Uzun süren keşif gezisinden sonra önlerden duyulan bir emirle herkes aralıklı şekilde konumlanarak Aydoğan Paşa’nın etrafında toplandı. Planlamalar yapıldı, nöbet yerleri ve nöbetçiler belirlendikten sonra dinlenmeye geçildi. Biraz göz gezdirdikten sonra Aydoğan Paşa’nın çantasını yerleştirdiği yerin yakınlarından bir kaya dibini kendime yer olarak seçtim. Biriken karı temizledikten sonra çantamı, silahımı ve birkaç eşyamı daha bıraktım. Her seferinde Aydoğan Paşa’ya yakın oturmaya dikkat ediyordum çünkü komutanın etrafında gelişen sohbetler hep çok hararetli olurdu. Ben de muhabbetin başladığını fark ettiğimde hemen ya yanlarına giderdim ya da onları duyacak şekilde bir kayaya yaslanır, yıldızları izleyerek tefekküre dalardım. Bugün bir tuhaflık vardı. Değil sadece Ankara’da ben o güne kadar gittiğim yerlerin hiçbirinde böyle bir yıldız şenliğine denk gelmemiştim. Belki bu son görüşüm olur diye doya doya baktım, sanki tüm görüntüleri beynime kazımak istiyordum. Burada tüm vaktimi ya bir dakika sonrasına çıkamazsak diye geçirdiğim için dolu dolu yaşıyordum ve hayatın böyle yaşanması gerektiğine inanıyordum.

Buralarda düşünmek ve okumak için vaktim oluyor, bunları fırsat bulduğumda mutlaka yazıya geçiririm. Çok hoşuma giden bir yazı olursa memleketten arkadaşım Şahin’e gönderiyorum, o da çıkardığı dergide bana bir mahlas yakıştırıp yayımlıyor. Sahi Şahin’i görmeyeli de çok oldu. Millete bir faydam dokunsun diye koşturup duruyordur şimdi… Neyse ki çok derin düşüncelere dalmadan seslerin kalabalıklaşması gerçeğe döndürdü beni. Aydoğan Paşa’nın etrafı kalabalıklaşmıştı. Ben de az ötede sindiğim kayanın dibinde sessiz, öylece duruyordum. Aydoğan Paşa aralıklı aralıklı bir şeyler söylüyordu, sanırım bir şiir okuyordu. Evet ölçülü bir şiir mırıldanıyordu. Neydi? Kimden okuyordu? Gençosmanoğlu’nun kahramanlık şiirlerinden miydi yoksa yine? Atsızdan da olabilirdi. Biraz daha dinleyince fark ettim. Hayır… Bunu kendisi yazmıştı. Ben bunları anlayana kadar zaten okudu bitirdi.  Sadece iki mısrasını yakalayabildim. Zihnimde şimşekler çaktıran ve anlamadığım şekilde hayalimde bir düşünceler zinciri oluşturan iki mısrası kaldı aklımda;

“Soğuk namlular elimizde, yürüyorken dağlara
Şehitlerden selam geldi savaşan tüm sağlara…”

Yarısı kesik pet şişeden yaptığım bardaktaki çayımı yanıma bırakıp, ellerimin üşümesine aldırmadan aldım elime kalemi, yazmaya başladım;

