“Anaların bugünkü evlâtlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan evlât yetiştirmek, evlâtlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır. Onun için kadınlarımız, hatta erkeklerimizden çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar; eğer hakîkaten milletin anası olmak istiyorlarsa.”

Mustafa Kemal ATATÜRK

Bir milletin varoluş mücâdelesinde kullandığı en kıymetli silâhı kültürdür. Milletin devamlılığının sağlanması yalnızca kültürün bilinmesi, sevilmesi, yaşanması, korunması ve devamlı olarak geliştirilmesi ile mümkündür. Târihin yazılamadığı dönemlerden itibâren milletimizin tecrübe ederek bugünlere getirdiği bütün değerler, toplum içindeki ferdin kendini tanımasına ve şahsiyetini oluşturmasına birer vesîledir. Peki, ferdin şahsiyet sâhibi olması için kültürün öğretilmesinde ve sevdirilmesinde, kültürün devamlılığı için nesilden nesile aktarılmasında en büyük rol kimindir? Sorunun cevabını Türk târihini ve günümüzü düşünerek verebiliriz: Âile ve devlet. Kendini kuran Türk Milleti’nin kültürüne yabancılaşmadığı dönemlerde devlet ve âile iş birliği içinde vazîfelerini yerine getirir. Lâkin garplılaşmanın yanlış anlaşıldığı, inanç çizgimizin Hanefî- Maturidî- Yesevî çizgisinden uzaklaştığı yani devletin Millî Devlet olmaktan uzaklaştığı dönemlerde, kültürün sevdirilmesinde ve devamlılığında yerine getirmesi gereken vazîfeyi de devlet, âilenin omuzlarına yüklemiştir. Belki de Tanzimat’tan bu yana âile bu hayatî vazîfeyi tek başına yerine getirmektedir. Ehemmiyeti ortada olan kutsal âile müessesi, Türk Milleti’nin hayatına kast eden yabancı menşeili fikir ve hareketlerin şuurlu tehdidi altında iken Türk âilesine sâhip çıkabilmek ve bütünlüğünü koruyabilmek için Türk âilesini ve Türk kadınını çok iyi tanımak gerekir.

Türk âilesi, anne ve babanın eşit haklara sâhip olduğu pederî âiledir. Evin reisi erkek olarak kabul edilse de âile işlerinde kadın ile erkek birlikte söz sâhibidir. Pederşâhî âiledeki gibi erkek toprağın, kadın ve çocukların mutlak hâkimi, canı istediğinde onları satan veya öldüren efendisi değildir. İnsan haysiyeti ile bağdaşmayan bu tarz davranışlar Türk âilesinde görülmez. Ev ahâlisinin güvenliğini sağlamakla, onlara bakmakla yükümlü olan erkektir. Evin iç düzenini sağlamak, çocuk doğurmak ve yetiştirmek kadının vazîfesidir. Bundan babanın çocuk ile ilgilenmediği ve bütün sorumluluğu anneye bıraktığı anlaşılmamalıdır çünkü yazılı ve sözlü Türk kültür kaynaklarında babanın çocuğun yetişmesiyle yakından ilgilendiğinin misalleri vardır. Âile ve toplum içinde rolleri belli olan erkek ve kadın birbirinin zıttı, rakibi değil birbirlerinin tamamlayıcısıdır lâkin kültürün yaşanması ve devamlılığının sağlanması konusunda kadının rolünün çok daha önemli olduğunu psikoloji ilmine başvurduğumuz zaman görebiliriz. Çocuk, hâmilelik ve doğumu tâkip eden süre içerisinde kurdukları yakın ve samîmî bağ ile kendisini annesiyle bir görmektedir. İlk yabancı olarak tanıdığı babasını ve zaman içinde tanıştığı bütün yabancıları önce annesinin gözünden görmekte ve hissetmektedir. Kendinin annesinden başka bir fert olduğunu anlayana kadar annesiyle çok fazla zaman geçirmektedir. Güven, sevme ve sevilme duygularını ilk defa annesinde sonra babasında tatmaktadır. Baba, çocuk ile anneye nazaran daha geç bağ kurduğu ve daha az zaman geçirebildiği için çocuk yetiştirmekte anne kadar tesirli olmamaktadır. Günümüz kadınlarına annelik kadar önemli ve hayatî bir rolü, eşitsizliğin, adâletsizliğin ve erkek hâkimiyetinin dayatması olarak kabul ettirmeye çalışan fikir ve hareketlere karşı kadını ve âileyi daha şuurlu korumak için Türk kadınının yeri, Türk kültürü ve Türk târihi içinde dikkatlice incelenmelidir.

