Gözler bilirim, engin bozkırların sonsuzluğunda gezinir. Yayvan yaylaların, dumanlı dağların üzerinde uçan kartallar gibidir. Bakışlarında basîret, kanatlarında asâlet, gönlünde hürriyet ferdir. Vurdukça rüzgârların atına, seğirtir dört nala… Soluğunda korkusuzluğun buğusu, eritir setlerin taş bağırlarını. Kürşadlar belirir kararlılığında. Kirpikleri oktan, kaşları yaydandır. Çekikliği, dağ dağ uzayan Altay’dandır.

Yüzler bilirim, keskin hatlarında kılıçlar oturur burunları yegeden. O mızrak bıyıklarında Orhun’dan Ceyhun’a uzanır yollar.  Kervanlar yürür dudaklarından boy boy. Şakaklarında çöl şafakları… Gül derinliği kulaklarında, göl serinliği yanaklarındadır. Gür saçları kalkan, uçları peykândır. Cesâret aynasında baksan Oğuz Kağan’dır.

Düzler bilirim,  gidilir. Gidenlerin elleri nasırlı, ayakları pektir; yürüdükçe çağlar devirir. Kısrak doğurur avuçları. Dibeklerinden ağ kımızlar akıtır. Bileklerinde kurtlar, yüreklerinde yurtlar gezinir. Şarap yakarışlı kalelerin korkular uçurur gecelerine. Çalındıkça ufuklarda kopuzlar, kırbaçlar duyulur ötelerden… Bu gelen nasıl bir belâdır! Bu gelen, Tanrı’nın ellerinde şimşek gibi çakan Attila’dır!

Sözler bilirim; nakışlanır zamanın gergefine. Dillerin edebî kıvraklığından ebedî telkinler getirir: ”Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin ilini, töreni kim bozabilir?” Savrulur demir dağların sabrı, Ergenekon’lar devrilir. Târihin köhne değirmeninde devreden yalnız devrandır. Mâzîden gelen bu görklü ses, Ulu Bilge Kağan’dır.

Gündüzler bilirim, kırk bin kişiyi alıp sırtına götürür Malazgirt düzlerine. Çehreleri çelikten, zırhları kefendendir. Bir Cuma muştusunda buluşur inançları. Yeşil ümitler sardıkça göğün içli bağrını, cennetler açılır peşi sıra. Bayrağı îman, sancağı Kur’an’dır. Bakışı şemsler gizleyen bu asil yüz, Ebû’l Feth Alparslan’dır.

Özler bilirim, üfürür reyhanları Kudüs’ün yellerine. İlk kıblesi dikilir İslâm’ın. Yeniden dirilir Miraç’ın ruhu. Haç’ın zulmetiyle örtünen ışık, hilâlin hâlesinde belirir. Seferler gölgeden bir izdir artık, silinir İslâm’ın istikbalinden. Orada, pervasız orduların en önünde kükreyen aslan, sanki Hamza gibidir. O Hâdimü’l-Haremeyn, Selahaddin Eyyubi’dir.

İzler bilirim, en nursuz ormanların arzına kazınır. Boynu vurulur kastların. Say ki, İbrahim baltasında parçalanır tanrılar. Gazâlar çetindir. Fillerin cüssesinde büyür türlü makamlar. Şahâdet Hâk yoludur.  Lâ İlâhe İllallah… Meydanlar gâh Bedir’dir gâh Uhud’dur. Hint’i ihyâ eyleyen bu cihangir, Sultan Gazneli Mahmud’dur.

Gizler bilirim, uyur kollarında gecenin. Bir hürmet şafağında büyür kadim çınarlar. Dallarında İ’lâ-yi Kelimetullah, sarar semâvatını âlemin. Asâlet adâlettendir. Yayılır ihtişamın ellerinde. Ve yurt tuttukça yüreğinde samîmiyet, uçar garbın hayretlerine akın akın. Îzânın bilincindedir artık; Müslüman sarığındadır felâh… Her ne var ise yazgıda, Allah’tandır. Şu gözlerinde gazâ odu parıldayan gazi, Kara Osman’dır.

Îkazlar bilirim, kardeşten kardeşe… Gönle eğer çekilmişse setler, görünmez yolların izi silinir. Artık dağ dağı bilmez, bağ bağı… Kopuşlar nefsin kinindendir. Kör gecelerin puslu vakitlerinde harlanır ateşler… Güneşlerin çarpışacağı aşikârdır. Hayr muammasında ‘o’, neylerse güzel eyler… Onlar ki Türklük kal’asında iki kavi surdur. Biri Yıldırım Bayezîd biri Emir Timur’dur.