“En iyi ihtimalle sadece birkaç ay tanıdığın insanın canı özelinde tüm milletin canı, tetiğe dokunan tek bir işaret parmağının ucuna bağlı. Sen aslında benliğinde koskoca bir milletin varlığını duyuyorsun. Öyle bir ruh hali içindesin ki sanki o an ölsen tüm millet yok olacak, görevini başarıyla tamamlarsan tüm milleti kurtaracaksın. Çok küçük bir noktasın, aynı zamanda da o kadar büyüksün ki… Sen başı sonu belli olmayan bir devamlılığın sadece bir halkasısın. Sen dağlara yürüyorsun, evvelce gitmiş olanlar seni gözetliyor. Orada bir ana vatana kurban eylemek için evladını büyütüyor, hayatta sadece on iki yaşında bir oğlu kalmış, onu da dualarla dönmemek üzere cepheye yollamış olan ananın yüreği ferahlıyor. Bir yerde yanlışa yanlış denilip doğruları yazılıyor, yazdıklarından dolayı kurşunlanan şahsiyetler ‘boşuna değilmiş…’ diye bir yerlerde hoşnut oluyor. Bir grup genç ülkücü mefkûreleri uğruna gece gündüz ter döküyor; ülkü uğruna gençliğini, sevdasını, istikbâlini zindanlarda bırakmış olanlar, bir yerlerde vecd ile bu gençlerin alınlarından öpüyorlar. Kendi varlığını bu şekilde milletin kutsal varlığının içinde eritebilen insanlar ancak bu şerefe malik olabiliyor ve millet vicdanında yer ediniyorlar. Bu devamlılığın bir parçası olmuş olanların ortak özellikleri nedir diye düşünüyorum. Bu şahsiyetler kendisini millet ile büsbütün görüyor. Bir şahsiyet sahibi olmuş, dolayısıyla insan olmanın şuurunda, milliyetinin bahtiyarlığını yaşarken vazifelerinin farkında ve bunun gerekliliklerini yapma çabasında… İnsanı vazifeye sürükleyen bu duygu nedir diye baktığımda karşıma vefa duygusu çıkıyor. Evet… İnsana dünyanın tüm nimetlerinden el çektirip, kahramanlıklar yaratan bir duygu; vefa… Vefa nedir, hiç düşündünüz mü? Vefa, en temel anlamıyla bir kimsenin her türlü söz ve eyleminde sevgiyi ve sadakati esas alarak hareket etmesidir.

Bu duygunun büyüklüğünü anlamak ancak abidevî şahsiyetleri tanımakla olacaktır. Çünkü duygular ancak insanın kendi havsalasında canlanacak olgulardır. Dışardan ne kadar tasvir edilirse edilsin yüzde yüz karşılık bulmayacaktır. Tarihteki kahramanları, abidevî şahsiyetleri tanıdıkça görülecektir ki yapılan işlerde hep vefa duygusu vardır.

İtalyanca ve Yunancayı iyi, Fransızcayı çok iyi derecede bilen, Paris ve Tahran gibi yerlerde çalışmış olan Ahmet Vefik Paşa’yı Türk milliyetçiliğinin öncülerinden biri yapan nedir? Devletin sadrazamlık, elçilik gibi yüksek kademelerinde bulunup öldüğünde ardında mal varlığından ziyade borç bıraktıran adanmışlık nedendir?

Bugün geçtiğimiz köylerden birinde şehit babası olan Ali amcayla tanıştık. 19 yaşındaki torunu ile yalnız yaşıyorlarmış. Bizim geldiğimizi duyunca hemen bir kuzu kestirip sofra kurdurdu. ‘Torunumu da asker yapacağım evladım. Bu vatana her şeyimiz fedadır, ihtiyaç olduğunda duvardaki tüfeğimi alıp ben de giderim.’ diyordu. Ali amcaya bunları söyleten ne ise Ahmet Vefik Paşa’nın adanmışlığı da ondandır.

Milletine aidiyet hisseden her insan ecdadını veya milletin hayatî meselelerinde başarı kazanmış olan şahsiyetleri örnek alır, onlara layık olmak için koşturur durur. Kendine vazife edinir ve benliğinden geçer, milletin içinde var olur. Bu şahsiyete kavuşmuş insan artık yalnız değildir. Sanki gittiği yerlerde İsmail Gaspıralı onu izliyor gibidir; ‘Ne olacak bu Turan ellerin hali? Benim o şartlarda neler başardığımı okumuyor musun, görmüyor musun? Sen daha fazlasını yapabilirsin.’ Bir yerlerden sanki Ziya Gökalp konuşuyor zanneder; ‘Milletini bu karanlıkta bırakmaya utanmıyor musun? Bize yapılanı, bizim yaptıklarımızı iyi tahlil et de yolun aydınlansın.’ Bu düşünceler içinde karakterini oturtmuş olan insan sürekli kendini aşma çabası içinde olacaktır. Çünkü artık şunun farkındadır; o doğmasını, büyüyüp yetişmesini evvelce gitmiş olanlara borçludur, vazifesi ise gelecek olanlara doğması, büyüyüp yetişmesi için imkânlar hazırlamaktır. Evvelce gitmiş olanlar deyip geçiyoruz ama evvelce nasıl gitti bunlar?