Kadın, Türk toplumunun Hanefî- Maturidî- Yesevî çizgisinde ilerlediği ve olgunlaştığı bütün dönemlerde baş üstünde tutulurdu. Çin ve Avrupa topraklarındaki çağdaşları henüz en insanî hakları olan yaşamak hakkından mahrumken, Türk kadını siyâsî, hukukî ve sosyal haklara sâhipti. Türkler, kadını kendi Tanrı- insan- evren tasavvurları içinde değerlendirmiş ve kadına sâdece ‘dişi’ gözüyle bakmamıştır. Dede Korkut destanlarında görülebileceği gibi Türkler, insanın dişiliğinden bahsedeceklerinde ‘avrat’, bunun dışında ‘kadın’ kelimelerini kullanmıştır. Yani, kapitalizmin özgürlük adı altında, kadını içine düşürdüğü şehvet ve dişilik çukurunun aksine Türkler kadına daha kutsal ve mânevî bir anlam yüklemiştir: Bir milletin var olma mücâdelesinde doğurucu, sürdürücü ve eğitici rol… Milletinin devamlılığını sağlamak üzere çocuk doğurmak ve hayatının ilk dönemlerinde çocuğu beslemek vazîfeleri kadından başka bir cinsin yerine getirebileceği vazîfeler değildir. Türkler insan olarak doğmanın, insan olmanın ve terbiyesinin sembolü olarak “ana sütünü” gösterirler. Dede Korkut’ta, annelere verilen kıymetin çocuklarına verdikleri “ana sütüyle” ilgili olduğunu “Beri belgil ağ sütünü emdiğim, kadınım ana” hitaplarında bulabiliriz.

İslâmiyet şüphesiz hangi milletten olursa olsun bütün kadınlara özgürlük ve adâlet sağlamıştır. Fakat Türk kültürü içinde kadın bu haklara İslâmiyet’ten önce de sâhiptir. Hunlar, Köktürkler ve Uygurlar dönemine kısaca göz attığımızda kadının sosyal hayat içerisinde faal olduğunu görüyoruz. Mete’nin, hanımının ricâsı üzerine Çin kuşatmasını kaldırması ve tavsiyelerini dinlemesi kadının sözüne verilen değeri gösterir. Hükümdar âilesine mensup kadınlar birer devlet adamı ciddiyetiyle yetiştirilirdi. Devlet işlerinde söz hakları vardı, resmî törenlere eşleri ile katılırdı ve ülkeyi ziyâret eden elçileri eşleriyle birlikte kabul ederdi. Siyâsî ve idârî konularda görüş beyan eder, harp meclislerine katılırdı. Emirnâmeler yalnız “Hâkan buyuruyor ki” ifâdesiyle başlarsa kabul edilmezdi. Halk içindeki kadının değeri, yönetici kademesindekinden farklı değildi. Kadınlar ata biner, güreşir ve erkeğiyle birlikte savaşırdı. İstedikleri erkekle evlenmek hakkına, boşanmak hakkına ve miras hakkına sâhipti. Çalışma hayatının da içinde olan kadınlar özellikle keçe yapımında, dokumacılık ve nakışçılıkta ustalaşır ve üretime destek olurdu.

Türk târihinin 12.-14. yüzyıllarına ışık tutan Dede Korkut hikâyelerinde kararsız kalan, öfkesi yüzünden akıllı düşünemeyen erkeklerin akıl vermesi için hanımlarına başvurduğu görülür. Yani kadınlar toplum içinde sözlerine kulak verilen, yol gösteren kimsedir. Kocasının yetişemediği veya zor duruma düştüğü zamanlarda kocasından önce, onun rızasını beklemeden düşmanın üzerine yürür. Düşmanın eline esir düşmüş kocasını ve çocuklarını kurtarır. Yaşanılan coğrafyanın sert olması ve sürekli dikkatli olmayı gerektirmesi Türk erkeği gibi Türk kadınını da kahraman olarak yetiştirmiştir. Kahramanlık ve cesâret erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da aranılan ve istenilen özelliklerdir. Kam Püre Beğ Oğlu Bamsı Beyrek’in destanında, babasıyla oğul arasındaki konuşmada bunu görebiliriz:

-Oğul, bugün Oğuz’da her zamankinden değişik ne gördün?

