Varlığı yekûn hâlde anlamlandırma potansiyeli bulunmayan milletler, varlık tasavvurunu parçalar. Varlığın birbirini takip eden iltisaklı süreçlerde tekâmül ettiğinin idraki kaosu kozmosa dönüştüren güç, varlığı bir bütün olarak okuma kabiliyetidir. Arvasi Hoca’nın tabiriyle düzen, kaos ifade eden çokluğu kendi etrafında toplayan bir prensibe muhtaçtır.  Bu kabiliyetten mahrum olan milletler varlığı anlamlandırırken diyalektik bir metot izler, varlığı istismar eder. Diyalektik, her şeyin birbirine zıt ve birbiriyle çelişkili bir değişim hâlinde olduğunu varsayımla tabiatı yorumlama biçimidir. Diyalektik düşüncenin esas meselesi, değişim ve hareket değil değişim ve hareketin temelindeki çelişkili ve zıt olgulardır.

Yalnızca gâyeden uygulamaya gidişte değil bir düşünceyi inşâ ederken de ihtiyaç duyulan metot, varlığı okuma kılavuzudur. Bu sebepten diyalektik metodun incelenmesi, tabiatı bu usûlle anlamlandırmaya çalışan ve varlığı istismar eden fikir sistemlerinin, düşünce biçimlerinin tahlili için zaruridir.

Avrupaî bir membaı olan felsefelerin ekseriyeti, diyalektik bir metoda sahip oldukları için çıkmaza girmişlerdir. Zıtlıklar ve çatışmalar bir bütünlük hâline gelemediğinde insan ve insanlık uğruna atılan nârâların sayısının misliyle insanlığın ıstırapları da artar. Diyalektik metot, tabiatı itibariyle düalist olduğu için tevhit anlayışına muarızdır. Düalizm ikilik anlamına gelir. Birbirine zıt iki şeyin varlığı olmadan diyalektik olmaz. Düalizm, Yümni Sezen’in tespitiyle müphemlikler yaratır. İki şeyin doğması, kendinden önce bir mukavemetin olmasına ve kendinden önce var olana bağlı olduğu için diyalektik düşüncede mutlak olan müphemdir, mutlaklığı şüphelidir. Diyalektik, her an yaratıcı ve devamlı bir faaliyet olduğuna göre her şey yolda oluşur ama bu yolun nereye gideceği müphem kalır.  İnsan düşüncesinde bu denli müphem olan, insanı ıstıraba gark eder. Çünkü insan zihni belirsizliği kabul etmez. Tarih boyunca düalizmin yarattığı ıstıraplardan kurtulmak için üretilen felsefeler yine diyalektik bir metot benimsemiştir. İşte insanlığın çıkmazı… Hem idealizmin hem de materyalizmin buhranı: diyalektik düşünce…

Diyalektik metot, felsefelerin ekseriyetini tesiri altına almış, en büyük hamlesini ise maddeci felsefe üzerinden yapmıştır. Diyalektiğin maddeci felsefe üzerindeki görünümü olan diyalektik materyalizmin esaslarına değinmeden önce diyalektik düşüncenin tarihî serencamı üzerine eğileceğiz:

Diyalektik Düşüncenin Tarihi

İnsanı istismar eden herhangi bir felsefenin, düşünce biçiminin tarihinden Yunan filozoflarının çıkmaması mümkün değildir. Diyalektik metodun da temelini Yunan filozoflar atmıştır. Hatta bu kelimenin kökü, “tartışma” anlamına gelen Yunanca “dialektikos”a kadar uzanır.

Antik Çağ’daki Yunan filozoflarından Herakletios’un “her şey akar, hiçbir şey durmaz, aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” mantığı, diyalektik düşüncenin tarihinde önemli bir yer tutar. Öyle ki diyalektik metodu benimseyen bir diğer felsefe olan idealizm denince akla ilk gelen ve diyalektik metodu ayrıntılı bir biçimde izah eden Hegel, Herakletios’u “diyalektik düşüncenin babası” olarak tanımlar. Herakletios aynı zamanda oluşu ve değişimi, zıt ve çelişkili olguların varlığına bağlamıştır. Zaten diyalektiğin de esas meselesi oluş ve değişim değil bunların zıt ve çelişkili olgular temelinde gerçekleşmesiydi. Ona göre, değişim ebedidir ve her şey kendi zıddına dönüşerek ya da kendi zıddını ortadan kaldırarak ilerler. Bu düşünce, asırlar sonra ortaya çıkacak olan diyalektik materyalizmin karşıtların karşılıklı iç içe geçmesi/ zıtlıkların birliği ve mücadelesi dediği kanunu doğuracaktır. Herakletios, diyalektik düşüncenin mimarıdır.