Boğazlar bilirim, mukaddes arzuların temreninde durur. Gâh fetih gâh Kızılelma’dır. Bir hadis müjdesinde çırpınır savaşçılar. Denizler çalkalanır, zincirlenir akşamlar; Konstantiniyye uyur. Boynu bükülür kibrin. Feleğin yazgısında ‘hay’ deyince gemiler, karaların nutku tutulur. Ve burçlar korkularda unutulur. Çözülür dilleri aşkın, sırlar aydınlanır Ulubatlı’nın yüreğinde. “O ordu ne güzel ordu; o komutan ne güzel komutandır!”. O ki, Fatih Sultan Mehmet Han’dır.

Hazlar bilirim, yürütür orduları Kenan’ın çöllerine. Akdeniz’in sam yellerinde Karadenizler estirir. Tûfan bakışlarından savrulur kasırgalar. Her adımı yirmi bin nefer, her adamı bir İskender’dir. Çağ çağ büyür Hilâfet Sancağı. Mısır’ın tahtı ona, İslâm’ın bahtı onadır. Şahlanır yüreğinde fethin al atları. O ki, civan sultandır;  Yavuz Sultan Selim Han’dır.

Yıldızlar bilirim, dizilir gerdanına tacın. Kudreti kendinden… En derûn emellerin açılır önü. Dor atlar kişner, oklar boşalır kirişten. Gemiler kükredikçe denizler göl olur. İhtişamın nidâsına ses verir Belgrad. Viyana yankılanır. Telmihler dökülür Attila’dan, Roma tutuşur. Hudutlar silindikçe şarkta ses, garpta nefes kesilir. Ve sardıkça asumanı Osman’ın kut çınarı; akıncılar atlanır, tekbirler kanatlanır. Yürür düşman üstüne: Allahu Ekber!..

Ve şiirler devşirilir dişil gecelerden;

 “Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur

Olmaya baht u sa’âdet dünyede vahdet gibi.”

Ol kim şâir-ü sultan hem nizam-ı cihândır; Türk’ün kadim kılıcı, Kanûnî Süleyman’dır.

 

Alazlar bilirim,  küfrün kirli göklerinden yağar Gelibolu’ya.

“Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne belâ…

Hani tâuna da zuldür bu rezil istilâ…”

Yedi düvel bir olur, ölüm kusar mitralyözler. Tayyareler savrulur Türklüğün serhaddine. Bataryalar vurulur. Şehit şehit akar zaman… On Beşliler’in sabîliğinde an gelir, gün durulur. Seyyit derler cesâretin adına. Bir merminin ucunda küffar zırhlıları kavrulur. Îmanın inkâradır zaferi. Kahramanlar karılır Bozkurt’tan, Türeyiş’ten, Oğuz’dan…  Pâyitahtlar kurtulur. Bu destan, Türk’ün istiklâlinde sönmeyecek ebedî şuledir; geçilmez Çanakkale’dir!..

 

Dizler bilirim, dağ gibi heybetlerin zeybeğinde oturur. Bandırma tüttükçe Karadeniz çırpınır. Güneşler çağrılır Samsun’dan. Amasya sallanır, Erzurum titrer ve silkinir Sivas. Umutlar ayaklanır. Makûs tâlihin tersine dönme vaktidir. Şahlandıkça Kocatepe’de vatan; İzmir efelenir, Bursa şenlenir. Bu ne güzel bir haldir. Vuruşu arzı titreten bu diz, Mustafa Kemal’dir.

Avazlar bilirim, akar mâzî membasından âtî deryalarına… Ezelden yoğurup bağımsızlık şevkini ebedin göklerinde bağırtır: “Ya istiklal ya ölüm!”

Sönmeyecek ocakların ateşidir bu ses. Bu ses ki Âkif’in gölünde cem edip taşan Türk’ün ve İslâm’ın ikbal nidâsıdır. Minarelerinde dalgalandıkça ezanlar ve bayraklar rüzgârların sırtında koştukça geleceğe, cihânın semâlarında hep bu ses yankılanır:

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;

Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.”

diyen bu ses, “Ezelden beri hür yaşayan milletin hürriyet çığlığıdır.”                                                                      Bu ses, cesâretin ta kendisi; İstiklâl Marşı’dır!

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.