Beyrek cevap verdi: “Ne göreyim, oğlu olan evlendirmiş, kızı olan kocaya vermiş.”

-Oğul yoksa seni evlendirmek mi gerek?

-Evet ya, ak sakallı aziz baba, evlendirmek gerek.

– Oğuz’da kimin kızını alıvereyim?

-Baba, bana bir kız alıver ki ben yerimden kalkmadan o kalkmalı, ben kara koç atıma binmeden o binmeli, ben hasmıma varmadan o bana baş getirmeli. Böyle kız alıver baba bana.

Kanglı Koca Oğlu Kan Turalı’nın destanında ise kadının kahramanlığının bir başka misâli vardır: Bir yiğit kızla evlenmek isteyen Kan Turalı, tekfurun kızı Selcen Hatun’u alır.  Selcen Hatun’la Kan Turalı’nın üzerine, Selcen’in babası demir zırhlı, kara elbiseli altı yüz kâfir gönderir. Kan Turalı uykuda iken düşmanı fark eden Selcen, eşine haber vermeye gittiğinde “Yiğidim, üzerine düşman geldi uyandırmak benden, savaşıp hüner göstermek senden.” der. Kan Turalı, gözünü açar, görür ki gelin at üzerinde, zırh giymiş, mızrağı elinde. Selcen Hatun at oynatır, Kan Turalı’nın önüne geçer. Kan Turalı: “Güzelim, nereye gidiyorsun?” der. Kız: “Bey yiğit, baş ezen olsa börk bulunmaz mı olur? Bu gelen kâfir çok kâfirdir, savaşalım, dövüşelim, ölenimiz ölsün, sağ kalanımız otağa gelsin.” der. Dede Korkut’un anlattığı hikâyeler, kadının kahramanlığını ve âile- millet içindeki yerini anlatan yukarıdakiler gibi nice misaller ile doludur.

İslâm dininin kabulünden sonra da Türk kadınına verilen değer değişmemiş, kadınlar siyâsî, askerî, idârî ve iktisâdî alanlarda söz sâhibi olmuştur. Tuğrul Bey, İbrahim Yınal tarafından Hemedan’da kuşatılınca, karısı Altuncan Hatun, Bağdad’da derhal devlet idâresini eline almış, şüphelendiği devlet adamlarını tevkif etmiş ve ordunun başına geçerek Tuğrul Bey’i kurtarmıştır. Hindistan’daki Delhi Türk Devleti’nin hükümdarı İltutmuş, on iki oğlu olmasına rağmen “Göz Bebeğim” diye hitap ettiği kızı Raziye Begüm’ü sultanlığa lâyık görmüş ve küçük yaşlardan itibâren bunun için yetiştirmiştir. Raziye Begüm, sultanlığının ilk icrâatı olarak “Kırklar Meclisi” denen istişâre meclisini kurmuştur. 18. yüzyılda Doğu Türkistan istiklâl mücâdelesinin sembol ismi Dilşad Hatun’u da kahraman Türk kadınları içinde mutlaka anmak gerekir. Eşi Cihangir Hoca şehit edilince mücâdele bayrağını devralarak devletin ve ordunun başına geçmiş, ne yazık ki savaşın sonunda Çin’e esir düşmüştür. İmparator Dilşad Hatun’un güzelliğine vurulmuş ve ona defalarca evlenme teklif etmiş, Dilşad Hatun her defasında şiddetle reddetmiştir. Esir hayatına dayanamayıp canına kıymıştır.