Septikler (şüpheciler), mutlak hakikât olmadığını, doğru ve yanlışın mutlak olmadığını iddia ederken diyalektik bir yöntem izlerler. Onlara göre doğru da yanlış da müdafaa edilebilir çünkü doğru doğru değildir, yanlış da yanlış değildir. Bu düşünceyle insanın ölçüsüne; iyinin, güzelin, doğrunun varlığına savaş açmış, hakikâtin mahiyetini incitmişlerdir. İnsan başıboş kalmış, doğru için feda edilmesi gereken bir hayat anlamsızlığa sürüklenmiştir.

Sofistler de diyalektik bir yöntem izlemişlerdir. Diyalektik yöntem, Sofistleri bilginin varlığını inkâr etme noktasına kadar sürüklemiştir. Batılı kaynaklarca en büyük filozoflar arasında sayılan Sokrates ve talebesi Platon da diyalektik düşüncenin esiri olmuştur. Platon’a göre âlem sonradan vücut bulmuştur, ezelî değildir. Onu meydana getiren yegâne varlık Tanrı’dır, Tanrı dışında ancak yokluk vardır. Tanrı yokluğu kullanarak âlemi meydana getirmiştir. Platon’un felsefesinde madde, yokluk ile eş anlamlıdır. Âlemin ezelî olmamasına karşılık madde ezelîdir. Tanrı maddeyi yaratmamıştır çünkü varlık, yokluğu meydana getiremez. Madde, yokluk zannedilerek ikincil bir plana atılmıştır. Yokluğun varlığını iddia etmek gibi bir çıkmaza girilmiştir. Burada görüldüğü üzere Platon, diyalektik düşüncenin tesiri altındadır.

Batı’nın kozmolojisini inşa eden Aristo da diyalektikçidir. Durmuş Hocaoğlu’na göre Grek ve Roma’dan Hristiyanlığa geçen iki kanun vardır: 1-) Dünyanın aşağılanması ile oluşan düal bir kozmoloji 2-) Vahdaniyet fikrinin noksanlığı.  Düalizmin tabiatı itibariyle diyalektiği doğurduğunu anımsarsak her iki kanunun da diyalektik bir düşünceden zuhur ettiğini görürüz. Bu kozmolojiye göre ay altı ve ay üstü âlem çatışma ve çelişki içindedir. Bu iki âlemin arasında öyle derin bir fark vardır ki yekûn bir hâlde düşünülmesi imkânsız hâle gelir. Ay üstü âlem ulvî- uhrevî bir mahiyettedir, ay altı âlem dediğimiz ve yaşadığımız bu dünya ise aşağılık bir vaziyettedir. Görüldüğü üzere burada da din-dünya çatışmasına zemin hazırlayan ve dünyayı inşâ-imâr-ihyâ alanı olarak telakki edemeyen bir tasavvur mevcuttur. Eski Yunan’da bu kozmolojiyi sistematikleştiren Aristo’dur. Nitekim bu kozmoloji, Tanrı’yı tez, insanı antitez, Tanrı-insan olan mitolojik ögeleri sentez olarak gören bir düşüncenin mahsulüdür.

Diyalektik düşünce Antik Çağ’dan itibaren gelişip durmuş, Batılı kaynaklarca çok önemli zannedilen filozofların ekseriyetini hâkimiyeti altına almıştır. Yazının esas konusu diyalektik düşünce değil diyalektik materyalizm olduğu için bu filozofların ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ancak nispeten yakın tarihteki bilhassa Alman felsefesindeki bazı filozoflara değinmek yerinde olacaktır.

Kant, Alman felsefesi için önemli bir isimdir çünkü Kant’tan sonra Alman felsefesinde iki temayül görülmeye başlanmıştır: 1-) Tarih felsefesi ihtirası 2-) Tabiat felsefesi ihtirası.  Kant’ın tarih felsefesi doğacıdır ve diyalektiği insan- doğa mücadelesi üzerinden konumlandırmıştır.

