“Zamanın behrinde, bozkırın bağrında gönlü sevdâ dolu bir bülbül yaşarmış. Bülbülün uğruna deli olduğu yâri bir gonca gül imiş. Bu gonca gül kendisi için yanıp tutuşan bülbüle hiç yüz vermez ve her türlü cefâyı revâ gördüğü deli dîvâne âşık bülbüle, o dillere destan şefkatli kucağını göstermekte direnirmiş. Bütün bir kışı sevgilisinin kucağını açtığı, ona şefkatli yüzünü gösterdiği anı görebilmek ümidiyle geçiren bülbül, baharda gülün yamacına varıp, onun bağrını açacağı zamanı beklemeye başlamış. Bülbül gülünden yıllarını çürütürken, vefâsız gül ellere yurt olmuş. Bir de bülbülün üç türküsü varmış, üçü de gül üstüne…”

Yıl 1949 nazlı gülün bağrına doğdu Ârif. Büyüdü toprağa bastı, yürüdü yolları aştı. Uzun ince yolları aşıp, görülmedik diyarları dolaşırken, heybesinde Âşık Emrahlar, Yunus Emreler, Pîr Sultanlar vardı. Gönül heybesi aşk ile dolup taşarken, boyu selvi, zülüfleri tel yoldaşı ile tanıştı. Adı yoldaş çünkü güle giden yolun yolcusuydu Ârif.  Gülün narına yandı, aşkın şarabını içti, ayağını toprağa bastı, aldı sazı eline Ârif. Sazı da sözü de topraktan oldu, aşıklar çeşmesinin bâdesini içti, ârifliği yettiğince Hâkk’ı söyledi, Ozan oldu Ârif.

Tanrı bize sözü de sazı da gür ozanlar vermiş. Ozanlığın ve Ârif’liğin yaratılıştan verdiği aşk ile gerçeğin yolunda meydana çıktı Ârif. Gönlüne sevdânın ateşi yaratılıştan düşmüştü. Gerçeğin yolunda, ayağını taştan esirgemeyen erenlere karıştı. Kutlu bir ülkünün kucağında yolbaşçı ile tanıştı. Köyünden başladı, yollara düştü. Hâkk’ı çağıra çağıra nice iller aştı. Bu sevdâ yüzünden koca dünyayı, kaza kaza, köy köy aziz vatanı dolaştı ülkü denen nazlı gelinin adında. Zaman zaman küfür kesti yolunu, ensesinde hissetti bâzen ölümü, yine de yılmadan gülün bağrını dolaştı. Hudutlar dar geldi bu sevdânın nârına, Ârif’in sözü dağları aştı. Gence, yaşlıya, kadına, kocaya, ağzı süt kokan balaya, sevdânın türküsünü yaktı, destanını yazdı. Garip gönüllere sevdâdan bir katre sundu, sevdânın adını nakşetti Ârif.

Yıl 1980 kör bıçakla ayırdılar bülbülü gülden. Şu kanlı zâlimin ettiği işler nice fidanı düşürdü toprağa, nice yiğidi koydu zindana. Ârif ise ayrılıktan aldı nasibini. Ayrılık ki anadan, yardan, oğuldan ve dahi vatandan. Her bir hasret ciğerini deldi Ârif’in. Vurdu mızrabı zülfün teline, şöyle haykırdı bağrında yanan hasreti:

Ne kadar anlatsam tükenmez, bitmez
Bu benim bağrımda yatan hasreti
Anlatmaya zâten takatim yetmez
On yıldır yakamdan tutan hasreti

Pençesi bağrımda dişi derinde
Söküp atar mıyım günün birinde?
Gurbetin upuzun gecelerinde
Beni yudum yudum yutan hasreti

Ayrılık ki ölümden de beter, gurbet zindandan beter, yana yana tüter oldu yüreği Ârif’in. Ayrılık ki bir gün değil, beş ay değil, on bir yıl ezim ezim ezdi Ozan Ârif’i. Yıllarca nice dağlar yollar aşıp sevdâsını haykırdığı nazlı gülden ayrı düşmüş, bir de adı vefâsız olmuştu. Gittiği yerde de vazgeçmedi sevdâdan. Dünyada nerede bir Müslüman Türk’e rastlasa, millî duygularının filizlenmesi ve kabarması için yine söyledi Hâkk’ın türküsünü.  Hangi meclise girse, hangi yüreğe dokunacak olsa muhabbetine Vatan Türküsü ile başladı, gülün adıyla bitirdi.

Âh vatanım sana gitmek nasip olacak mı?

O sevinci bana tatmak nasip olacak mı?

Öyle ya ha bülbül altın kafes meselesi, ha Ozan Ârif o güzel cennet vatan meselesi…

Gurbete gidenin hâli nic’olur? Durup seyran ederken koca alemi, yalnızlığın ızdırabına  yanacaktı Ozan Ârif. Nasıl oldu da gülünden ayrıldı, hangi kirli el dalından kopardı, toprağın bağrından söküp de aldı anlamaya Ârif’liği yetmedi. Güneş batıp bu ızdırapla baş başa kalanda söyledi yine sözünü Ârif…

Hiç istemem yine gelir,

Çatar gurbet akşamları

Yüreğime hançer olur,

Batar gurbet akşamları.

