten başta ilim zihniyetinin sembolü Prof. Dr. Mümtaz Turhan olmak üzere bilim adamlarımız, ısrarla dünya çapında ilim ve teknik adamlarının yetiştirilmesini savunuyorlardı. “Zîra Batı’dan ilim ve tekniği almakla, birinci sınıf ilim ve teknik adamlarıyla bunların yardımcılarından ve diğer münevverlerden teşekkül eden öyle muazzam ve müessir bir kadro meydana gelmektedir ki, bunun sâyesinde bir taraftan içtimâî bünye demokrasiye en elverişli bir şekilde değişmekte, diğer taraftan ilim zihniyeti cemiyetin her hücresine nüfuz edebilmektedir.” (2) Bunu bilen hareketin lideri Alparslan Türkeş de her vesîle ile bu ihtiyacı anlatıp duruyordu. Meselâ İstanbul Ülkü Ocakları Birliği adına verdiği konferansta, “Türkiye’nin bir an önce ilimde, teknikte, sanayide en ileri memleketlerin seviyesine çıkmasını sağlayacak, dünya çapında yüksek kaliteli ilim adamları ve teknisyenler kadrosu yetiştirmek lazımdır.” (3) Yine aynı şekilde “Türkiye’nin bugün ileri gitmiş modern milletlerin, modern devletlerin seviyesine ulaşması için dünya çapında yüksek ilim adamları ve teknik insanlar kadrosuna ihtiyacı vardır. Dünya çapında yüksek, büyük laboratuvarlara ve bu çapta ilim adamlarına, teknik elemanlara ihtiyacı vardır.”(4)

Büyük şahsiyetleri yetiştirmek hususunda Fatih’i, İbni Sina’yı, Itrî’yi, Mimar Sinan’ı, Maturidi’yi, Baki’yi yetiştirmiş bir milletin yol ve yöntemi var demektir. Hareketimiz de büyük tecrübenin mîrasçısı olarak bu işin üstesinden gelecektir. Nitekim her çevreden herkesin, meziyetlerini sayıp övdüğü ve cenâzesinde bütün memleketin etrafında bir olduğu Muhsin Yazıcıoğlu, bunun bir örneğidir.

“Kendimi bildiğimden beri Ülkücü Hareket’in içindeyim, Ülkücü olmaktan gurur duyuyorum” diyen Muhsin Yazıcıoğlu, hem yetiştireceklerimize misal olması bakımından hem de her dönem ihtiyacını dile getirdiğimiz birliğimizi sağlamak açısından çok önemlidir.

 

MUHSİN BAŞKAN

Konuya girmeden önce kendisi hakkında birkaç söz edelim: “Muhsin Başkan” dedik. Çünkü bu unvan onunla özdeşleşmiştir. Âdeta künyesi, göbek adı olmuştur. Bunu en iyi anlatanlardan biri Ahmet Turan Alkan: “Muhsin Yazıcıoğlu’nu ilk defa Veterinerlik Fakültesinde görüyorum. Adam 18 yaşında bile efsâne, öyle karizmatik. Bazı insanlar vardır, hep böyledir. Vasıflarında lider olmak tabiatıyla doğar, öyle yaşarlar. Karşılaştığımız ilk gün de başkandı, şimdi ve hâlâ yine başkan.”(5) Gerçekten bu başkanlığı Mamak şartlarında, içeride de yürütmüştür. Tahliyesinden sonra da başkanlığının devam etmekte olduğunu gösterdi. SOGEV’in başına geçerek yaraları sarmaya, meseleleri çözmeye başladı. Kısaca o yöneten, yönlendiren, herkesin başkanı Muhsin Başkan’dı. Evvelâ ocak başkanı, sonra parti başkanı olarak Türkiye’yi bir baştan ötekine kaç defa gitti, geldi, kim bilir… Kafkasya, Türkistan, Rumeli, Avrupa, güney, kuzey nerede gönüldaş varsa oradaydı. Hep hareket halindeydi. İnsanlar yaşadıkları gibi ölürler. Fırtınalı hayat, fırtınalı bir günde son buldu. Soğuk betonda üşüdüğü şekilde, karlı dağların başında ulaşmak istediği Sonsuzluğun Sâhibi’ne kavuştu. “Döngel”de emre uydu, döndü gitti Mevlâ’sına. Hep harekette, hep yolda olan birisi son nefesini yatağında verecek değildi ya! Tıpkı lideri Alparslan Türkeş gibi… Yine ikisi de karlarla irtibatlı ve kalabalıkların duâlarıyla Ankara’nın kendilerine özel olarak tahsis edilen birer köşesini ziyâretgâh yaptılar.