Fichte, Schelling ve Hegel gibi isimler, Kant’ı anlama ve yorumlama çabası içindeyken Alman felsefesinin zirvesine yükselmişlerdir.  Ancak Kant’ın mutlak mânâsıyla bir diyalektikçi olmadığını da söylemek gerekir. Çünkü Kant’ta baskın bir düalizm anlayışı yoktur. Düalizmin yerini zaman zaman terkibin aldığını söylemek mümkündür.

Diyalektik insanlık tarihinde pratik olarak iki şekilde zuhur etmiştir: idealist diyalektik – materyalist diyalektik. İdealist diyalektik, tabiri caizse Kant’ın felsefesi üzerine kurulmuştur. Kant, sezgiye dayanan metafizik temelli bir felsefe yapar. Saf Aklın Eleştirisi’nde yer verdiği nitelik–nicelik tasnifi diyalektik düşüncenin tarihinde önemli bir yer tutar.

Kant düalizmi nispeten tâli plana attığı için idealist Alman felsefesinde diyalektiğin zirve yapması Goethe ile olmuştur. Goethe, tabiatı anlamlandırırken oluşun çelişki ile meydana geldiğini iddia etmiş ve varlıktaki çelişki ilkesini iki şekilde açıklamıştır: I-) Herhangi bir şey karşıt biçimlere bürünerek ama kendi varlığını kaybetmeyerek oluşabilir. II-) Bir varlığın ilkesinde çelişkiye yer vardır. Yani bir şey iki karşıt yanı içinde taşıyarak var olabilir.

Diyalektik düşüncenin önemli olan bir diğer meselesi hürriyet-zaruret ilişkisidir. Bu meselenin tenkidine daha sonra eğileceğiz. Hürriyet- zaruret diyalektiği idealist Fichte’de şekillenmiştir.

Fichte’ye göre ruh, devamlı bir faaliyet içerisindedir. Bu faaliyet canlanmaya başlandığında iki şuur birden doğar: “ben” ve “ben değilim” şuuru. Ben, insanın kendisidir. Ben olmayan ise dış dünyadır. Görüldüğü üzere Fichte’de şuur, düalist bir yapıdadır. Fichte ilk defa düalizmden bir üçleme doğurmuş ve diyalektiğin meşhur “tez- antitez- sentez” çıkarımını yapmıştır. Ben tezdir, ben olmayan yani dış dünya antitezdir. Ben, ben olmayana nispetle varlığını yeniden kazanır, buradan da sentez doğar. Ben olmayan, beni sınırlar. Fichte her ne kadar ben olmayan dediği maddî- dış dünyayı ben dediği manevî- iç dünyanın antitezi olarak değerlendirmiş ve insanı biçimlendirdiğini iddia etmiş olsa da materyalist bir filozof değildir çünkü Fichte, ben olmayanı ben kadar önemsemez.

Schelling, Fichte’nin kullandığı diyalektiği derinleştirmiştir. Fichte ben ve ben olmayan üzerinden insanın diyalektik yapısını açıklamaya çalışmıştır, Schelling ise Fichte’nin bu düşüncesini tabiata tatbik ederek tabiatın diyalektik yapısını açıklamaya çalışmıştır.

Daha sonra detayına eğileceğimiz gibi Engels de Hegel’in diyalektiğini ters durduğu gerekçesiyle alıp tabiata tatbik etmeye çalışacaktır. Hatta Mehmet Eröz’ün tespitiyle Marks tabiatın açıklanmasında diyalektik materyalizme başvurmanın mümkün olmadığını düşünüp insan tabiatından başka herhangi bir şeyi diyalektik ile açıklamaktan kaçınacak, Marks’ın boş bıraktığı bu yeri Engels dolduracaktır. Engels, diyalektiği hem tarihi hem de tabiatı kucaklamak iddiasıyla ele alacaktır.  Görüldüğü üzere diyalektik düşünce tabiata tatbik safhasını daha önce farklı mahiyette de olsa Schelling’le yaşamış ancak başarılı olamamıştır.

Çağdaşı Hegel, Schelling’in felsefesini daha da derinleştirmiştir.

