Ne zaman târihi bir hâdise üzerine yoğunlaşsak onun geçmiş yönüne daha fazla değiniyoruz. Onu ortaya çıkaran nedenler, olaylar, şahıslar ve durumlar üzerinde inanılmaz bir beyin fırtınası oluşturuyoruz. Dimağlar yavaş yavaş soğurken geriye kalan sâdece bir avuç târih kırıntısı oluyor. Onu da halının altına süpürüp şimdiki hayatımıza, târihi olmayan hayatımıza, geri dönüyoruz. Târihi hep uzak dünlerin atmosferinde anıyoruz. Fakat unuttuğumuz bir şey var: Bugün, târihin laboratuvarında yarın işlenecek en mühim hammaddedir.

Târihi düne hapsetmek tecrübenin katlini vâcip kılar. Dün yaşadıklarımız, bugüne ışık tutamadıktan sonra geçmiş günün önemi nedir ki? Peygamberimiz’in “Faydasız ilimden sana sığınırım.” ifâdesi bu konudaki en güzel örneği temsil etmektedir. İşte bu yüzdendir ki, birazdan yazacak olduklarım târihin geçmiş değil, gelecek konuşmasını esas almaktadır.

İnsan, birbiri ardına kenetlenmiş cemiyetler içinde yaşar. Âile, sülâle, kabîle vb. derken kendimizi ait hissettiğimiz çatının altında millettaşlarımız bulunur. Millet, doğa ve çevre karşısında aciz olan insanın yaşama irâdesinin adıdır. Türk Milleti ortaya çıktığı günden beri var olan Türk Devleti’nin kudreti sâyesinde varlığını sürdürmüştür. Özgürlük, köle olmadığımız bir yaşama sâhip olmak, ancak millet ve devletimizin gücüyle mümkün kılınmıştır. Asya bozkırlarından Tuna’ya atılan Türk, sâdece millet-devlet olarak özgürlüğünü tecessüm edebilmiştir.

Târih sahnesinde, kurumsallaşmış hiçbir yapı yoktur ki belirli ritüelleri bulunmasın. Marşlar da bu ritüellerin can suyunu oluşturmaktadır. Özgür bir ülke, bir devlet ulusal ve uluslararası arenalarda en başta marşları ve bayrakları ile temsil edilir. Sanat ve spor organizasyonları dâima ülke marşları ile başlamaktadır. Bunca sembolü olan milletin marşlarla temsil edilmesinin sebebi hikmeti nedir?

Biz Türkler dünyaya milletimizin gözlüğüyle bakarız. Milletimizin gözüyle görür, milletimizin kulağıyla duyar, milletimizin gönlüyle hissederiz. Tavrımız, milletimizin tavrıdır. Türk Milleti olarak bizler, milletimizle yaşarız. Ne zaman, nerede olursa olsun bir Türk, millettir. Bunu bizler böyle biliriz. Yabancılar da böyle bilir. Ona göre değerlendirir, ona göre değerlendiriliriz. Hem memleketimizde hem de başka memleketlerde bu böyledir: Her Türk, millettir.

İlim adamları insanların, milletlerin, dünyaya bakarken belirli kabullere yaslandığını savunur. Yâni bizler bir şeyi merkeze alarak başka bir şeyi ölçeriz. Bizler Türklüğümüz’ü merkeze alarak başka bir şeyi ölçeriz. Bahsetmeye çalıştığım kavrama ilim adamları “tutum” adını vermekte, bunu “ferdin çevresindeki herhangi bir şeye karşı sâhip olduğu tepki eğilimi” şeklinde açıklamaktadırlar. Açıkça ifâde etmek gerekirse bizim tutumuzun temelini, herhangi bir vakaya tepki verirken Türklüğü merkeze alan bir karar verme süreci oluşturmaktadır.

Her marş bir iddiadır, o topluluğun ne olduğunun tasvirini belirten iddialardan oluşmaktadır. Toplulukları ilgilendiren her marş beslendiği toplumun ve milletin tablosunu çizmektedir. O resimdir ki, sözcülüğünü yaptığı kurumun esaslarını yansıtmaktadır. “Biz” ve “öteki”nin ne olması ya da nerede durması gerektiğini söylemektedir.