Arkalarında heybetli yaşanmış bir hayat bırakarak gittiler. Ana bekler, baba bekler, yâr bekler, çocuk bekler ama vatan beklemez, gençlik gerekmez diye diye gittiler. Bu vatanın tek bir taşı bile düşmana yâr olamaz, elimizde hiçbir şey kalmasa da burayı terk etmeyeceğiz deyip meydanlarda vurula, camilerde yakıla gittiler. Nesiller yok oldu. Devletler yıkıldı, devletler kuruldu. Eğer bizi üretkenliğe götürecek bir vefa duygusunu yüreğimizin derinliklerinde hissetmiyorsak, kimseden güneşi yükseltmesini bekleyemeyiz ve sonrasında da üzerine güneşin doğacağı bir memleket bulamayız. İnsanlık ne kadar gelişmiş olursa olsun bu değişmeyecektir. Çünkü insan yaşamını devam ettirebilmek ve yeni şeyler ortaya koymak için geçmiş nesilden haberdar olup gelecek nesil arasında bağlantı kurmak zorundadır. Mücadelemiz bu silsilenin kopmaması içindir. Allah bizi muvaffak etsin.”

Bizimkiler türkü faslına geçmişlerdi bile. Kayserili Ömer sanki bu dünyada değilmiş gibi bir şevkle bağlamasını çalıyordu. Hep onca yükünün yanında bir de şu bağlamayı boş yere taşıyorsun diye sitem ederdik Ömer’e. “Uçsuz bucaksız Allah’ın karlı dağlarında Neşet’im olmadan nasıl duracağız devrem” diye bağlamasını kendine yâren ederdi. Kimsesi yokmuş Ömer’in duyduğum kadarıyla. Küçüklükten eline bir bağlama geçmiş, ondan pek bağlıdır sazına. Tellere vurdukça bizi de aldı götürdü başka diyarlara;

“Gar mı yağmış yüce dağlar başına,
Merhamet eylemez gözlerimin yaşına,
Daha değmemiştim on beş yaşına,
Vurdu felek gırdı gollarımı dalımdan.
Nerelere gidem arz edeyim halimden.

Şu dünyanın vefâsını görmedim,
Geçti cahil ömrüm bir murada ermedim,
Eller gibi dem-i devran sürmedim,
Vurdu felek gırdı dollarımı dalımdan
Nerelere gidem arz edeyim halimden.”

Bir saat kadar çaldık, söyledik, Gönlümüzü hoş ettik. Herkes dün yaşanılan çatışmayı unutmuş gibiydi. Sanki mevcutta bir savaşın, tehlikenin içinde değiliz gibi meşk ediyorduk. Şafak vaktine az kalması sebebiyle beklenen emir geldi. Herkes bir anda ciddileşip hızlıca toparlandı. Çok kısa sürede nizamî bir şekilde düzen almıştık. Dinlenmiş olmanın verdiği canlılıkla yola koyulduk. Elli kilo civarındaki yüklerle yürümek yetmiyormuş gibi bir de diz boyunu aşan kar ile mücadele ediyorduk. Kar bizi hem yavaşlatıyor hem yoruyordu. Ömer’in söylediği türküleri mırıldanıyordum. Türkülere odaklanınca yorgunluğu, soğuğu unutuyordum. Eledim eledim höllük eledim diye tutturmuştum ki “mevzi al!” diye şimşek gibi bir bağırtı koptu. Herkes bir yana savruldu. Hava çok sağuktu ama ben sıcacık olmuştum bir anda. Yerde uzanıyor olduğum halde burası bir mevzi değildi. Açıktaydım, sürünmem gerekiyordu fakat vücudumu hissetmiyordum. Elimdeki ıslaklığı fark edince yüzüme doğru yaklaştırdım, kanlar damlıyordu. O an sanki bir daha sinirlenemeyecekmişim gibi bir öfke kapladı içimi. Nefes alışverişim yavaşlarken nefs muhasebem devam ediyordu; Hep ya son olursa, bu son olursa diye yaşadın, son oldu işte diye kızdım bir an kendime. Heybetli bir hayat yaşadım mı, vazifemi yerime getirdim mi, vefalı biri olabildim mi diye düşünürken doğuşunu gördüğüm güneş kayboldu.