  1. Yüzyıla Kadar Avrupa Nasıl Bir Sosyolojiye Sahipti?
  2. yüzyıl, diyalektik düşüncenin nispeten daha sistematik bir hâle getirildiği dönemdir. Rönesans ve Reform süreçleri ile birlikte yeni bir Antik Çağ yaratıp yarattığı sun’i tarihin şaşaalı günlerine dönmek isteyen Avrupa, Hristiyanlığın ve Grek kültürünün diyalektiğini kırdığını zannederek yeni bir diyalektik yaratmıştır. Bunun şüphesiz sosyolojik ve tarihî sebepleri de vardır:

Avrupa’da çok eski çağlarda, feodalitenin başladığı dönemlerde mâlikânelerde yaşayan senyörler vardır. Bu senyörler iki çeşittir: I-) Roma patricileri  II-) Cermen savaşçıları. Bu senyörler serflere egemen bir yönetim kurmuşlardır. Serfler, Roma kökenli ya da Cermen savaşçısı olmayan, kölelerle birlikte tarımsal üretimde çalışan kesimdir. İktisadî buhran neticesinde senyörler, üretimin arttırılmasını teşvik maksadıyla bazı serflere ve azat edilmiş kölelere “mansus” adı verilen toprakları tahsis eder. Bazı serfler ve köleler, senyörlerin topraklarında daha fazla çalışmak, üretimi arttırmak şartıyla “mansus” adı verilen topraklara sahip olurlar. Mansus sahipleri ilave toprak alabilirler, topraklarını miras yoluyla intikal ettirebilirler. Yani aristokratlar dışında zor şartlarda çalışarak da olsa toprak sahibi olan hatta zenginleşenler vardır.  Zamanla deniz ticaretinin ve korsanlığın başlamasıyla bu yeni zenginler mal- mülklerini kaybetmişlerdir. Avrupa’da asıl zenginlik denizcilik üzerine kurulmuştur. 10.yy’dan itibaren eski toprak zenginleri, mal-mülkünü kaybeden serfler denizcilerden aldıkları malları satmak ve yeni bir ticaret hamlesinde bulunmak için deniz kenarlarındaki burglara yerleşir ve kendi bölgelerini surlarla çevirir. Burglarda yaşayan ve kendi bölgelerini surlara çeviren bu kesim zamanla ‘burjuva’ adını alır. Burada kilise ve lordlardan bağımsız bir piyasa gelişmiştir. Bu sistem, liberalizmin iktisadî sahadaki sistematik görüntüsü olan kapitalizmdir. 15.yüzyıla kadar feodalite güç kaybetmiş, 15. yüzyıldan sonra ise âdeta çökmeye başlamıştır. Feodalitenin çökmesiyle burjuvazi yükselmiştir. Bu meselenin detayına girmeyeceğiz.

Diyalektik– düalist düşünce içtimaî anlamda Avrupa’da her zaman yer edinmiş, yalnızca teorik bir tavır olarak kalmamıştır. İçtimaî sınıfların kavgaları ve hangi zenginin daha fazla imtiyaza sahip olacağına yönelik yapılan tartışmalar, toplumun her kesimini birbirine zıt gören ve millî bütünleşmeyi tesis edemeyen içtimaî bir zihnin ürünüdür.

Soylu olmayan insanlardan oluşan burjuva sınıfının toplumun en önemli ve en tesirli sınıfı hâline gelmesi içtimaî bakımdan Yeni Avrupa’daki en önemli olaydır.  Burjuvazinin yükselmesiyle önce İngiltere ardından da İtalya, Fransa ve Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa’da piyasa serbestleşmiş, bölgeler adacık hâlinde özerklik kazanmıştır. Bu içtimaî birikim buharlı makinelerin icadı yani Sanayi Devrimi’nin imkânları ile zirveye ulaşmıştır.

İşte Hegel de böyle bir sosyoloji içerisinde burjuvazinin güçlenip iktidarı ele geçirdiğini görmüştü. İngiliz ve Fransız burjuvazisi, feodaliteye karşı daha keskin ve kanlı bir kavga verirken Almanya bu kavgayı daha romantik, zihnî ve stratejik metotlarla vermiştir. 19. yüzyıl Alman felsefesinin ekseriyetle materyalist değil idealist filozoflar yetiştirmesinin sebeplerinden birisi budur. Esasen düşünürler, filozoflar, aydınlar içtimaî birikime ve hadiselere yön vermelidir ancak diyalektikçi Avrupa’da içtimaî ve iktisadî şartlar çoğu zaman insanların zihnini ve yaratıcılığını ele geçirmiştir.