Anadolu topraklarının vatan edilmeye başlandığı dönemlerde kadınlar toplum içinde daha faal rol almaya başlamıştır. Üretime destek olmak, insanlar arasındaki dayanışmayı arttıran vakıflar kurmak, asker yetiştirilmesi ve beslenmesinde rolü olan tımarlara sâhip olmak, medreseler açmak gibi özellikle toplum ile ilgili meselelere ağırlık verilmesi muhakkak Hoca Ahmet Yesevî ve öğrencilerinin Türk Milleti’ne öğrettiği “Halk’a hizmet, Hakk’a hizmettir.” düsturuyla ilişkilidir. Yine bu düsturun netîcesi olarak 1205 senesinde Kayseri’de Ahi Evran önderliğinde Ahi Teşkîlâtı, Ahi Evran’ın hanımı olan Fatma Bacı önderliğinde de Anadolu Bacıları Teşkîlâtı kurulmuştur. Bâcıyân-ı Rum, bir esnaf teşkîlâtı olmasının yanında Türk Milleti için önemli bir ahlâk ve irfan yuvasıdır. Buraya kayıtlı olan kadınlar hem meslek sâhibi olur hem de Türk kadınının Türkistan’dan Anadolu’ya taşıdığı değerler içerisinde yoğurularak ideal Türk kadını tipini yaşatırdı. Dericilik, demircilik, marangozculuk, çadırcılık, keçecilik, oyacılık, halı ve kilimcilik, dokuma ve örgücülük, dantelcilik, nakışçılık gibi Türk Milleti’nin ihtiyaçlarını karşılayan üretim alanlarına dâhil olmuş ve Kur’an-ı Kerim’in emrettiği gibi sosyal dayanışmaya destek vermişlerdir. Bacıların aldığı eğitim, Hoca Ahmet Yesevi’nin “Dört Kapı Kırk Makam” felsefesi ile verilirdi. Eğitimin birinci kademesinde Kur’an bilgisi, okuma- yazma, o dönemin ilimleri öğretilirdi. İkinci kademede meslek eğitimi, Arapça ve Farsça eğitimi, tasavvuf bilgisi ve askerî eğitim verilirdi.

Bâcıyân-ı Rum aynı zamanda Türk kadınını nefsini yenmeye ve sâlih amel işlemeye dâvet eden bir teşkîlâttı. Alperenlerin öğretisindeki eline, beline, diline sâhip ol parolası Bacılar içinde “Aşına, eşine, işine sâhip ol” olarak bilinir ve bu istikâmette bir hayat sürdürülürdü. Teşkîlâta üye olabilmek ve üyeliği sürdürebilmek için Fütüvvetnâmeler’de geçen on iki kurala riâyet etmek şarttı. Bu on iki şartın altı tanesi insanın kendi nefsini yenmeye yönelik davranışlar, kalan altı tanesi ise dışarıya gösterilen hasletlerdir diyebiliriz.

  1. Kuşak bağlamak
  2. Bel bağlamak
  3. Dil bağlamak
  4. Kulak- göz bağlamak
  5. El- ayak bağlamak
  6. Hırs- emel bağlamak
  7. Cömertlik
  8. Misâfirperverlik
  9. Tevâzu göstermek
  10. Merhametli ve bağışlayıcı olmak
  11. Bencil olmamak, diğergâmlık
  12. Akıl ile hareket etmek

Türk kadınları, eğitim ve dini vecîbeler bakımından erkekler ile bir tutulmuştur. Zikir, semah, sohbet ve eğitim meclislerinde erkekler arasında bulunmuştur. Hatta bu uygulama, aralarında Mevlana’nın da bulunduğu din âlimlerini rahatsız etmiştir. Onlara “Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde/Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde/Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok/Noksanlık da eksiklik de senin görüşlerinde.” diyerek cevap vermişlerdir.

Bâcıyân-ı Rum üyeleri, Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve Balkanlar’a yayılması döneminde etkili rol almışlardır. Türkistan’dan Anadolu’ya gelen Türkler Ahi tekke ve zâviyelerinde konaklardı. Anadolu kadınları bu misâfirlerin ağırlanması, ihtiyaçlarının giderilmesiyle ilgilenmiştir. En önemlisi de Türklerin Anadolu’ya alışmalarına ve Anadolu’yu yurt olarak görmelerine hizmet etmişlerdir. Ankara Kızılcaham’da türbesi bulunan Kırmızı Ebe, Diyâr-ı Rum olarak anılan yeni vatan topraklarına Anadolu ismini veren bir Ahi kadınıdır. Efsâneye göre Anadolu Selçuklu Hükümdarı Alaâddin Keykubat, Rum kalesini fethetmek için sefere çıktığında Taşlıca köyüne uğrar. Köyde çok önceden bu topraklara yerleşmiş kadın erenlerden Kırmızı Ebe ve oğlu Oruç Gâzi yaşamaktadır. Kırmızı Ebe, askerleri karşılar ve onlara ayran ikram etmek ister. Yeni çalkaladığı ayranı oradaki taş oluğa döker. Bütün ordu hem ayran içip serinlemek hem de kaplarını doldurmak için sıraya geçer. Bütün askerler ayran içip kaplarını doldurduktan sonra taş oluk hâlâ ayran ile doludur. Askerlere sürekli doldurun yavrularım, doldurun gâzilerim diye seslenen Kırmızı Ana’ya askerler, “Ana, dolu.” cevabını verirler. Gösterdiği bu kerâmet ve “Ana,dolu.” sesleri dilden dile aktarılarak Diyar-ı Rum’u Anadolu yapmıştır. Bu anlatılan, Türkistan topraklarından Anadolu’ya taşıdığımız bir efsâne olsa da, ana karakterinin Bâcîyan-ı Rum’a mensup bir kadın derviş olması, üzerinde yaşadığımız toprakların vatan haline getirilmesinde kadına yüklenen sembolik anlamı göstermesi bakımından önemlidir.