Muhsin Başkan herkes nazarında “emin” biri olduğu için bürokraside, emniyette, orduda onu dikkate alanlar, ondan ilham alanlar vardı. Nitekim Dağlıca baskınından ilk onun haberi olmuştur. Bu baskın dönüm noktası olmuş terör olaylarından birisidir. Sabahın erken saatlerinde olduğu için bir müddet bekledikten sonra dönemin cumhurbaşkanını haberdar etmiş, cumhurbaşkanı inanamamıştır. Zîra devletin büyük partilerinin haberi olmayan bir olayı, Muhsin Başkan’dan öğreniyordu. Muhsin Başkan emrolunduğu gibi dosdoğru idi. Yalpa yapmıyor, fırıldak olmuyordu. Sözünün eri idi, içi bir, dışı birdi. Bu sebeple ona herkes güveniyordu. Onun Sonsuzluğun Sahibi’ne ulaşmasıyla esas kayıp, Türkiye’nin bu güvencini kaybetmesi oldu. Ondan sonra, “Türkiye İran olmaz ama Suriye olmasına da biz izin vermeyiz.” kabilinden çıkışlarla ayar verebilecek bir güç kalmamıştır. Eksikliğini çektiğimiz de bu olmuştur. Kendisinde gördüğüm kahramanlık ruhunu, Yıldırım Bayezid’in bir gece tek başına atıyla Niğbolu Kalesi’nin kapısına -kalenin içinde bulunduğu kuşatmayı aşıp- vararak kumandana “Bre Doğan dayan, geliyorum.” deyip dönen ruha benzetmiştim. Prof. Dr. Ercilasun da, bin yıl öteden ta Doğu Türkistan’dan bir Budist Türk şâirinin ruhuna benzetmiş.(6) Biri Müslüman diğeri Budist iki Türk bin yıl ara ile şiirlerinde huzur arıyorlar. “Ruh aynı ruh, ses aynı ses; mübârek Türk ruhu ve kutlu Türk sesi!” Kahramanlar gün gelir sükûn mu arar, acaba diye düşündürdü beni. Gerçek olan şu: Millet bu, devamlılık… Sanki biz kaybettiğimiz değerin farkında değiliz fakat farkında olanlar, bir şeyleri bekleyenler de var. Meselâ Dr. Hayati Bice, Abdülkerim Satuk Buğra Han menkıbesi gibi Yazıcıoğlu Muhsin Ata menkıbesi türeyeceği beklentisinde.(7)

Konumuz Muhsin Başkan’ın nasıl yetiştiği hususu olduğu için daha fazla uzatmayalım. O, gazi dervişler diyarı Horasan kökenli bir âiledendir. Dedelerinden Gök Medrese’de ders vermiş önemli şahsiyetler vardır. El yazması kitaplar bulunan evleri, bir zaman medrese olarak kullanılmıştır. Muhsin Başkan, böyle bir âile muhitinde daha çocukken “köy odası”nda sohbetlere katılmış, “şifâhî kültürü” tatmıştır. Bu sayede 14 yaşında Genç Ülkücüler Teşkîlâtı’na gitmeye başlamıştır. Sohbetlerden edindiği bilgi sâyesinde hemen temâyüz etmiştir. İlk gösterdiği meziyet, teşkîlâtçılığıdır. Daha lisedeyken dört arkadaş “Bozkurtlar Çiftliği” kurmayı tasarlamışlardır. Orada bölge çocuklarını spor dâhil çeşitli alanlarda yetiştireceklerdir. Bu teşkîlâtçılığı, Veteriner Fakültesinde de kendisini hemen fark ettirmiştir. Önceden tanıdığı bir arkadaşına daha ilk gün ismini anons ettirerek sınıfa hitap etmiş, “Birbirimize ideolojik dayatma yapmayalım, farklı görüşlere sâhip olabiliriz, hepinizi sâdece okumaya, iyi bir tahsil yapıp vatana hayırlı olmaya çağırıyorum.” diyerek sınıfın alkışını almıştır. Böylece “Muhsin Başkan”lık başlamıştır. Yıldırım Beyazıt Yurdu Başkanı olmuştur. Onun başkan olmasıyla öğrenciler hüviyet değiştirmeye başlamışlardır. Bilgiyi öne alıp kitap okumaya hız vermişlerdir. Prof. Dr. Orhan Kavuncu bu değişmeyi şöyle anlatıyor: “O başkan olduktan sonra yurtta bilgi yarışmaları başladı. Gençler benden okumak için kitap istemeye başladılar. Ülkücülerin o zamana kadar önemsemedikleri hatta küçümsedikleri kitap okuma işi ciddiye alınmaya başladı. O; okumayı, bilgi sâhibi olmayı her fırsatta telkin eden bir başkandı.”(8)