Hegel ve İdealist Diyalektik

Marks ve Engels, Hegel’in diyalektiğini ters çevirerek diyalektik materyalizmi inşa etmişlerdir. Bu sebepten Hegel yalnızca idealizm için değil materyalizm için de önemli bir isimdir. Esasen felsefeyi materyalist ya da idealist olarak ayırmak, bu iki zıttın birbiriyle kavga ederek geliştiğini düşünmek de diyalektik metodun girdabıdır. Avrupa’da herhangi bir felsefenin tarihine eğilirken bile diyalektikçi ayrımlarla karşılaşırız. Bu sebepten diyalektik düşünce Avrupa felsefesinin tamamıdır.

İdealist diyalektiğin muhtevasına girmeden önce idealizm ve materyalizmin hususiyetlerine değinmek yerinde olacaktır:

İdealist- materyalist ayrımının birçok açıdan müphem olduğu söylenebilir. Bu hususta bilhassa materyalistler felsefeyi bu biçimde ikiye ayırırken keskin izahlar yapmış, idealizme bazı haksız tenkitler yöneltmiş ve materyalizm ile ilmi özdeşleştirmiştir. Materyalistler, materyalizmin karşısındaki her düşünceyi haksız bulmuş ve bu yönde bir tarih- felsefe anlayışı geliştirmiştir. Bu türden bir hataya düşmemek için idealizm ile materyalizm ayrımını çok keskin bir biçimde yapmak doğru değildir. Bu bizi felsefeyi yalnızca ikiye ayırarak inceleme kısırlığına sürükler.

Marksist Georges Politzer’e göre idealizm “maddeyi yaratan ruhtur, maddenin düşüncemiz dışında varlığı yoktur, madde bir kuruntudan ibarettir, her şeyi yaratan fikirdir” iddiasında bulunur.  Yani materyalizmin karşısındaki her düşünceyi buraya, gayri milliliğe icra ederler. Politzer devamında der ki: “Dünya sadece düşüncemizde varsa dünya insanlardan önce yoktur demektir. Oysa bunun yanlış olduğunu biliyoruz. Çünkü ilim yeryüzünde insanın çok geç ortaya çıktığını gösteriyor. Bazı idealistler insandan önce hayvanların var olduğunu ve düşüncenin bunlarda yerleşmiş olabileceğini söylerler fakat hayvanlardan da önce üzerinde hiçbir organik hayatın mümkün olmadığı üzerinde durulmaz bir dünyanın var olduğunu biliyoruz. Bu sefer başkaları insan var olmayıp sadece güneş sistemi var olsaydı bile düşüncenin, ruhun Tanrı’da var olduğunu söyleyeceklerdi. Böylece idealizmin en üst biçimine varmış oluyoruz. Tanrı ile ilim arasında bir seçim yapmak zorundayız, idealizm Tanrı’yı seçer, materyalizm ilmi seçer. Kim haklı? Tanrı mı, ilim mi?”

Oysa idealizm, Politzer’in bahsettiği kadar dar bir kuruntudan ibaret değildir. Ayrıca bütün idealist felsefeler Tanrı yerine insanı ve onun fikrini koymuştur. Maddeyi yaratanın ruh veya fikirler olduğu düşünülmüştür ancak maddeyi yaratan Tanrı’dır.

Materyalizmin ilim ile özdeşleşmiş olması esasında materyalizmin ilimden ne denli uzak olduğunun bir ispatıdır çünkü metodu ilim olan bir hareket, ilim olduğu iddiasında bulunmaz bilakis metodun ilim seçilmesi hareketin ilim olarak görülmesine bir engel teşkil eder. Materyalizm skolastikçidir, ilim metodunu kabul etmez ancak kendi varlığını ilim ile özdeşleştirir. Nitekim materyalizmin ilimden anladığı yalnızca fizikî ilimdir. Bu noktada deterministtir. Diyalektik düşünce her zaman determinist değildir; determinizm tabiattaki hadiseleri zorunlu ve fizikî bir neden-sonuç ilişkisine bağlar. Oysa metafiziği ön plana alan diyalektikçiler de mevcuttur. Bu sebepten determinizm, diyalektik düşüncenin değil materyalist diyalektiğin bir vasfıdır. Diyalektik materyalistler- ki biz bunlara yalnızca materyalistler de diyebiliriz- tabiatta tesadüfün olmadığı, her hadisenin fizikî ve birbirine zıt bir neden- sonuç ilişkisinden doğduğu iddiasındadır.

