Tesadüfe bakın ki O’nunla 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası’nın TRT radyolarında okunduğu gün Ankara’da tanışmıştım. MHP’nin Genel Merkezi o yıllarda Kızılay Karanfil Sokak’ta bulunan iki ya da bodrumuyla birlikte üç katlı müstakil bir binada bulunuyordu. Şimdi yerlerinde koca binalar yükselen eski bir yapı…
Genel Başkan Yardımcısı olarak Rahmetli Dündar Taşer’in odası mı idi yoksa Serdengeçti’nin kendi odası mı idi ya da bina yetersiz olduğu için ikisi aynı odada mı kalıyorlardı doğrusu hatırlamıyorum ama muhtıra metnini dinlerken birlikte idik. Ankara’da yeni sayılacak taşralı bir üniversite öğrencisi olarak o cesareti bulmuş ve partinin sıkı disiplinli İdâre Âmiri Hamdi Başçavuş’tan izin almayı başararak Genel Başkan Yardımcılarının odalarına girmiştim. Asker kişiliği ile Dündar Bey muhtıra hakkında yorumlar yaptı ve haliyle hassas günler yaşandığı/yaşanacağı için fazla sohbet imkânı olmamıştı.
Ben izin isterken, Osman Yüksel Serdengeçti ayağa kalkarak Opera ile Ulus arasında uzanan Sanayi Caddesi’ne bağlantılı Denizciler Caddesi’nde bulunan bürosunun yerini tarif etti ve oraya gelebileceğimi söyledi. Genç bir ülkücü olarak elbette bu fırsatı kaçıramazdım. “Bir Nesli Nasıl Mahvettiler”, “Bu Millet Neden Ağlar” gibi kitaplarından haberdar olduğum, “Yıllardır yıllardır hayaller kurdum/Seni anam gibi aradım durdum/Ey benim sevgilim, ey Anayurdum/Nerde benim Oral – Altay dağlarım/Akşam olur sabah olur ağlarım…” diye başlayıp devam eden Ağıtlar’ını okuduğum Serdengeçti’nin bürosu ne heybetli, ne muhteşem bir yerdi kim bilir!
Büronun bulunduğu yer zaten okuluma da çok yakındı ve ilk fırsatta gidip buldum. Günümüzün imkânlarına göre köhne sayılacak bir kitapçı dükkânı ve bir asma kat… Evet, asma kat! Bir toprak testi içinde memleketi Akseki’den gelen pekmez, bir tabak içinde gelip gidenlere ikram ettiği akide şekerler, etrafta kitaplar, kitaplar ve koskoca Serdengeçti orada kalıyor, orada yatıp kalkıyor. Hani Atsız, “Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü/Bin cihana değişmem şu öksüz Türklüğümü” diyor ya, işte öyle bir durum, öyle yaşanan bir hayat. Bana bazı kitaplarını ve arkasına, “Osman’dan Osman’a” yazarak imzaladığı vesikalık fotoğrafını verdi.
O kabına sığmayan, şiirleri ile kükreyip yazıları ile siyâsîleri çileden çıkaran, savcıları harekete geçirip mahkeme kapılarında sürünen ve bilmem kaç defa mahpus, bir defa mebus olan adam sanki bu adam değil; öylesine mütevazı, öylesine yufka yürekli…
O büro artık uğrak yerlerimden biri olmuştu. Tesadüfe bakın ki, 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası’nın verildiği gün Milliyetçi Hareket Partisi Genel Merkezi’nde tanışmamızdan tam iki ay sonra 12 Mayıs 1971 günü bu defa bürosunda birlikte idik ve o sırada da radyodan Burdur’da meydana gelen deprem haberini duyduk. İlçemizin depremden etkilenmediği anlaşılıyordu, ondan mıdır bilmem ama ben herhalde daha sakin mizaçlıyım ki fazla endişelenmemiştim. Oysa o duygusal adam, “Annene babana, evinize bir şey olmuş mudur, sorup öğrenelim” diye telaşa kapıldı. Zaten günümüzdeki gibi telefon ve haberleşme imkânları da olmadığı için ancak radyo haberlerine bağlı durumda idik.
Yukarıda da ifade ettiğim gibi sık sık o büroya uğrayıp sohbet ediyor, bazı arkadaşlarımı da götürüyordum. Bir gün, benim gibi taşralı bir arkadaşımla gittiğimde her zaman olduğu gibi yine akide şeker ikram etmişti. Akide şekerler malum, ağızda eritilerek tüketilir. Arkadaş ha bire ağzına atıp kütür kütür yemeye başlayınca hemen müdahale etmişti: “Ne o, beygirin arpa yediği gibi ne yapıyorsun!” O ifadesini de pek çok esprisi gibi hiç unutmadığım için benzer durumlarda sağlığında kulaklarını çınlatarak, ölümünden sonra da ruhuna göndererek tekrarladım, taklit ettim.