 

Yine bir gün kara tahtaya güreş, judo, karate öğrenmek isteyenler Muhsin Yazıcıoğlu’na mürâcaat etsinler, diye yazmıştır. Kendisi spora düşkündür. Çeşitli spor dallarında başarıları vardır. “Sırf adam kazanacağız diye, hepsinden biraz yaptık.” demiştir. Dünya üçüncüsü ile müsâbaka yapacak kadar iyi bir karatecidir. Hacettepe Judo Kulübüne gitmiş, orayı ele geçirmişlerdir. Güreşlere katılmış, fakülteler arası birincilik kazanmıştır. Aynı zamanda iyi bir binicidir. Atla arası küçük yaşlardan îtibâren iyidir.

Muhsin Başkan’ın öne çıkan bir başka meziyeti dâvâ adamlığıdır. Dâvâ adamlığı her şeyine, kısaca bütün hayatına tam hâkimdir. Şu satırlar onundur: “İnandığını devlet ve toplum nizamında, değer ölçüsü yapmayı düşünenlerin her şeyden evvel “dâvâ adamı” olmayı gerçekleştirmesi gerekir. (…) Büyük dâvâlar; yıkılmayacak, yorulmayacak, üşenmeyecek dâvâ adamları ister. Bizim târihimizde amel etmeden “ahlâkçılık” yapan nazariyatçılar yoktur. Kendi bedenlerinde ve nefislerinde denemedikleri bir hayat tarzının teorisini de yapmamışlardır. Hz. Yesevîlerin, Şah-ı Nakşibendilerin, Mevlanaların yaptığı gibi küçük îman ocaklarından çerağlar tutuşturulup Anadolu’da yeniden beyinler ve gönüller canlandırılmalıdır.”(9) Dâvâsı, dâvâ adamlığı bu anlayış ve inançta devam edip gitmiştir. Söylediği gibi her zaman dosdoğru, tek başına kalsa da dimdik… Yalan söylemeden, sözünden caymadan, vaatlerini tutarak… Hep istikamet üzere… Muhsin Başkan, Mahatma Gandi’yi örnek göstererek bazı ilkeler tespit etmiştir: Yola çıkarken tespit ettiği ilkelerden hiç tâviz vermemek. Fedâkârlık ve kavganın gerektirdiği durumlarda en ön safta bulunmak. Telkin ve tavsiye ettiklerini önce kendisi yapmak. Peygamber Efendimizi (SAV) örnek göstererek de bir ele güneşi, bir ele ayı verseler yine de hak bildiği dâvâdan vazgeçmemek. Dar’ül Nedve’ye girmek yerine kendi çekirdek yapısını kurarak Dar’ül Erkam’ı gerçekleştirmek. “Bir peygamber kılıcını ve kalkanını aldığında, zırhını kuşandığında onu savaşmadan çıkarmaz.” hadisinden ilhamla, çıktığı yoldan dönmemek. Gayeye uygun hareket etmek. Paranın hükmettiği değil, paraya hükmeden insan olmak. Dâvâsını kesinlikle gerçek şekliyle yansıtan adam olmak. Bu ilkeler 1992’de basılmış bir kitaptan ancak röportaj Bizim Ocak tarafından 1990’da yapılmış. (10) Bugüne kadar hakkında söylenip yazılanlardan, ömrü boyunca bu ilkelere uygun bir hayat sürdüğünü biliyoruz. Böylesi bir şahsiyeti yetiştirmek bir teşkîlâtın gücüdür, büyüklüğüdür. Yetişmesinde katkıda bulunanlar için iftihar, gelecek nesiller için ümittir. İnsanımızın, toplumumuzun değişmesi için Muhsin Başkan’ın daha iyi tanınması gerekiyor.