Engels felsefeyi idealizm ve materyalizm olarak ikiye ayıran meselenin “kâinatı Tanrı mı yarattı yoksa kâinat ebedî ve ezelî miydi? sorusu olduğunu iddia eder.  Ona göre kâinatı Tanrı yarattı diyenler idealist, kâinat ebedî ve ezelîdir diyenler materyalisttir. Oysa burada da yanılır çünkü kâinatın ebedî ve ezelî olduğunu iddia eden idealistler olabilir, nitekim Platon’da görüldüğü gibi kâinatın maddeden yaratıldığını düşünen ancak maddeye yokluk izâfe eden idealistler de vardır. Engels’in iddiasının aksine idealizm ile materyalizmi ayırt eden asıl soru, maddeyi yaratanın ne olduğu olmalıdır. Avrupa’da bir felsefenin mahiyeti insan-eşya münasebetleri bakımından şekillenir.

İdealist düşüncenin mihenk taşı olan Hegel’e bakarak daha sağlıklı bir idealizm tanımı yapabiliriz:

Hegel’e göre bütün hâdiselerde düşünce ve onun mahsulü olan fikir asildir. Tabiat, fikrin tenezzülü ile mevcut olmuştur.  Hegel der ki “geist (ruh) aşkın zihnileşmiş hâlidir.” Burada Hegel’in Hristiyanlıktaki aşk ile Yahudilikteki şeriat fikrini sentezlediğini söylemek mümkündür.  Her şey kendi zıddıyla sentezlenerek ilerler, yaratılış vahdetten dağınıklığa geçiştir. Mutlak fikir, varlığın kendi kendinin fikrinde olmasıdır. Buna zihin ya da ruh da diyebiliriz. Dış fikir ise tabiattır. Dış fikir yani tabiat kendine yabancılaşmış mutlak fikirdir. Oluş bu ikisi arasındaki sentezdir yani dağınıklığa geçiş ve dağınıklıktan kendine dönüştür. O hâlde vahdete dönüş, manevî hayatın kendisidir. Ancak buradaki vahdet, mutlak bir vahdet değildir.

Her sahada bir çelişki vardır. Mesela ruh kendi içinde sübjektif ve objektif olarak çelişir, fert ve cemiyet birbiriyle çelişir ve bu çelişkiden devlet doğar.

Mutlak fikir- dış fikir bahsinde ele aldığımız şuur, diyalektik bir süreçten geçmiştir. I-) Saf şuur II-) Kendiliğin şuuru III-) Mutlak özne. Saf şuur mutlak fikir, kendiliğin şuuru tabiat olarak açıklanabilir.

Saf şuur, kendi varlığının dışında hiçbir şeyi ileri süremez. Bilgi vardır ancak muhtevası müphemdir. Yeni doğan bir çocuğun etrafındaki nesneleri görüp anlamlandıramaması gibi bir duruma benzer. Bütün bunlar vardır ancak biçim kazanmamıştır. Kendiliğin şuuru, saf şuuru inkâr eder ve kendi hareketlerinin farkına vararak etrafı anlamlandırmaya başlar.

Mutlak özne ise kendiliğin şuurunu inkâr eder yani bu bir inkârın inkârıdır. Nitekim Marks ve Engels diyalektik materyalizmin kanunlarından birisini inkârın inkârı (nefyin nefyi) olarak kabul edecektir. Üçüncü aşama olan mutlak öznede süje ile obje aynîleşir ve öteki olan kaybolur. Saf şuur da kendiliğin şuuru da yoktur. Bu iki antitez sentez hâline gelmiş ve yeni bir hâl kazanmıştır. Mutlak özne aşamasında nesne, şuurda var olur.

Hegel’in üçlemeleri yalnızca şuurla sınırlı değildir; hukuk felsefesini, tarif felsefesini, sanatı, dini, doğayı ve birçok meseleyi kendisine mahsus diyalektik aşamalar dâhilinde açıklar Konumuz Hegel’in felsefesi olmadığı için bu detaylara girmeyeceğiz.

Hegel’in birçok açıdan detaylandırdığı ve sistematize ettiği diyalektik idealizmin ters çevrilmiş hâlinin diyalektik materyalizm olduğunu söylemiştik. Diyalektik materyalizmi tahlil etmeden önce kendisini bu kadar çok etkileyen Hegel’in tenkidine eğilmek gerekir. O hâlde Hegel’in yanlışları nelerdir?