Her marş bir tutum belirtir. Ne olduğumuzun sınırlarını çizen bir etkiye sâhiptir. Ezelden beri hür yaşayan Türk Milleti’nin hürriyet çığlığı olan İstiklâl Marşı’mız da bize ve ötekilere bunu anlatmaktadır.  İstiklâl Marşı’mız, büyük oranda geçmişten beslenen, fakat geleceğe seslenen ihtarlar manzûmesidir. İstiklâl Marşı’nı bir tutum âbidesi olarak yansıtan en büyük hüneri sözcüklerinde gizlidir. Sözcükleri ve cümleleri; ayrı ayrı, tüyleri ürperten, aynı anda aynı şeyleri emreden efsunlu bir metindir. Bunu neye dayanarak ifâde ediyorum?

Psikologlar, tavır ve tutumların, ferdin çevresindeki herhangi bir şeye karşı sâhip olduğu tepki eğilimi, üç boyutu olduğunu söylemektedir. Bunlar tutumun; duygu, düşünce ve davranış boyutudur. Bu üç boyut bir tutum nesnesinde ne kadar fazla ise tutum, dünyayı değerlendirirken referans aldığımız kabulün o kadar güçlü olacağını söylemektedirler. Belki de İstiklal Marşımız’ ı hürriyet çığlığı yapan efsun burada gizlidir. İstiklal Marşımız, ölüm kalım mücâdelesi veren Türk Milleti’nin her şeye rağmen yaşama beyannamesidir. Öyle bir marştır ki; tutumlarımızın, kararlarımızın âmili olabilecek kadar güçlü bir mizaca sâhiptir. Marşımızın ilk cümlesinden îtibâren o güç, iliklerimize kadar hissedilmektedir.

“Korkma!” diyor Mehmet Âkif. Korkmak bir duygudur ve insan hayatına yön veren duyguların en güçlüsüdür. “Korkma” diyerek tutumun duygusal yönünü vurguluyor. Korku kadar korkusuzluk da bir duygu halidir. Korkuyu aşmış insanın en büyük dinginliğini barındırmaktadır ve yaşamak için çok önemlidir. Diğer taraftan, korkmak bir düşünceyi beraberinde getirir. Korkan insan teslim olmaya meyillidir, karamsarlığın ve yetersizliğin girdabında edilgen kıvamda hayat sürdürür. Korkusuzluk, hayatı idâme ettirebilecek düşüncelerin barınabilmesi, insanın hayatı yönlendiren etkin bir varlık olmaya imkân tanıması gibi yönleriyle de çok mühimdir. Ancak korkusuzluğu düşünce olarak sindirebilmiş insan, hayatın fâilinin kendisi olduğuna inanabilecektir. Korkmak bir davranıştır, bir eylemdir. Vücudumuzda özellikle beynimizde eylem potansiyelli etkiye sâhiptir ve bir dizi fizyolojik tepkiyi doğurur. Korkmamak, korkunun vücutta meydana getirdiği panik ve dehşet içeren davranışlara karşı mâkul, mantıklı eylemler gerçekleştirmemize olanak tanır. Korkan ve korkmayan kişinin davranışlarındaki farkın ipucu işte burada gizlidir.

İstiklâl Marşı’mız korkunun tüm boyutlarını hesaba katar ve “Korkma!” diye başlar. Korkma ki, özgürlüğü hissedebilesin; korkma ki, özgürlüğü enine boyuna düşünebilesin; korkma ki, özgürlüğü tüm benliğinle yaşayabilesin ve hür davranabilesin. Tavrı çok sert ve bir o kadar keskindir. Eğer bir millet olarak hürce yaşamanın kaynağını ve mâliyetini soruyorsan her şeyden önce korkmayacaksın der. Bu, yalnızca geçmişi ilgilendiren bir söz değil, geleceğe uzanan bir ikâzdır. Korkmamak yapılacak ilk iştir. Korkmayan insana ülküleri nispetinde ilerleyebilmesi için beyni gerekli ortamı hazırlayacaktır. Ancak korkmayan insan; duygu, düşünce ve davranışlarını sevk edecek irâdeyi kendinde bulacaktır.

“Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

                 Sönmeden yurdumun üstünde tüten en ocak.”