 

TOPLUMU DEĞİŞTİRMEK

İşte bu Muhsin Başkan bir gün, “Üşüyorum” şiirinde dilediği gibi Sonsuzluğun Sâhibi’ne ulaştı. Türkiye’de bir başka hava zuhur etti. Sevgi, muhabbet, vefânın hâkim olduğu bir hava. Memleketin her tarafından ve her kesimden insanlar cenâzesine koştu. Yetkili makamlarda bulunup, birilerini devlet imkânlarından faydalandırmış olmamasına rağmen Ankara cadde ve sokakları insanla doldu, taştı. Tacettin Dergâhı’nda defin işlemi başladığında kalabalığın sonu henüz Kocatepe Câmi’sini terk etmemişti. BBP Genel Merkezi çevresi kalabalıktan geçilmiyordu. Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere devletin her kurumundan yetkililer câmideydi. Medine, Bosna, Kosova, Musul, Kerkük, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Azerbaycan’dan geldiler ve getirdikleri toprakları mezarına serptiler. Böylece ülkede ve ülküde “Büyük Birlik” gerçekleşti. Muhsin Başkan bunu nasıl başardı? Bunun sırrı neydi? Böyle bir birliği sağlamak çok önemlidir. Zîra birlik, ileri ülkelerin ve sorunlarını çözmüş ülkelerin özelliğidir. Birliği tartışılıyor olmak geri kalmıştık işâretidir. Birçok tehlikeyi dâvet eder. Sonu dağılmaya ve yok olmaya bile varabilir. Ergun Göze 1970’li yıllarda birliği “Kızılelma” olarak nitelemişti. “Osmanoğlu taht için değil, birlik için kardeş ve evlât fedâ etti. Çelebi Sultan Mehmet Han, Fetret Devri’ni o kadar güçlükle kapattı ki son sözlerinde “Tiz ulu oğlum Murat’a haber verün. O gelmeden hod ben bu döşekten kalkamazam, memleket birbirine tokuşur. Tedarik idün mevtim duyulmaya.” diye vasiyet etmiştir. Pâdişahların en yavuzu; kardeş, baba, dede tanımayan Yavuz Sultan Selim Han ne diyordu:

“Milletimde ihtilâf ü tefrika endîşesi

Kûşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni”

Bizim devletimiz böyle kuruldu, bizim birliğimiz böyle temin edildi.(11) Bugün için en büyük kerâmet, vahdet dininin hâkim olduğu bu diyarda hüküm süren şu tefrikayı önlemektir. En büyük kerâmet, en büyük velâyet budur.”(11) Artık her dönem “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu …” şeklindeki tekrardan kurtulmalı, ileri ülkeler gibi aynı mâzînin güveni, aynı parlak geleceğin ümidiyle, aynı mefkûrenin etrafında bir ve beraber olmalıyız. Bunu dün olduğu gibi bugün de gerçekleştirebiliriz. Bunun mümkün olabileceğini Muhsin Başkan, cenâzesi ile bize gösterdi. Zîra o, evvelâ insanı biliyordu. Yaratılmışların en şereflisi, yeryüzünde Cenab-ı Allah’ın (CC) halîfesiydi. Mâdem ki en şerefli varlık, kimse şerefine gölge düşürmesin, düşürmemeli. Bu sebepten kimseyi aşağılamadı, kimseyi ötekileştirmedi, kimseyi itmedi, kimseyi geri çevirmedi. Herkesin imdadına koştu, karşılığında kimseden bir şey beklemedi. O, “Birbirimizi Allah için sevelim, kin ve nefretle birbirimize bakmayalım. Hepimiz kardeşiz. Bu aziz milletin, bu güzel ülkenin ve bu mübârek toprakların evlâtlarıyız.” diyendi.

Ülkücü gençlik onu çok sevdi, çünkü her zaman kahramanlar gibi en öndeydi. Sorumluluk dâima ondaydı. Hasan Çağlayan’ın söylediği gibiydi: “Bir olay olduğunda ilk onu görürdük yanı başımızda. Bir gün bizim evimizin önüne bomba koymuşlardı. Bize bir şey olmadı ama kulaklarımızın zarı patladı. Olaydan on dakîka sonra Muhsin Başkan geldi ve bizi hastâneye götürdü. Üstümüzün tozunu temizledi.”

Kendisine “Yurt dışına niye çıkmıyorsun?” diye soruldu: “Dâvâ arkadaşlarım îdam sehpâlarında, işkence hânelerde şehit edilirken, zindanlara doldurulurken, dört bir yanda aranan arkadaşlarımız varken, iki binden fazla şehidimizin ve binlerce mağdurumuzun âilesi bizden maddî ve mânevî yardım beklerken, hareketimiz dağıtılmaya, yok edilmeye çalışılırken ben nasıl kendimi düşünür yurt dışına çıkarım.” diye cevap verdi.