Ayrıca kahramanlık düsturu ile yetişen ve yetiştiren Türk kadını, Moğollar’ın Anadolu’yu işgalinde şehrini, nâmusunu ve milletini cesâretle savunmuş Moğol’un eline düşüp esir olmaktansa canına kıymayı tercih etmiştir.

Ana olan, yâr olan, eş olan Türk kadını şahsiyetine, âilesine, kültürüne ve milletine canı pahasına sâhip çıkarak, hepsinin devamlılığını sağlayarak kendini ispat etmiştir. Peki, günümüz insanları, târihin unutulan sayfalarından çıkarıp bir tablo seyreder gibi seyrettiği bu kadından kendisine intikâl etmesi lâzım gelen kıymetlerin farkında mı? Ne yazık ki hayır… Kapitalizmin yaratmaya çalıştığı kadın tipi bizim içimizde de o kadar önemli hale getirildi ki genç kadınlarımız, anneanneleri ve annelerinin sâhip olduğu kıymetleri hakir görmeye başladılar. Onların nazarında çocuk doğurmak ve yetiştirmek, ev işlerini çekip çevirmek, misâfir ağırlamak, Türk el sanatlarını, oyunlarını öğrenmek küçük düşürücü fiiller haline geldi. “Hayatını yaşa ve sâdece kendin için yaşa” propagandası ne yazık ki başarılı oldu.  Sanayileşmenin etkisiyle önce Avrupa’da ortaya çıkan kadının iş hayatına şuursuzca atılması bizim toplumumuzda da görülüyor. Daha fazla kâr için uzun süreler daha ucuza işçi çalıştırma ihtiyacı, o dönemin sermâye sâhiplerine kadınları ve çocukları sunmuştu. Âile ve toplum içinde bir kıymeti olmayan Batı kadınına tesir etmek için “erkekler gibi çalışma hakkı, erkekler gibi serbest hayat hakkı” gibi sihirli parolalar kullanıldı. Kadın üretim vâsıtası olarak kullanılmaktan başka reklam ürünü haline getirildi. Bir kadının sâhip olacağı- sâdece kadının değil erkeğinde- en güzel süsü iyi ahlâk ve utanma duygusu iken ona dişiliğini sergileten cesur kıyafetler giydirip erkeğin beğenisine sundular. Teşhir etmek, âdeta özgürlüğün ve erkekler ile eşitliğin sembolü haline geldi. Bütün bunlar çeşitli iletişim vâsıtaları ile özellikle 1980 sonrasında bizim ülkemizde de yoğun olarak görülmeye başlandı. Değişen “kadın” görüşü aslında kazanılmaya başlanmış kadın hakları, eşitlik ve adâletin değil değişen bir zihniyetin sonucuydu: “Bütün kutsalları yıkın; her şey daha fazla kâr, daha fazla haz için…” Aynı ihtiyaçlara cevap vermek için aynı felsefenin doğurduğu iki fikir olan kapitalizm ve feminizmin söyledikleri kadını özgürleştirmek adına îtibarsızlaştırma ve âile, analık, kültür, millet gibi kavramları yok etme faâliyetiydi. Propagandaları netîcesinde Türk Milleti’nin târihinde kutsal sayılmış, dağların doruklarına adını vermiş “kadınlık” da maddî bir vâsıta gibi sıradan, değersiz görülmeye başlandı. Bugün televizyon ve gazetelerde karşımıza çıkan kadın cinâyetleri ve şiddet olayları tam olarak bu zihniyet değişiminin bir sonucudur. Türk toplumunda eski dönemlerde kadına karşı işlenen bütün suçlara en ağır cezanın verildiğini ve halkın da bu suçları işlemeyi aklından geçirmediğini biliyoruz. Sâdece kendisi için yaşayan günümüz insanı, artık kutsal olarak görmediği bir “madde” olarak gördüğü kadına karşı bu suçları işlemekte beis görmemektedir.