Bu girizgâhın neden bu kadar tesirli olduğunu düşündünüz mü? Ben düşünmeye çalıştım ve doğru olduğunu düşündüğüm bir yere vardım. Çok etkili bir girişti. Çünkü şahsen fert olarak beni ilgilendiriyordu. Bir millî marşın fert olarak bana hitap ederek başlaması her şeyden önce ikimizin arasında kuvvetli bir bağ kurduğuna işâret ediyordu. Bizzat beni yakından ilgilendiriyordu çünkü tüten en son ocak da sönmeden sancağın yere düşmeyeceğini bana vâdediyordu. Aslında sâdece kuru bir vaat değil, aynı zamanda dışarıya bir tehdit ve içeriye bir ihtârdı. İçeriye bir ihtârdı çünkü, eğer varlığımı Türk varlığı yolunda harcamaya muktedir değilsem, özgürlüğümün benim elimde olmadığını beyan ediyordu. Özgürlüğümü başkalarına bağlı olmadan, Türk olarak yaşamak ve yaşatmak için korkmadan varlığımı Türk Milleti’nin varlığına armağan edebilmeyi göze almalıydım. Bana verdiği mesaj tam da buydu: Türk Milleti’nin varlığına ve hürriyetine İsmailce bir teslimiyetle sâdık kalırsan, hürce yaşamak ve ölmek nasibini elde edebilirsin.

İstiklâl Marşı’mız, hürriyetimize göz dikenlere karşı da sert bir tavır ortaya koymaktadır. Dünya üzerinde son Türk ölmeden bayrağın inmeyeceğini, vatanın bölünemeyeceğini ve hürriyetimizin elimizden alınamayacağını marşımız ilk iki dizede anlatmıştır. Nasıl anlaşılmak istendiğinizi ilgilendiren en önemli durumlardan birisi budur yâni,  başlangıcı nasıl yaptığınızdır. Tercihlerinizi, iddianızı ve ikâzlarınızı belirtmek; bir sınır çizmenizi mümkün kılmaktadır. Sınır aslında sâdece Türk egemenliğinin ve bağımsızlığının çerçevesini ilgilendirmemektedir. Çizilen sınır her şeyden önce millî mutâbakatımızı ifâde ettiğimiz tavrımızı ortaya koymaktadır. Çizilen sınır dünya üzerinde Türk olan ve gerekli koşullarda Türk’ü temsil etme gayretinde bulunan bütün fertlerimizin aynı duygular, düşünceler ve davranışlarla, kısacası tutumlarla, varlık sebebini aynı kararlılıkla ortaya koymasıdır.

Her marş bir iddiadır ve iddialar meşru gerekçelere dayandığı ölçüde güçlüdürler. Mehmet Âkif, neden “Korkma” dediğini bağımsızlığımızın bânîsi olan İstiklâl Marşı’mızda uzun uzadıya açıklamıştır. Türk Milleti’nin ölüm kalım meselesinin en yaygın olduğu anlarda kabul edilen marşımız, göklerde tekbir sesleriyle yankılanmış ve Türk Milleti’ne tutunacak dal olmuştur. Korkma diye başlayıp kurtuluşun anahtarını, ardı sıra dizelerde gösteren Mehmet Âkif, Türk Milleti’ne can suyu vermiştir.

Kurtuluş Savaşı’nın en çetin günlerinde yazılan bu marş, Türk Milleti’nin geçmişini ilgilendirdiği ölçüde geleceğini de şekillendirmiştir. Şuurlu Türk gençliğinin her fırsatta o zorlu günleri hatırlaması, Türk Milleti’nin muâsır medeniyetler seviyesine çıkma iddiasının dayanağını mecbur ve mümkün kılmaktadır. Her okunduğunda tüyleri ürperten marşımız, onu okuyan son Türk hayatta olduğu sürece Türk Milleti’nin geleceğini şekillendirmeye ant içildiğinin cümle âleme beyanı ve kanıtıdır. İstiklâl Marşı’dır ki geçmişin hâtırasını ve felâketlerini her bir Türk ferdine yaşatırken geleceğin sisli bulutlarını dağıtma görevini de Türk Milleti’nin omuzlarına kutlu bir vazîfe olarak yüklemektedir.

Hâkkıdır, Hâkk’a tapan, milletimin istiklâl!

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.