“Mamak’ta iken tahliyeni isteyelim.” dendi. O karşı çıktı. “Ben tahliye edilirsem arkadaşlar kendilerini yalnız hissederler. Bu zindandan en son çıkacak ben olmalıyım.”dedi.

İşte bu, kahramanlık ruhudur, sâdece kahramanlarda bulunur. Kahramana da sevgi, saygı beslenir, hayranlık duyulur. Mücâdele adamı olarak gösterdiği cesâret ve takındığı tutumdan dolayı hep saygı gördü. Bu adam arkadan vurmaz, ona güvenilebilir dedikleri cinsten bir delikanlıydı. Şu satırlar onun dilinden: “Tecritte sol görüşlü birini hücrenin içine yatırdılar, ayağını kapının demir parmaklığı arasından dışarı çıkarttılar, ayaklarının altına vuruyorlar. Bağırmaya başladı. Bunun üzerine ben de bağırdım hücremden. Yetti be! Yeter artık, dedim. Geldiler kapımı açtılar. Sen ne diyorsun, dediler. Dedim ki yeter artık, insanız biz.”

“Sâdece Müslümanların iktidarını engellediler demesinler diye, size destek veriyoruz.” dedi. Bütün baskılara rağmen o sözü tuttu. Hiçbir karşılık beklemeden ve hiçbir sorun çıkarmadan Refahyol Hükümeti’nin kurulmasını sağladı. Millî egemenliği desteklemek adına âdeta hükümetin savunucusu haline geldi. Kimsenin korkudan ses çıkaramadığı bir ortamda cesâret veren, sonuç getiren bir korkusuz sese kim sevinmez, onu takdir etmez ki? İşte en sıkışık zamanda hiçbir beklenti olmadan destek vermenin kadrini en bilenlerden Erbakan Hoca da, rahatsızım demedi. Genel Merkez’e ziyârette bulundu.

Otuz yedi vatandaşımızın hayatını kaybettiği Sivas Olayları’nda bir grup insan yangından Muhsin Başkan’ın partisine sığındı. İl Başkanı kendisini aradı ve durumu bildirdi. O hemen sığınan herkesi içeri almalarını, kurtarmaları söyledi ve kapılarını kimseye açmamalarını tembih etti. Galeyana gelmiş, kontrolden çıkmış kitleler öğrenirlerse kapıları kırar, herkese zarar verir, her şeyi tahrip edebilirlerdi. Bu tehlikeye rağmen 33 kişi niye kurtarıldı ve Muhsin Başkan’ın daha sonra verdiği tâlîmatla her ihtiyaçları karşılanarak misâfir edildi? Tabiî ki birliğimiz bozulmasın diye, birlik olalım diye.

Onun için cenâze kalabalıkları içinde, onlar da vardı. Nereden mi biliyorum? Hiç aykırı ses çıkmamasından.

İşte “birlik” budur. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” bu demektir.

Başta Muhsin Başkan’ın ve ölmüşlerimizin ruhlarına Fatiha. İsmini andığımız, Türk milletine hizmet etmiş müminlerin ölmüş olanlarına Cenab-ı Allah rahmet eylesin, sağ olanlarına sağlık ve âfiyet versin. Allah’a (CC) emânet olun!

 

KAYNAKÇA

(1) Erol Kılıç, Millî Hareket dergisi, s.16, Ağustos 1969
(2) Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Millî Hareket dergisi, s.19, Mayıs 1969
(3) Alparslan Türkeş, Millî Hareket dergisi, s.8, Mayıs 1969
(4) Alparslan Türkeş, Millî Hareket dergisi, Temmuz 1969
(5) A. Turan Alkan, 21. Yüzyılda Bir Alperen Muhsin Yazıcıoğlu Alperen Ocakları Eğitim ve Kültür Derneği, s 178, Ankara, 19 Mayıs 2009
(6) Yavuz Bülent Bakiler, Muhsin Başkan, Yakın Plan, İstanbul, 2015
(7)  Age, s.69
(8) Orhan Kavuncu, Alperen dergisi, Mart 2015
(9) Muhsin Yazıcıoğlu, Yeni Bir Dünya İçin Yeni Bir Türkiye, Seba Yayınları, Kasım 1998, Ankara
(10) Millî Mutabakata Doğru Muhsin Yazıcıoğlu, Kardelen Yayınları, Ekim 1992, Ankara
(11) Ergun Göze, Türklük Kavgası, Yağmur Yayınevi, İstanbul, 1977

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.