Hegel’e göre mutlak fikir kendine yabancılaşarak dış fikir/ tabiat hâlini alır demiştik. Oysa mutlak olan herhangi bir varlık değişerek başka bir şekil alıyorsa o varlık mutlak olmaktan çıkar. Dolayısıyla buradan başkaca herhangi bir mutlağın yani Hegel’in tabiriyle mutlak öznenin doğması mümkün değildir.

Yümni Sezen’e göre Hegel’in başlıca hatası idrâk seviyesinin noksanlığını tezatlıkla karıştırıp noksanlığın sınırını genişletmesini sentez zannetmesiydi.  Mesela bir kalem hakkındaki idrâkimiz, kalem oluncaya kadar ilerlemiştir, kalem olanla olmayanın çatışması sonucunda doğmamıştır. Nitekim herhangi bir idrâke diyalektik yolla ulaşılması mümkün değildir çünkü her an yeni sentezler doğacaktır. Müphem olan şuur kazandıramaz.

Yukarıda da değindiğimiz gibi süje- obje ikiliği, Hegel’in felsefesinde süje ile objenin aynîleşmesi felsefe tarihi boyunca tartışılan esas konulardan biri olmuştur. İdealistler süjeyi esas almışlardır, materyalistler objeyi esas almışlardır ancak her ikisi de esas aldıkları meseleyi açıklarken diyalektik bir yöntem kullanmışlardır. Descartes’in meşhur bir sözü vardır: “düşünüyorum, o hâlde varım.” Bu söylem, düşünce ile varlığın aynîliğini iddia eder. Hegel Descartes’in bu söylemini yetersiz bulsa da “âlem benim tasavvurumdan ibarettir” yahut “mevcut olmak idrâk edilmiş olmaktır” teorisi Descartes’in yanılgısından farksızdır. Hegel’in hatası Marx ve Engels de daha da büyümüştür. Marks ve Engels, Hegel’in felsefesinin fikirden maddeye/ soyuttan somuta / kemiyetten keyfiyete doğru ilerlediğini ancak asıl olanın maddeden fikre gitmek olduğunu ve kemiyet değişikliğinin keyfiyet değişikliğine tahavvülü kanunu olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim zaman zaman fikri inkâr edecek boyuta gelmişlerdir.

Hegel’in bir diğer yanlışı, devlet probleminde ortaya çıkmıştır. Devlet, Hegel’in zannettiği gibi cemiyet ile ferdin çatışmasından doğmamıştır. Cemiyet ile ferdi çatıştıran hiçbir düşünce insana hizmet eden bir devlet felsefesi inşâ edemez. Devlet, cemiyeti ile bütünleşmiş ferde hizmet etmek için vardır.

Arvasi Hoca birçok eserinde felsefe tarihinde insanlığı anlamlandıramayan bu yanlış tespit ve tahlillere, bu tespit ve tahlillerden doğan istismar ve sorunlara doğru çözüm önerilerini sunmuştur. Ancak biz bu çözüm önerilerine ve yanlış olarak bahsettiğimiz meselenin doğrularına diyalektik materyalizmin kanunlarını açıkladıktan sonra değineceğiz.

Bir sonraki yazımızda diyalektik materyalizmin kavramlarına giriş yapacağız.

Türk kalınız.

KAYNAKÇA

(1) Arvasi, Seyyid Ahmed. İnsan ve İnsan Ötesi. Bilgeoğuz Yayınları. İstanbul, 2009.

(2) Eröz, Mehmet. Marxizm, Leninizm ve Tenkidi. İrfan Yayınevi. İstanbul, 1978.

(3) Hilav, Selahattin. Diyalektik Düşüncenin Tarihi. Sosyal Yayınlar, 1997.

(4) Hocaoğlu, Durmuş. Laisizmden Millî Sekülerizme. Selçuk Yayınları. Ankara, 1995.

(5) İnalcık, Halil. Rönesans Avrupası- Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015.

(6) Politzer, Georges. Felsefenin Başlangıç İlkeleri, çev. Cem Eroğul, Sol Yayınları. Ankara, 1966.

(7) Sezen, Yümni. Maddeci Felsefenin Çıkmazları. M.Ü İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. İstanbul, 1996.

 

 

 

 

 

 

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.