Günümüz Türk toplumunda görülen bir başka hastalıklı davranış da kadının sosyal hayattan tamamen tecrit edilmesi ve bunun İslâm dininin bir emri olarak zihinlere işlenmeye çalışılmasıdır. Kapitalizmin bir nesne olarak görüp kullanmaya başladığı kadına karşı cephe alan kesimler, kadına sâdece evde “hayat hakkı” tanımaktadır. Bir insanın sâhip olduğunu düşündüğümüz temel haklardan eğitim, sosyalleşme gibi hakların önüne geçerek kadının kendini gerçekleştirmesine izin vermemektedir; bir başka ifâde ile kadını köleleştirmektedir. Bu “yanlış kadın” algısının köklerine baktığımızda ise en büyük âmilin Türk’ün İslâm yorumu olan Türk Müslümanlığından uzaklaşmak olduğunu görüyoruz. İlim öğrenmenin bütün Müslümanlara farz olduğunu ve hatta kadın için annelik ve eşlik vazîfesinden daha önce geldiğini söyleyen zihniyet çizgisinden uzaklaşmak, onun yerine kadına bir “eşya”dan daha fazla kıymet vermeyen Arap zihniyetinin yerleşmesi sonucunu doğurdu. Hz. Peygamber döneminde ilim

meclislerinde bulunan, pazar yerlerinin emniyetiyle vazîfelendirilen yâni sosyal hayatın içinde yaşayan kadınlar Emeviler döneminde yeniden “köle” olarak görülmeye başlandı, Cuma namazına gitmeleri yasaklandı, sosyal hayatın içinde yok sayıldı. Türk toplumu içinde Hanefî- Maturidî- Yesevî çizgisinden ayrılarak İslâmiyet’i Arap zihniyetiyle anlamaya çalışan kesimler de kadına ancak bu kadar kıymet verdiler; kapitalizmin teşhir ederek eşya haline getirdiği kadını sosyal hayattan tecrit ederek eşya haline getirdiler.

O halde, yukarıda bahsettiğimiz iki farklı ve yanlış zihniyetin kutsal bir varlık yerine eşya olarak gördüğü günümüz kadınını Gâzi Paşa’nın dediği gibi hak ettiği mertebeye, omuzlar üzerinde göklerdeki yerine taşımak için neler yapılmalıdır? Kadın erkek, genç yaşlı demeden topyekûn milletin zihnine Türk’ün felsefesini işleyecek eğitim, kültür faâliyetlerine başlanılmalıdır. Türk kadınının târih ve kültür içindeki yeri hatırlatılmalıdır. Bütün sıkıntıların Türk-İslâm ahlâkına uygun olmayan bir zihniyetten kaynaklandığını bildiğimize göre bu zihniyeti değiştirmek için çalışılmalıdır. Erkek, kız olsun bütün evlâtlarımızı yetiştirip nesilleri şekillendiren ve bir milletin kaderini çizen Türk kadını, bu çürümüş zihniyetin karşısındaki yegâne savaşçı olacaktır. Türk kültürünü ve bu kültürdeki yerini öğrenip sevip yaşayarak, çocuklarına öğretip yaşatarak Türk Milleti’ni düştüğü karanlıktan mutlaka çıkaracaktır. Geleceği yeniden Müslüman Türk’ün kıymetleriyle yoğurup hem kendine hem de bütün Türk Milleti’ne, gâyesi ve ülküsü yolunda yürüme cesâretini verecektir.

KAYNAKÇA

(1)Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum, Nüve Kültür Merkezi Yayınları, Ocak 2008, İstanbul

(2)Necdet Sevinç, Eski Türkler’de Kadın Ve Âile, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı,1987, İstanbul

(3)Dedem Korkut’un Kitabı, M. Necati Sepetçioğlu, İrfan Yayınları ,2018, İstanbul

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.