Gençtik ve ortaokul, lise çağlarında daha çok vatan–millet sevdasına yönelik olmak üzere kendimce şiirler de yazıyordum. O şiirlerden bazılarını lise yıllarımda adresini bulduğum değerli şâirimiz Arif Nihat Asya’ya gönderme cesaretini gösterebilmiştim. O, tevâzu sahibi bir şâir olmalı ki geçmiş yıların imkânları ile basılan irili ufaklı ne kadar şiir ve nesir kitabı varsa hepsini de imzalayıp övgü dolu sözler yazarak bana göndermişti. Artık ben durur muyum? Şiirlerimi mürekkepli dolma kalemle birinci hamur kâğıtlara özene bezene yazıp mukavvadan bir de kapak yaparak kitap haline getirerek bir de isim koydum: Gençliğin Rüzgârıyla!
Üniversite öğrenimi için Ankara’ya geldiğimde ilk fırsatta o kitapçığımla birlikte doğru Arif Nihat Asya’nın Kavaklıdere Bülten Sokak’taki evine gittim. Şiirlerime şöyle bir göz attı ve öğrencisine ders verir gibi şifahi örneklerle anlatmaya başladı. “Bir şeyler yazmışsın ama” demiyor, verdiği örneklerle işin pek de öyle kolay olmadığını anlatmak istiyordu.
Serdengeçti ile tanışıp kaynaştıktan sonra haliyle şiirlerimi ona da gösterdim. Şöyle bir karıştırıp hükmünü verdi: “Adaşım, sen şiiri bırak da şuura bak, şuura; yazı yaz!..”
O günden beri doğrusu ben de daha çok yazı yazdım, yazmaya da devam ediyorum.
Serdengeçti ile iyi bir dost olmuştuk ve evlendikten sonra Etlik Aşağı Eğlence’de bulunan evime de götürdüm. Parkinson hastalığı vardı ve elleri, kolları titriyor, “Başbuğ Türkeş titre ve kendine dön” diye talimat verdi ama ben hâlâ titriyorum da bir türlü kendime gelemedim” diye espri yapıyordu. 1977 yılında evimize götürdüğümde kızım henüz bir yaşında idi ve kucağına aldığında yüzüne bir tokat kondurunca, “Bu kız beni dövdü, bu kız beni dövdü” deyişini de unutamadık. Ben onu Burdur’un Bucak ilçesindeki hemşerilerimle de tanıştırdım. Eski bir otomobili vardı. Seçimler için hizmetlerine verdi ve orada da dostluklar kurdu. Bucak’taki arkadaşlarımla birlikte Akseki’deki evlerine/konaklarına da gidip ziyarette bulunduk. Serdengeçti Ankara ile bir bakıma ilgisini kesip bir ara memleketinde kalmıştı. O sıralarda arkadaşım Hasan Tülkay, kendisi ile yakından ilgilendi, hakkında yazılar yazdı, derlemeler yaptı. O’nunla ilgili en doyurucu çalışmayı ise Aksekili hemşerisi Prof. Dr. Cemal Kurnaz yaptı. Cemal Bey O’nun hakkında “Deli Rüzgâr” isimli oldukça kapsamlı bir eser çıkarmakla kalmadı ve eski eserlerini de gün yüzüne çıkardı.
Rahmetli Serdengeçti, bildiğim kadarı ile 12 öğrenci okutmuştu ve çoğunun vefasızlığından yakınıyordu. Çok istediği halde kendi çocukları olmamış, olan da yaşamamıştı. Rahmetli hanımının adı da İsmet olduğu ve İsmet İnönü devrinde hapislere girdiği için “İsmetlerden biri hürriyetimi biri de zürriyetimi aldı” diyordu.
Ankaralı yıllarda Akseki’yi hiç aklından çıkarmamıştı ve hatıralarını anlatıyordu. Bir gün, “Şimdi Akseki’de bademler çiçek açmıştır” deyip iç geçirmişti. Onu unutamamış olmalıyım ki, ölümünden sonra “Akseki’de Bahar” isimli bir şiir yazıp ruhuna ithaf etmiştim. O şiirle satırlarıma son veriyorum. Bu dünyada çok çekti ve hep kötülerle, kötülüklerle mücadele etti. Vatanı, milleti, dini değerleri için serden geçmiş, kendini unutmuştu. Allah rahmet eylesin. Biz O’nu iyi bilirdik ve mekânı Cennet’tir İnşaallah.
AKSEKİ’DE BAHAR
Osman Yüksel Serdengeçti’nin Aziz Ruhuna
İlkbaharı severdin
Gel Ağabey, gel hadi.
“Bahar gelse bir” derdin,
Gel Ağabey, gel hadi.
Bademler açtı şimdi,
Ördekler suda çimdi.
Akseki’yi gör şimdi,
Gel Ağabey, gel hadi.
Bir konaktı eviniz,
Bir başkaydı seviniz.
Yine dolsun eviniz,
Gel Ağabey, gel hadi.
Uçup gittin, gelmezsin;
Ne haldeyim bilmezsin;
Gözyaşımı silmezsin,
Gel Ağabey, gel hadi.
İlkbaharı seversin,
Yine serden geçersin,
Sonbaharı neylersin,
Gel Ağabey, gel hadi.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.