 

Öldürecek beni dertler,

Bende geçti bini dertler,

Dertlerime yeni dertler

Katar gurbet akşamları.

 

Bilmiyorum dertten gamdan,

Zevk mi alır intikamdan?

Kanlım gibi şu yakamdan,

Tutar gurbet akşamları

 

Şimdi akşam bak şu anda,

Zindandayım ben zindanda,

Zindan ne ki zindandan da

Beter gurbet akşamları

 

Acılara beler beni,

Kesip doğrar diler beni,

Parça parça böler beni,

Yutar gurbet akşamları.

Gurbetin, yokluğun, yârsız, yersiz, yurtsuzluğun acısını hangi yürek bilirdi gayrı Ozan Ârif’ten başka? Gülden ayrı bülbül gibi vuslata ereceği günü beklerken, sürgünlerin her biri yurda dönerken, Ozan’ın yoluna yine set çekilmişti. Gerçeğin yolunda Hâkk’ı haykırmak için yolcu olmanın bedelini hasret çekerek ödüyor, lâkin çilesi bitmiyordu. Gülün şefkatli kucağı yâd ellere yâr olmuştu. Hiç olur muydu böyle iş? Nerede görülmüş, ne zaman işitilmişti? Gece gündüz hayalinde düşünde, vuslata ermeği isterken, sinesine ihânetin yangını oturdu bu sefer. Gözden yaşlar kanlı kanlı akarken, eli hem mızrabın teline, hem kaleme gitti Ârif’in:

Ne yapayım tâlih yardım etmedi

Suçum neyse tükenmedi bitmedi

Anlamaya Ârif’liğim yetmedi

Mevlâm beni vatanıma kavuştur

 

Vatanım yurdum sana

Ben yine dönemedim

Kül oldum yana yana

Ben yine dönemedi

Yıl 1992 gayrı vuslat vakti gelip çattı, Ozan Ârif’in yakarışı duyuldu, gülün yollarına yeniden düştü. İşte böyle idi gül ile bülbülün, Ârif’in öyküsü. Nereye gitse sevdâsını götürdü, Hâkk’ın türküsünü çağırdı. Nihayet çektiği çileler, acılar dindi vuslata erdiğinde. Kimin sinesine bir yudum aşk kattıysa onlar oluk oluk sel gibi aktı gitti Ârif’in ardı sıra. Bu coşkuyla yeniden inledi Ârif’in teli:

Şükür olsun Allah’a

Gittim gördüm yurdumu

Ayırmasın bir daha

Gittim gördüm yurdumu

Bu kez insan seli, sevgi seli ve yâhut sevdâ seli oldu aktı caddelere, meydanlara. Ozan Ârif’in vuslatı işte bu idi. Vuslat ki o güne değin görülmemiş kalabalığı döktü meydana. Gönüldaşlarının ilgisi ve özlemi gurbet yarasına merhem olmuştu. Sâhi sürgünde geçen onca günlerde, gecelerde bir de yalnızlığın pençesinde hapsolmuş gibi hissediyordu kendini. Oysa vuslata ererken de duâlarla, mevlütlerle uğurlanmıştı gonca gülüne. Bunca zaman yakasına yapışan azap dolu gecelerde vatanına kavuşacağı zamanları düşlemişti. Vuslata erdikten sonra yine yurdu karış karış gezdi, Hâkk’ı çaldı, Hâkk’ı söyledi. Lâkin Ârif’i şaşkına çeviren, hayal kırıklığına uğratan başkalık vardı. Küfür insanların içine yerleşmiş, Hâkk’ın yerini batıl almıştı. Gönlünün gamını söze döktü Ozan Ârif:

On bir yıl sonra gördüm yurdumu

Toprağı bozulmuş, taşı bozulmuş

Açamadım kimselere derdimi

Halkın yüzde yetmiş beşi bozulmuş

 

Edirne’den Van’a, Van’dan Mersin’e

Muğla’sından başla yürü Kars’ına

Kapılmayan yoktur para hırsına

İzmir’i, Konya’sı Muş’u bozulmuş

Ozan Ârif Türk Milleti’nin kutlu ülküsü uğruna ömrünü adamış bir Âşık idi. Yolunu Türk kültüründen feyz alarak çizdi ve Âşık’lık geleneğinde en güzel eserleri, destanları verdi. Eserlerinde taşlama adı verilen yöntemi de ustaca konuşturdu. Türk Halk Edebiyatı’nın şiir, irtiâlen şiir söyleme, âşık atışması, lebdeğmez, güzelleme gibi pek çok alanında Türkiye birincilikleri aldı. Ancak en büyük ödülünü şöyle ifâde ediyordu Ozan Ârif: “…ortaokul çağlarında çocuk yaşta bu sevdâya gönül vermişim. O yaşlardan beri verdiğim mücâdelenin karşılığını, tertemiz yüreklerde sevgi sarayları kurarak aldım. Ülküdaşlarımın sevgi ve muhabbetinden daha büyük beşeri ödül olamaz”. Hâk yolunda ayağını taştan esirgemeyenlere aşk olsun. Sonra bülbülün üç türküsü var, üçü de gül üstüne…

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.