Devrelerimle hep hayalini kurduğumuz ay yıldızlı bayrağa sarılı tabuta koymuşlar beni. Tabutumu karakolun önündeki geniş duvarın önündeki yüksekçe bir mermerin üzerine yerleştirmişler. Herkesi görebiliyorum fakat onlar beni görmüyor; konuşuyorum, duymuyorlar. Bazıları bir köşede kaşlarını çatmış intikam yeminleri ediyorlar, bir kısmı anılarımızdan bahsediyor. Tabutumun arkasında bulunan duvardaki yazıyı o an fark ediyorum;

“Üzerimize kılıç çekilmedikçe,
Ülkemiz topraklarına girilmedikçe,
Milletimiz cefa çekmedikçe,
Bizden kimseye zarar gelmez.”

Sahi beni neden vurdular? Bana o kadar zorlukla mücadele azmini veren, milletime olan vefa borcum değil miydi? Acaba milletimin fertlerinden de beni hatırlayıp ruhumu şad edecek olan çıkacak mıdır; bilemiyorum… Arkadaşım Şahin’e eşyalarımı vermişler. Son yazdığım yazıyı okuyunca ağlamaya başlamış. Hâlbuki duygusal bir yanı yoktu yazının. Herhalde gelip geçen bir sürü yıldız gibi ben de parlayıp geçmiştim, ağıtlar onaydı. Vefa duygusunun getirdiği sorumluluktan olsa gerek Şahin yazımı dergisinde yayımlamış. Devrelerim sayısınca da bizim karakola göndermiş. Şahin’in haykırışlarını dinliyordum ki Aydoğan Paşa herkesi yemekhanede topladı, ben de sanki bir emir verecekmiş gibi heyecanla ağzından çıkacak olan cümleleri bekliyordum ama artık onlar ile birlikte olamayacağımı fark ettim. Aydoğan Paşa dergiyi açıp yüksek sesle okumaya başladı ve gözleri dolu bir halde son paragrafı da okuyup bitirdi:

“Türk çocuğu ahdini tanıdıkça ayakları yere daha sağlam basacaktır. Mâzi kan ve gözyaşı ile dolu olsa da âtideki güneş mâziyi sırtına yüklemiş olan yeni ufukların omuzlarında arşa doğru yükselecektir. O güneş önce Türkiye Türklerine derin bir nefes aldıracak, sonrasında Türk dünyasını aydınlatacaktır. Daha da yükselen güneşimizin altında tüm insanlık huzura kavuşacaktır. Mazlumların feryatları dinecek, çocuklar güven içinde koşup oynayacaktır. İşte bizlere bu hayali kurduran da bunları gerçekleştirmemizi sağlayacak olan da vefa duygusudur. Vefa duygusunu beslediğimiz insanlar kendi çağlarında bunu başarmışlardır ve tarih, insanlık, Tanrı bizden daha fazlasını beklemektedir. Herkes üstüne düşeni yaptığında kolaylıkla yükselecek olan güneş batmak üzeredir. Milletimizin fertlerinin ezici bir çoğunluğu çoktan kaybolan güneşin karanlığında gece oldu zannedip uykuya dalmıştır. Diğerleri ise güneşi yükselteceğiz yükü altında ezilmektedir. Tarihî incelediğimizde tablo biraz daha iç açıcı olabiliyor tabii. Nihayetinde Türk’ün güneşi onu yükseltmeye çalışan bir avuç insanı hayatlarından etmiş olsa da yükselmeyi başarmıştır.  Evvelce gitmişlerin asil ruhları şad olsun.”

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.